İçerisi karanlıktı. Sağlam demir kapıyı tırmalayan namevtlerin sesi dışarıda kalmışken, içeride tek bir çıt bile yoktu.
Floş~~
Lilith, Gobumei ve Kirin, üçü de aynı anda içgüdüsel olarak asalarını harekete geçirdiler ve biraz ışık getirdiler. Odanın tavanından kara zincirlerle sarkan ve büyük tavaları andıran şamdanlar vardı.
Alaeddin, “Şu şamdanları yakın lütfen saygın ruhpanlar,” dedi. Ruhpanlar geniş odanın dört bir tarafında sallanan şamdanları ateşe verdiklerinde, görmeye başladılar.
Geniş bir odaydı. Odanın içinde zaman durmuş gibiydi. Sanki devirlerdir buraya ilk girenler onlardı. Odanın içerisi yol boyunca görmeye alıştıkları süslemeler ve duvar resimleriyle doluydu. Devasa bir ağaç süslemesi ve uzanan dalları odanın duvarları boyunca yayılıyordu. Kabartmadaki ağacın her bir yaprağı özenle çizilmiş ve altında boyanmış gibiydi. Duvarda düşen yaprakları toplayan cüceler; kazmalar, kürekler ve sonrasında kılıçlar, zırhlar gibi her şeyi çekiçleriyle dövüyordu.
Her neyse, Kısa boylu beşerler için oldukça geniş ve gösterişli bir odaydı. Zebil ve Tor, ikisi de kendi mağaralarının şefleri olarak, bu odanın otorite sahiplerine ait olduğunu hemen anlamıştı. Lüks ve zarafet yan yanaydı.
Lilith son olarak odanın ortasındaki en büyük ve en gösterişli şamdanı ateşe verdi…
Bu şamdan odanın tam ortasında taştan yapılmış bir masanın üzerinde sallanıyordu. Masanın etrafı da taş sandalyelerle çevriliydi. Hem masanın hem de koltukların, beşerlerin bilmediği parlak renkli bir cevherden incelikle yontulduğu belliydi. Taş masa ve sandalyeler cücelerin tüm maharetini sergilediği süslemeler, garip semboller ve kabartmalarla doluydu yine…
Tıpkı şehrin dış duvarlarındaki gibi kanatlı savaşçılar resmedilmişti masaya. Bu sefer cücelerle el ele vermişler, çetin düşmanlara karşı birlikte duruyorlardı.
Masanın etrafındaki koltuklardan en başta duranı özellikle büyük ve gösterişliydi. Bu, bu şehrin şefi kimse onun sandalyesi olmalıydı.
“Onlar!?”
Herkes taştan sandalyelerinde oturan heybetli cüceleri görünce şaşkınlıkla bağırdı. Zırhları, silahları ve kıyafetleri, her şey yerli yerinde sapasağlam duruyor, sanki donmuşlar gibi orada oturuyorlardı. Ama hepsi korkunç ifadelerle çoktan ölmüştü. Yüzlerindeki tüm kan çekilmiş gibi bembeyazlardı.
Alaeddin, “Hayır hayır…” diye ağır adımlarla masaya ilerledi. “Şef! General! Danışmanlar! Baş Demirci!”
Alaeddin bu tanıdık yüzleri görünce kendini kaybetti. İstemsizce onlara doğru yürüdü ve çoktan soğumuş ellerini tutmaya çalıştı. Ama nafileydi. Hepsi burada yara almadan oturuyorlardı ama gizemli bir şekilde ölmüşlerdi. Sonra gözü masanın üstündeki tabuta kaydı…
Masanın üstünde diğerlerinin anlam veremediği süslü bir kutu yerleştirilmişti. Kutu, Adam’ın başı kadar beyazdı. Üstelik dokunulduğunda soğuk hissettiren özel bir cevherden yapıldığı belliydi. Bu kutunun içinde her ne varsa serin tutuluyor olmalıydı.
Alaeddin kutuya ulaştığında kapağını yavaşça itti ve içindeki solmuş yüzü gördü.
“Anne…” Alaeddin göz yaşlarını daha fazla tutamadı ve içeride uyur gibi yatan annesinin elini tutarken ağladı. “Demek beni gönderdikten hemen sonra vefat ettin. Zaten çok yaşlıydın… Ama sen burada, bu şekilde ölmeyi hak etmiyordun…”
Adam onun üzüntüsünü anlıyordu. Yanına gidip omzunu sıktı ve “Üzülme dostum,” dedi. “Eski nesil öldüğünde yeni neslin devam etmesi gerekir…”
“Ölmeden önce yeryüzüne çıkıp; son bir kez gökyüzünü, yıldızları ve uzaklardaki parıltıyı görmek istediğini söylerdi hep,” diye mırıldandı hıçkırıkları arasında Alaeddin.
