BOM!
Cam kırılma sesini andıran çok yüksek bir sesle irkilip şok dalgalarıyla yere serildiler.
Adam ne olduğunu tam olarak anlamamıştı. Tam Lilith ile el tutuşup her şeyin bittiğini düşünüyordu ki, Alaeddin’in elinde parlayan bir şey gördüğünü sandı.
Bir ışık huzmesinin üzerlerine indiğini belli belirsiz fark etti. Sonrası tamamen bulanıktı; etraflarındaki ortamın ani bir baskı ile sıkıştığını, sonra cam gibi kırıldığını, kulak zarlarının yırtılırcasına titrediğini, karanlığa alışmış gözlerinin ani ışık patlamasıyla kör olduğunu hatırlıyordu.
‘Alaeddin bir şey patlatmış olmalı,’ diye düşündü önce, sonra, “Lilith?” diye hemen elini tuttuğu Lilith’in durumuna baktı. Mucizevi bir şekilde herkes iyiydi. Alaeddin her ne yaptıysa etraflarını saran üç trol ile sayısız namevtin saldırısından onları kurtarmıştı.
Sonra onu gördü!
Grubun ortasına inmiş, esrarengiz varlığı…
Orada tapılası heykeller gibi upuzun duruyordu. Tek başına varlığı hem huşu uyandırıcı hem de dehşet vericiydi. En azından troller kadar uzun, yapılı bir figürü vardı. Tüm vücudu kapkara bir zırh ve arkasında uçuşan kıpkızıl bir pelerin ile örtülüydü. Başını örten kapüşon yüzünden, yüzü yerine sadece bir karaltı görülüyordu. Ve o karaltının içinde baktığı yeri titreten iki çift parlayan göz!
Adam ateşten peyda olmuş cayır cayır yanan o gözlere fazla bakamadı. Çünkü fazla bakarsa içine düşeceği bir cehenneme çekileceğini sezmişti belli belirsiz
“CENNETLER!” Bu sırada Alaeddin’in bağırdığını duydular. Sonraki saniye kendisini varlığın önüne atarken, bağırmayı sürdürdü. Çok heyecanlı görünüyordu. “Aslında çalıştı! Bir Zebani çağırdım!!!” diye haykırırken varlığın önünde secdeye kapanıyordu.
“Zebani mi?” Adam daha önce kısaca melekler hakkında yaptıkları konuşmayı hatırladı. Sonra varlığa daha da temkinli bir bakışla baktığında, “Gerçekten de dış duvardaki heykellere ve şehir duvarlarındaki kabartmalara benziyor,” diye mırıldandı.
Özellikle boyu kadar olan devasa kara kalkanı ve neredeyse kanayacak gibi görünen kızıl kılıcı ile tam da tasvir edilen savaşçılara benziyordu. Ama en etkileyici olanı bu değildi! Hayır, Adam bu varlığın bir ışık sütunu ile gelip aralarında belirdiğini açıkça görmüştü. Hala üzerinde ve indiği yerde ışığın parçalar halinde kalıntılarını görmek mümkündü.
Kapkara zırhı ve ürkütücü pelerinine rağmen çevresine ışık haleleri yayıyordu. Özellikle arkasında açılmış duran iki devasa ışıktan kanada bakmaya bile korkmuştu herkes. Bu kanatlar tıpkı toprağa tutunan ağaç kökleri gibi ince ve damarlı bir yapıdaydı ve arkasındaki boşluğa doğru kök atıyormuş gibi yayılıyordu.
Zebani, önüne gelen Alaeddin’e baktı ve heybetli ama huşu uyandıran bir sesle, “Selam sana Toprağın Oğlu, Derincücelerin Soylusu, Naran-dur’un Son Oğlu!” dedi. “Ben, Yeraltı Diyarı’nın Denetçisi Başmelek Malik’in emrindeki zebani meleklerden ateşin çocuğu Fearun… Çağrını işittim ve geldim!”
Alaeddin heyecandan titriyordu. Hiç tanımadığı kral babasından, annesine yaptıkları yüzünden hep nefret ederdi. Ona bıraktığı parşömenin gerçek çıkmasına herkes kadar şaşırmıştı.
“Kutsal melek Fearun! Lütfen bize yardım et, etrafımız namevtlerle çevrildi! Seni çağırmaktan başka çarem yoktu!”
Zebani Fearun ikinci kez konuşmadı. Devasa kalkanını ve kılıcını kaldırırken, “Pekala!” dedi. Sonraki saniye hareket geçti. O çok hızlıydı. Ne Adam ne Lilith ne de Zebil gibi güçlü beşerler onun hareketlerini takip edemedi.
