“Çok sessiz olmalıyız…”
Alaeddin, partiyi büyük salonun çatısını tutan bir sütundan diğerine parmak uçlarında yürüyerek götürmeye çalışıyordu. Uzun uzun düşündükten ve tartıştıktan sonra çoktan uyuşmuş namevtlerin arasından sessizce geçebileceklerine karar verdiler. Geri dönüp başka bir yol tutsalar bile hala namevtlerle karşılaşabilirlerdi. Üstelik kaçan orku Yeraltı Diyarı’na girmeden yakalamaları gerekiyordu.
“İleride Şehir Lordu’nun toplantı odası var,” dedi Alaeddin. Bir taraftan her şeyin hala bıraktığı gibi olup olmadığını da merak ediyordu. ‘Şehir istila edilmeseydi burası benim odam olacaktı…’
Etrafta hareket eden tanıdık yüzleri gören Alaeddin, herhangi bir ses çıkarmamak için dişlerini sıktı. Yakın olduğu kimseyi görmemek için dua ediyordu. Şimdi diğerleri nemli gözlerini görmediği için önden gitmesi iyi bir şeydi.
Adam ve diğerlerinin de cüceyi takip etmekten başka çareleri yoktu. Bu yola çıkmışlardı bir kere…
“Argh!” “Argh!” “Argh!..”
Etraflarında uyuşuk uyuşuk dolanan ve artık leş gibi kokmaya başlayan namevtleri geçtiler birer birer. Namevtler, artık ölü olsalar da tam anlamıyla kör, sağır ya da dilsiz değillerdi. Etraflarında olup bitenleri fark edebilirlerdi. Ne var ki buradakiler en düşük seviyedeki namevtlerden olan zombilerdi.
Bu yüzden sadece sessiz olup ve herhangi bir ışık yakmazlarsa, iyi olacaklarını düşündüler. Ruhpanlar parlayacak herhangi bir tezahür kullanmayı bıraktı ve diğerleri de zırh ve silahları ses çıkarmasın diye önlem aldılar.
Zombiler bile uzun bir süre verilirse yavaş yavaş zeka geliştirebilir ve daha güçlü namevtlere dönüşebilirlerdi. Onların varlığı yeraltının gizemlerindendi.
Kendisi de bir jin olduğu için Yeraltı Diyarı’nın sakinlerinden olan Gobumei, “Namevtler, yeraltında yeni doğan son derece düşük enerjili jinlerin, ölenlerin bedenlerini ele geçirmesiyle oluşur,” diye basit bir açıklama yapmıştı. “Bu jinler o kadar zayıf ve düşük seviyelidir ki, onlara jin demek bile ne kadar doğru bilmiyorum. O yüzden çoğunlukla yeraltı enerjileri olarak anılırlar ama fırsatları olursa onlar bile gelişebilirler…”
Tüm grubu çok şaşırtan bu gerçekler Zebil’in içini çekmesine sebep oluyordu. Namevtlerin de jinlerle ilgili olduğunu öğrenen herkesin farklı ifadeleri vardı. Tavşan kardeşlerin ifadeleri sertti. Cüce Alaeddin’in yumrukları sıkılmıştı. Kendi insanlarının yürüyen ölülere dönüşmesi ve öldüklerinde bile dinlenmelerine izin verilmediği hissetti.
‘Keşke tüm namevtleri öldürebilseydim. Onların bu hale gelmelerindense yok olmalarını tercih ederdim…’
Zebil namevtlerle karşılaşacağını beklese de aralarından yürümek gibi tehlikeli bir işe kalkışacağını asla düşünmezdi. Etrafta ağır ağır yürüyen devasa namevtler bile vardı. Gabumei onların “trol” olduğunu söylemişti. Eğer bu trollerden biri bile onları fark etseydi, işleri biterdi.
Ama Gobumei, trollerden bile daha korkunç şeylerin etrafta olabileceği konusunda endişeliydi. “Burada zombilerden daha korkunç şeyler var…” dedi Gobumei.