Kendini toplaması kısa sürdü. Cüceler beşer kavimleri arasında belki de en uzun ömre sahip kavimlerdendi ama geceyi geçirmek için Cehennem Mağaraları’na sığınmanın bedeli buydu. Yoksa herhangi bir cüce rahatlıkla koca bir devir boyunca yaşayabilirdi.
“Annem buraya hiç gelmemeliydi…” Alaeddin toparlanırken konuştu: “Benim yüzümden,” dedi ve devam etti, “Kral’dan hamile kalmasaydı, Kraliçe’nin nefretini çekmezdi ve buraya geri sürülmezdi. Yeteneği ve güzelliği ile krallığın cennetinde yaşayabilirdi. O zaman hiç yaşlanmaz, şimdi hala genç ve güzel olurdu…”
Diğer beşerler, yeryüzündeki krallıkları ilgilendiren karmaşık ilişkileri, güç mücadelelerini ve entrikaları anlamıyorlardı. Cücenin yeryüzü hakkında çok şey bildiği ve kendi zorlukları olduğu kesindi. Ama şimdi ilk yapmaları gereken hayatta kalmaktı!
Adam, “Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu. “Toplantı odasından yeraltı kapısına giden kestirme yola mı gidiyoruz?”
“Hmm. Tamam…” Alaeddin annesinin tabutunu tekrar dikkatlice kapattı. “Ama önce annemi almalıyım. Onu hak ettiği yere, krallığın cennetine gömeceğim!”
Sonra Alaeddin, diğerlerinin şaşkın bakışları altında ağzını sonuna kadar açtı ve göz açıp kapayıncaya kadar koca tabutu içine çekiverdi. Adam ve diğerleri, onun ağzından çıkan anahtarın şokunu atlatamadan ikinci kez şok olmuşlardı!
“Barbara beni çimdikle hemen!” Tekeş’ın gözleri goblinler gibi pörtlemiş, ağzı içine yumurta girecek kadar açılmıştı. “Hayal mi görüyorum yoksa cüce kutuyu bir anda yedi mi?”
Pat!
Barbara’nın hiç şakası yoktu. Hemen Tekeş’in kafasına bir tane geçirip, “Yok hayal görmüyorsun!” dedi. “Bu cüce senden de obur çıktı şişko!”
Alaeddin onların şaşkın bakışlarına gülümsemekle yetindi. Eski huyunu geri kazanmış gibi huysuzca, “Ne bakıyorsunuz!” diye çıkıştı. “Midemde özel bir depo eşyası var! Yoksa en değerli hazinelerimi goblinlerden nasıl saklardım ha!”
Depo eşyaları hakkında da bir şey bilmiyorlardı ama böyle mucizevi etkileri olduğuna göre, çok değerli tılsımlı eşyalar olmaları gerekiyordu. Şimdilik böyle şeyleri yoktu. O yüzden şaşırmak dışında çok da merak etmediler.
Alaeddin hızlıca etrafı taradı ve odada ölen onlarca cüceye baktı. Çoğunlukla bir ayağı çukurda olan eski nesildendiler. Depo eşyasında fazla yer olmadığı için onların cesetlerini alamazdı. Artık namevte de dönüşmezlerdi zaten. En iyisi Göçük Şehir’in kalıntıları ile birlikte sonsuza dek bir arada oturmalarına izin vermekti.
“Umarım beni affedersiniz ama arkadaşlarımın bunlara ihtiyacı olabilir…” Alaeddin hızlıca aralarında dolaştı ve korkunç yüz ifadelerine fazla bakmadan üzerlerindeki değerli şeyleri aradı. Zırhlarını alıp onları soyacak değildi zaten. Oradaki yüksek mevkili birkaç cücenin parmağındaki yüzükleri aldı sadece. Onların depo yüzükleriydi bunlar. Kapı hiç açılmadığı için tüm değerli şeyler bu yüzüklerde olmalıydı.
“Hadi acele edelim, bu uğursuz yerde daha fazla kalmayalım artık,” dedi Alaeddin. Yüzüklerin içinde hangi hazinelerin olduğuna bakmak için yeterli zaman yoktu. Hızlıca en gösterişli koltukta oturan ak sakalları beline inmiş eski şefin boynundan bir anahtar aldı. “Beni takip edin! Bu geçit doğrudan kapıya gidiyor, geçidi açtığım gibi koşmalıyız!”