Üç namevt troll ani şok dalgasıyla geri itilse de dengelerini kazandıkları anda tekrar saldırıya geçmişlerdi.
“Roar~~ “
Anlaşılmaz kükremelerle saldıran trolün karşısına çıkan zebaninin bedeni bir anda alev aldı. Arkasındaki ışıl ışıl kanatları bir anda ateş denizine dönüştü. Elindeki kızıl kılıç adeta erimiz lav gibiydi. Trollerden birinin savurduğu topuzu kalkanı ile geri itti. Çarpmanın etkisi ile trol geriye devrildi.
Saldırmaya hazırlanmak için kılıcını kaldıran diğer trolün karnını, kılıcının bir parlamasıysa kesti ve bağırsaklarını yerlere döktü.
Üçüncü ve son trolü ise arkasını döndüğü gibi attığı bir döner tekme ile uçurdu!
Bom! Bom! Bom!
Arda arda gelen üç patlama ve ortada dolanan kızıl bir bulanıklık! Adam ve diğerlerinin tek görebildiği buydu. Zebani o kadar hızlı ve güçlüydü ki, onların en çılgın hayallerinin bile ötesindeydi!
“Onun seviyesi nedir?” Zebil hem korkmuş hem de hayran olmuştu. Her canlının kendine göre güçlenme aşamaları vardı ama beşerler tüm canlıları kendi güçleriyle kıyaslayarak anlamaya çalışırdı. Şu an sadece Filiz aşamasında olan ve kendini oldukça güçlenmiş hisseden Zebil’in içini bir kere daha titreme sardı. “O efsanevi Meyve aşamasında olmalı değil mi?”
Üç trolü üç hamlede halleden zebani bu seferde ateşten kanatlarını savurarak olduğu yerde döndü. Ona yaklaşma çalışan diğer namevtler yanarak etrafa uçuştu.
“Vvuuuuuu!”
En son da etrafını saran hayaletleri kulakları sağır eden bir kükremeyle toza dönüştürdü. Zebani çok güçlüydü! Melekler çok güçlüydü!
Hınca hınç dolu geniş salonlar zebanin saldırmaya başlamasıyla bir anda boşalmıştı. Ağır yaralanan 3 trol ve sayısı belirsiz namevtler kaçarken birbirlerini ezmişti. Çığlık çığlığa kalan hayaletler ise salonların köşelerine doğru uçuşup karanlık köşelerde gözden kayboldular…
“Efendim Fearun!” Alaedin hemen koştu, “Hiçbirini bırakmayın! Kaçıyorlar!”
Güm!
Zebani salonların ortasına ağır kalkanını sapladı ve ne sert ne de yumuşak olan sesiyle, “Ölüler için değil, yaşayanlar için endişelen Derincüce Soylusu!” dedi.
Alaeddin’in başına bir kova soğuk su dökülmüş gibi oldu. Evet doğruydu, zebani istese hepsini öldürebilirdi ama böyle bir niyeti hiç olmadı. Buraya sadece çağrıldığı için gelmişti ve onları tehlikeden kurtarmıştı.
Alaeddin Derincüce saygıyla eğildi ve “Meleklere şükürler olsun! Bizi kurtardınız,” dedi. Saygılı konuşsa da kalbinde pişmanlık vardı. Baskın sırasında kaçmak yerine parşömeni kullansaydı şehrin düşmesini de engelleyebilir miydi ki?
Ama sonraki saniye zebani sanki aklını okumuş gibi cevabını verdi…
Zebani Fearun bu sefer kafasını çevirerek ateşten gözlerini ona dikti ve “Ölüm ve yaşam kaderdir. Şehirler de onları kuranlar gibi yükselir ve düşer. Naran-dur her devrin başında düşer ama akşam olduğunda sizler onu yine yükseltirsiniz…”
Bu akşam, günün sonundaki akşam değildi. Bu akşam, devrin sonundaki akşamdı.
“Bu sefer akşam olduğunda onu daha da ihtişamlı yap, Derincüce Soylusu!” Zebani bu sözlerin ardındın kalkanını yerden kaldırdı. Gitmeye hazırlandığı belliydi. “Elinde başka parşömen olduğunda kullanmaktan çekinme!”
Alaeddin’in söyleyecek çok şeyi vardı ama zebani geldiği gibi bir parıltıyla gidecek gibiydi. Diğerlerininin gözlerindeki beklentili bakışları da görünce yumruklarını sıktı ve “Saygın Zebani! Lütfen biraz daha kalın ve bize yardım edin! Bu şehirde yakalamamız gereken biri var. Onu Yeraltı Diyarı’na kaçmadan yakalamamız gerek,” dedi.