Adam’ın arkasında ürkek adımlarla yürürken bir ruhpana hiç benzemiyordu. Hatta minik elleriyle Adam’ın kıyafetlerine tutunmuş, çekiştiriyordu. Bu haliyle bir jinden çok, beşer bir çocuğa benziyordu. Adam onun bu halini görünce, ‘Hmm… Belki jinler de beşerlerden o kadar farklı değildir’ diye düşündü. İlginç bir düşünceydi bu. Belki onların da aralarında iyiler ve kötüler vardı.
Gobumei, “Burada ‘Hayaletler’ de olabilir! Eğer hayalet varsa savaşçılar hiçbir işe yaramaz, sadece ruhpanlar onlarla savaşabilir!” dedi.
Tam yeni bir sütünün arkasına saklanmışlardı ki, Adam hemen arkasını döndü ve Gobumei’nin neden bahsettiğini sorguladı: “Ne demek istiyorsun? Hayaletler de nedir? Neden onlarla savaşamayız?”
Gobumei korkuyla etrafına bakıyordu. İri sarı gözleri, karanlıkta iğne ucu kadar küçülmüştü. “Hayaletler de namevttir ama onlar beden değil, ruhtur! Yani ruhpanlar olarak kullandığımız ruhsal enerjiden bedenlere sahip namevtlerdir. O yüzden fiziksel saldırılarınız işe yaramaz. Sadece doğrudan taşkın saldırıları yapabilirseniz faydalı olur!”
Lilith ve Kirin de meraklanmıştı. Buradaki tek ruhpanlar olarak savaşmaları gereken bir düşman dikkatlerini çekmişti. Lilith, “Hayaletler nasıl oluşur?” diye sordu. Kirin bile daha fazla sessiz kalamadı ve “Ruhpanlar dışında sıradan kişilerde çok az ruhsal enerji bulunur ve bu ruh olarak bile kabul edilemez. Öldüklerinde ise bu azıcık ruhsal enerjinin hemen dağılması gerekmez mi?” dedi. “Eski ruhpanlarımızdan öğrendiğimiz buydu…”
Gobumei, sadece basit bir goblin ruhpanıydı. İki güçlü beşer ruhpanın aslında bu kadar cahil olmasına şaşırmıştı. O bile böyle temel şeyleri biliyordu!
“Bahsettiğim düşük farkındalığı olan jinleri hatırlıyorsunuz değil mi? İşte onlar sadece bedeni değil, ruhu da işgal edebilirler. Özellikle canlı büyük bir kızgınlıkla öldüyse…” Gobumei bildiği kadarını anlatmaya karar verdi. Sonuçta şu an aynı gemidelerdi.
“Duygular ve düşünceler de bir çeşit ruhsal enerjidir. Ölürken şiddetli duygular barındıran kişilerin ruhları bu yüzden hemen dağılmaz. Bu da jinlerin yerleşmesi için yeterlidir. Daha sonra jinler ve ruh yeni bir yaşam formu olan hayalete dönüşürler. Hayaletler diğerlerinin ruhsal enerjilerini emerek yaşarlar. Jinler ruhun kızgınlığını diri tutarak onun daha fazla ruhsal enerji tüketmesini sağlarlar. İşte hayalet dediğimiz varlıklar bunlardır. Ruhsal enerjisi olan her canlıya saldırırlar. Jin veya beşer fark etmez!”
Lilith ve Kirin birbirine baktı, ‘Mükemmel bir iş birliği’ diye düşündüler. Kirin, “Peki ya hayalet eski anılarına sahip midir?” diye sordu. Onların mağarasında o kadar çok beşer ölmüştü ki, aralarından bazıları hayalet olsa şaşırmazdı. Eğer hala aynı kişilerse onlarla konuşmak isterdi.
“Nereden bilebilirim!” Gobumei yanaklarını şişirdi. Ruhpanlık bile onun için çok yeniydi. Jin olduğu için onu bir çeşit namevt uzmanı mı sanıyorlardı yoksa? Yine de cevap verdi: “Çoğu hayalet yeni bir varlıktır. Zekası ve anıları sıfırdan gelişir. Eski anılarını tutan var mı emin değilim ama tutmasalar iyi olur. Çünkü hayaletlerin tek istediği diğer ruhları yutmaktır. Akıllı bir hayalet sadece beladır!”