“Bekle!” Bu sırada tüm zaman boyunca sessiz kalan goblin ruhpanı Gobumei bağırdı. Herkes ona baktığında, onun odanın bir köşesine çekilip titrerken gördüler. Parmağını cüceye doğrultmuş konuştu: “Bu odadaki hiçbir şeye dokunamayız! Nasıl öldüklerini görmediniz mi?”
Diğerleri de bu soruyu düşünmüştü ama kimse dillendirmemişti. Kapı hiç açılmadıysa ve cüceler hiç yaralanmadıysa, nasıl ölmüşlerdi? Pek açlık veya susuzluktan ölmüşe benzemiyorlardı. Sanki masanın etrafında toplantı yaparken aniden korkunç bir şey görüp ölmüş gibiydiler.
“Neyden bahsediyorsun?” dedi Alaeddin, “Bu odanın sadece iki giriş çıkışı var. Biri arkamızdaki demir kapıydı. Onu biz açtık. Diğeri ise anahtarı sadece şefte olan gizli geçittir. Yedeği bile yok!”
“Hayaletler olabilir mi?” diye sordu Lilith. Buradaki beşerlerin ölüm şekli çok garipti. Ayrıca dışarıdakiler gibi namevte de dönüşmemişlerdi.
Barbara, “Ben burada hayalet falan görmüyorum,” dedi ve “Hem olsa bile ne olacak! Onları azgın alevli yumruklarımla yakar kül ederim!”
“Doğru doğru,” Tekeş de hemen Barbara’ya katıldı. Zaten o ne derse katılırdı. Ona yaranmaya çalıştığını herkes görebiliyordu. “Hem onları hayaletler öldürmüş olsa bile artık burada değiller değil mi?”
“Siz bilmiyorsunuz!” Gobumei onu dinlemek istemeyen beşerlere öfkelendi. “Hayaletler duvarların için geçebilir! Gerçi bunu bilecek kadar akıllı değillerdir. Biri ya da bir şey onları buraya çekmiş olabilir…” dedi.
Zebil ve adamları gerilmişti. Şimdi arkalarındaki demir kapının önünde kim bilir kaç namevt toplanmıştı. Sığındıkları odada da hayaletler varsa işleri biterdi. Hemen cüceye dönüp, “Şu gizli geçidi aç hemen,” dedi. “Burada daha fazla kalmayalım!”
Çataldil bile “Arkamızdaki kapıdan çıkamayacağımıza göre tek çaremiz o geçit!” diye şefine katıldı.
Herkesin hemfikir olduğunu gören Alaeddin de fazla oyalanmadı. Duvardaki devasa ağaç kapartmasının dibine ulaştı ve ağacın gövdesinde resmedilmiş kabuklardan birini kaydırıp, anahtarı yerleştirdi. Kilit makenizması takır tukur harekete geçti ve kapartma yavaşça açılan bir kapıya dönüştü. Bu sadece cücelerin geçebileceği dar bir tüneldi.
“Her şey yolunda, geçit açıldı,” dedi Alaeddin, geçidin içine bakarken. “Hum?” Tamamen karanlık olması gereken geçidin içinde, uzaklarda, yeşil parıltılar vardı. Parıltıların bir anda kendine doğru hucüm ettiğini gören Alaeddin, “Amanın, kaçın!” diye çığlığı bastı.
“NE!?”
Herkes bir anda paniğe kapılırken Adam bağırdı: “Geçidi hemen kapat Alaeddin!”
Alaeddin’in elleri birbirine dolanmıştı. Ensesinde hissettiği soğuk ürperti ve kulaklarında çınlayan dehşet verici çığlıkları görmezden gelmeye çalışırken, anahtarı zorlukla iki eliyle de olsa tekrar yerine sokup çevirmeyi başardı.
Takırtı~~
Geçit tıpkı açıldığı gibi hızlıca tekrar kapandı ama açık kaldığı kısacık sürede içeriden gelen soğuk ürperti ve kulak tırmalayıcı çığlıklar, herkesi ölesiye korkutmak için yeterliydi.
“Şimdi ne yapacağız?” Tekeş sordu. Geniş bedenini, Barbara’nın iri cüssesinin arkasına saklamaya çalışıyordu. Bu, bir filin bir ağacın arkasına saklanmaya çalışması gibiydi.