Ama zebaninin kalmak gibi bir niyeti yok gibiydi. Cüceye son bir kez bakıp, “Kendi sorunlarınızı kendiniz çözmelisiniz,” demekle yetindi. “Gitmem gerek…”
Alaeddin’in beklenti dolu omuzları tekrar düşmüştü. “Elimden geleni yaptım tamam mı?” diğerlerine bakarken gözlerindeki bakış buydu.
Adam daha fazla dayanamadı ve ileri atıldı. “Lütfen saygın melek! En azından bizi bu şehirde koruyun!”
İlk başta meleğin son anda belirip onları kurtarmasına minnettardı. Ama şimdi hemen gitmek istemesine biraz kızmıştı. ‘Madem bu kadar güçlü, neden birazcık yardımı esirgiyor ki,’ diye aklından geçirmeden edemiyordu.
Gitmeye hazırlanan zebani son kez konuşan Adam’a bir bakış attı. Bu rastgele atılmış, önemsiz bir bakış gibiydi ama ateşli gözleri bir kere ona baktığında, donmuş gibiydi. Zebani sanki biraz dalmış gibi duraksadı. Ateşli gözleri çok uzaklara bakarken bir şeyler hatırlıyor gibiydi.
Adam bunu iyiye yordu ve meleğin onlara bir şans vereceğini düşündü. Alaeddin ise diğer taraftan sürekli Adam’a el kol harekeltleri yapıyordu. Elini boğazının önünde sürekli sallayarak, konuşmayı bırakmasını istiyordu.
Adam ona aldırmadı ve konuşmaya devam etti: “Alaeddin’in sizi çağırmak için kullandığı eşya değerli olmalı değil mi? Bu eşya harcandığına göre biraz daha kalıp bize yardım edin lütfen.”
“Bitti bitti…” Alaeddin’i bir telaş sarmıştı. Adam Zebanilerin kötü ününü bilmiyordu tabii ki..
‘Adam çok aptal! Bir meleğe nasıl emir verirsin? Onların yeryüzünün işlerine pek karışmadıklarını herkes bilir! Üstelik bir zebani ile nasıl konuşursun!? Günahkar ruhları yakalayıp işkence ede ede Yeraltı Diyarı’ndaki cehennem çukurlarına götürür onlar!’
Alaedin, tam Adam’ın önüne geçerek onun için yalvarmaya karar vermişti ki, Zebani Fearun’un sonunda konuştuğunu duydu.
“İlginç… Beşerin adını öğrenebilir miyim?”
“Adam!”
“Pekala!” Zebanı dev kalkanını tekrar önüne koydu. “Parşömen kullanıldığına göre burada bekleyip, ihtiyacınız olduğunda son bir kez daha yardım edeceğim…”
Hem Alaeddin hem de Adam ve diğerleri, bu çok güçlü ve heybetli meleğin gitmek için acele ettiğini görebiliyorlardı. Peki neden bir anda fikrini değiştir mişti?
Alaeddin, yanında duran sıska çocuğa tekrar baktı. Nasıl bakarsa baksın özel bir tarafı yoktu! Melekler aşkına! Oğlanın yetişimi bile yoktu!
Ama kimse meleğin fikrini neden değiştirdiğini soracak kadar delirmemişti.
Kimse işlerin bu şekilde çözülmesini beklemediği için şimdi ne yapacaklarını şaşırmış bir halde sessizce beklediler ve birbirlerine baktılar.
Hareketsiz kalan beşerlere bakan zebani, “Aradığınız kişi kapıya ulaşmak üzere…” dedi. “Ben burada dururken, en azından bu salonlar ve Yeraltı Diyarı’nın kapısı güvende olacak! Gidip yapmanız gerekeni yapın!”
Bir anda kendilerine gelen kalabalık hep bir ağızdan zebaniye teşekkür edip, cücenin önderliğinde Yeraltı Diyarı’nın kapısına doğru koştu.
Adam ayrılırken geriye baktı. Orada bir heykel gibi duran zebaninin yavaş yavaş taşlaşmaya başladığını gördü. Ayaklarından yukarı doğru yavaş yavaş taşlaşıyor, gerçekten de bir heykele dönüşüyordu. Adam onun ateşten gözlerini son ana kadar üzerinde hissetti.
Beşerler uzaklaşırken yavaş yavaş taşlaşan zebani Fearun, gerçekten de Adam’a bakıyordu. Taşlaşma yüzüne ulaşmadan önce kendi kendine mırıldandı, “Başmelek Gabriel’in ışığı bu beşeri niye sarıp sarmalamış?..”