“Bu kötü oldu!” Alaeddin az önce ecel terleri dökmüştü. Bir an için sonunun, bu odadakiler gibi olacağını düşünmüştü. “Neyse ki Adam’ın hatırlatmasıyla geçidi zamanında kapatabildim.”
“Artık çok geç!” dedi bu sırada beti benzi atmış Gobumei. Küçük dişi goblin, ruhpan asasını öyle sıkı tutuyordu ki, nerdeyse kırılıp ikiye ayrılacaktı. “Hayaletler duvarlardan geçebi….”
Gobumei tam konuşacaktı ki aniden susup, olduğu yere çöktü. Sadece Alaeddin’in arkasındaki kapanmış geçide dehşete düşmüş gözlerle bakıyordu.
Arkasında aninde tüyler ürpertici bir soğukluk hisseden Alaeddin, geriye dönmeye bile cesaret edemedi. “Nn… Ne-Ne var?” diye titreyen sesiyle sordu.
Adam ve diğerleri de oldukları yerde donmuştu. Kimse ne ses çıkarıyor ne de kıpırdıyordu. En sonunda Adam, fısıldar gibi seslendi: “Sakın arkana bakma Alaeddin! Yavaşça bize doğru gel…”
Gulp~~
Alnında birikmeye başlayan soğuk terlere aldırmadan sertçe yutkundu Alaeddin. Cesaretini topladı ve öne doğru birkaç adım attı.
Bu sırada arkasında gülen bir çocuğu andıran, “Hihihihi…” gibi sesler işitti.
Bu sesi duyduğunda vücudundaki tüm tüyler ayağa kalkmıştı. ‘Artık dayanamıyorum,’ diye düşündü Alaeddin, yavaşça başını çevirip geriye bakarken.
Orada, arkasında, az önce sıkıca kapattığı geçidin içinden çıkan bir kafa vardı! Küçük bir kız çocuğunu andıran masum bir yüz ve üzerine düşen siyah saçları vardı. Tıpkı Adam’ınkiler gibi bembeyaz, boş gözlerle ona bakıyordu.
Tam, ‘Duvardan çıkan bir kafayı kabul edebilirim, o kadar da kötü değil,’ diye düşünerek kendini rahatlatan Alaeddin, az sonra gördüğü şey yüzünden tekrar çığlığı bastı!
“Ahhhrrrr! Cehennem! Bu da ne böyle! Kabul edemem, edemem! Bu kadarı da fazla artık!”
Kafasını çıkartan masum kız hayalet bir anda Alaeddin’e olabilecek en korkunç gülümsemeyi göstermişti. Ağzı korkunç bir şekilde, küçük yüzüne sığmayacak kadar büyüktü. Güldüğünde içinde korkunç siyah dişlerin olduğu ağzı, kulaklarına kadar adeta yüzünü yırtıp açılmıştı!
Ve hayalet konuştu: “Burada hala bir cüce kaldığını bilmiyordum! Küçük Prens memnun olacak!”
Alaeddin kaçmaya çalışırken, Gobumei olduğu yerde donmuştu. Titreyen asasını hayalate doğrulttu ve “Bu… Bu bir Fantom!” diye kekeledi. Hemen zorla kapattıkları demir kapıya yönelip, “Çabuk açın, buradan çıkmamız lazım!” diye bağırmaya başladı.
Başından beri kapıyı koruyan ve tek kelime etmeyen Tor, Gobumei’ye sertçe baktı. Bu ruhpan goblinden hiç haz etmediği belliydi.
Lilith ve Kirin de asasını sıkıca kavradı. Lilith, “Tek bir hayaletten neden bu kadar korkuyorsun?” diye sordu.
“Bir fantom asla tek bir hayalet değildir!” Gobumei bir an önce dışarı çıkmaya çalışırken çıldırıyordu. “Onlar zihninizle oynayıp sizi delirtebilen ve diğer hayaletleri kontrol edebilen daha korkunç hayaletlerdir!”
Bunu duyan herkes gardını aldı. Her iki tarafta çıkmaza girmişti. Dışarıda büyük bir trolün önderliğinde namevt ordusu, içeride bir fantomun yönettiği hayalet ordusu…
“Fantomlar kendi başına güçlü müdür?” diye sordu bu sırada Adam.
Gobumei, bu sefer Adam sorduğu için usulca cevap verdi: “Hayır, aklınıza mukayyet olduğunuz sürece pek saldırı güçleri yoktur,” dedi.
Adam hemen Lilith ve Kirin’e dönerek, “O zaman hemen saldırıp, yok edin şu hayaleti! Diğerlerini çağıramadan ondan kurtulalım,” dedi.
Çızırtı~~
Lilith asasını kaldırıp ateş toplarını oluşturamadan, Kirin çoktan hayaletin duvardan çıkan kafasına bir yıldırım çaktı!
“Opps!” Fantom, yıldırımın çaktığı yerden bir anda kayboldu ve başka bir yerde ortaya çıktı. “Bu yakındı! Aranızda yıldırım kullananların olduğunu bilmiyordum. Hihihihi, artık sizinle ben değil, arkadaşlarım oynayacak! Bir sürü arkadaş!”
“Kötü!” Kirin’in tavşan kulakları sonuna kadar dikildi. Odanın duvarlarının titrediğini, her yönden seslerin yaklaştığını görebiliyordu. Çok kısa bir sürede kapıyı tutan ve aynı şekilde kulak kesilmiş kardeşi Tor ile bakıştı. Sonra Adam’a baktı. Gerginliğini, Adam’a göstermeye çalıştı.
Adam, “Tor! Kapıyı Aç!” demeye kalmadan odanın her yerinden fışkıran yarı saydam figürlerle çevrelendiler.
BOM! BOM! BOM!
Aynı anda Tor yıldırımlarla kaplı dev çekicini savurduğu gibi kendine yer açıp tüm gücüyle kapıyı asıldı. Her yönden saldıran hayaletler yetmezmiş gibi bir de dev bir trol ve arkasındaki namevtler içeri daldı.
Ortalık tam bir curcunaydı. Üç ruhpan da tam güçte patladı ve taşkın kullanabilen savaşçılar, hayaletlere direnmeye çalıştı.
Adam, tüm kaosun ortasında hareketsiz durdu. Buradaki en zayıf kişi oydu. Diğerleri bir şekilde kendilerini savunabiliyorlardı ama o başıboş bir hayaletle bile karşılaşsa hayatta kalamazdı. Ölümle burun buruna iken sakinliğini kaybetmedi. Zihni her zamankinden daha sakindi.
Önce Tekeş’e seslendi, “Tekeş, Alaeddin’i yakala!” Sonra Tor’a kapıyı tutmasını söylerken, Barbara ve Zebil’in onlara bir yol açmasını istedi.
Grup tekrar kanlı bir savaşa girmişti. Hayaletler ve zombilerle çevrelenmiş bir şekilde kendilerini odadan dışarıya attılar.
Alaeeddin, “Salon boyunca ilerlemeye devam edin!” diye Tekeş’in kollarında taşınırken bağırdı. “Salonları geçtik mi normal yoldan şehirden çıkabiliriz!”
Grup güç bela hem savaşıp hem kaçarak salonun ortasına ulaşmıştı ki anınde büyük bir gürültü eşliğinde iki trol daha savaşa katıldı. Şimdi üç dev trol, sayısız ork ve goblinden oluşan zombi sürüsü ve sürekli onların ruhunu emmeye çalışan hayaletlerle çevrelenmişlerdi.
Lilith asasını kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı ve en büyük ateş topunu yoğunlaştırırken, Adam’ın elini tuttu. İkisi göz göze geldi ve “Sanırım buraya kadar,” diye karşılıklı fısıldaştılar.
Burada öleceğini anlayan Alaeddin bile, başkasının kolunda taşınmaktan duyduğu utancı unutmuş; tüm atalarına, ruhlara, şeytanlara ve meleklere, dinleyen kim varsa yalvarıyordu: “Burada ölemem! Daha yeryüzüne çıkıp Derincüce Krallığı’na bile gitmedim! Tahtımı alıp kral bile olmadım!”
Bir anda alnına vurup, “Ah! Nasıl unuttum bunu!” diye bağırdı. Küçük gruplarını ezmeye hazırlanan üç trol namevtle çevrelenmişken, son anda midesinden garip bir parşömen çıkardı. “Vakit yok!” diyerek parşömeni kana bulanmış yüzüne sürdü. Kağıt, cücenin kanı ile ıslanmıştı.
“Çalış, çalış lütfen!” diye mırıldanmayı sürdürdü, kağıda bakarken. Bu parşömen ona annesi tarafından verilmişti. Annesinin dediğine göre eğer bir evlat doğurursa ona vermesi için kral babası tarafından emanet edilmişti.
Derken parşömen, tüm umutların tükendiği karanlık anda bir umut ışığı yaktı…