Gobumei haklıydı. Bir kişinin ruhu jinlerin yardımı ile hayalete dönüştüğünde tamamen yeni bir yaşam formuna dönüşürdü. Eski anıları ona sadece avlanması ve daha zeki olması için kazanç sağlardı.
“Boş verin şimdi hayaletleri!” Alaeddin, kabilesinin ölüleri üzerinden meraklarını gideren ruhpanlardan rahatsız oldu. “Odaya ulaştık, şu karşı kapıya gitmeliyiz…”
Adam hemen baktı. Namevtlerin boş göz yuvalarında parlayan kırmızı ve yeşil parıltılar dışında ışık olmayan mekanda, belli belirsiz bir kapı seçilebiliyordu. Kara demirden yapılmış sağlam bir kapı olduğu belliydi. Kapı en az üç dört metre uzunluğunda, oldukça büyük bir kapıydı. Adam zorlukla da olsa üzerindeki göçükleri ve saldırı izlerini görebiliyordu ama kapı hala dimdik ayaktaydı!
“Gidiyorum…”
Alaeddin daha fazla bekleyemedi ve hemen sütunun arkasından çıkıp kapıya koştu. Eğer bu ölü şehirde birileri hayatta kalmış olsaydı, kesinlikle bu odada olmalıydı. Alâeddin şehirdeki en güvenli yerin burası olduğunu biliyordu. Şehrin taş kapılarından bile sağlam olan, cüce zanaatı ile yapılmış kaliteli demir döküm kapıyı, troller bile öyle kolayca kırıp geçemezdi.
Diğerlerinin de takip etmekten başka çaresi yoktu. Hızla kapıya koştular. Karanlıkta ölülerin dikkatini çekmeden yürümeleri gerekiyordu.
Alaeddin kapıya ilk ulaşandı. Hemen kapının önüne çöküp, diğerlerinin de gelmesini bekledi.
Zebil bıçağı ile arka tarafı kolaçan ederken, “Hadi çabuk aç!” diye fısıldadı.
Alaeddin, “Hımm,” diye herkesin geldiğini onayladıktan sonra kapıyı itmeye hazırlandı. Kapı oldukça ağır ve büyüktü. Uzun süredir de açılmadığı için gıcırtı çıkarması bekleniyordu. “Kapıyı açtığımda hemen içeri girmelisiniz. Namevtlerin içeri girmesine izin vermeyin,” diye herkesi uyardı.
Herkes silahlarını daha sıkı tuttu ve içeri girmeye hazırdı. Herkesin beklentili bakışları eşliğinde Alaeddin kapıyı yavaşça itti.
Gıçırtı~
Hafif bir gıçırtı duyuldu ama kapı açılmadı.
Diğerlerine mahçup olan Alaeddin, onlara bakıp gülümsedi ve “Bir daha,” dedi. “Uzun süredir açılmadı ya cücelerin kapıları bile devranla paslanabilir…”
Tekrar denedi ve bu sefer daha şiddetli bir gıcırtı sesi, geniş salon boyunca yankılandı.
“Hey!” Grubun en dışında duran Zebil ve adamlarının sırtını soğuk ter kapladı. “Daha fazla ses çıkarırsan hepimiz ölürüz!” dedi.
“Lanet olası kapı! Zamanım varken seni söktürmeliydim!” Alaeddin de sinirlenmişti. Bu sefer iyice yüklendi ve kara demirden yapılma ağır kapıyı ileri geri çekiştirmeye başladı.
Gıcırtı! Gıcırtı! Gıcırtı! Gıcırtı!
Metalin birbirine sürtmesi ile oluşan tiz gıcırtı sesleri ardı ardına yankılandı.
“Hım?”
Etrafta kulak kabartmaya başlayan namevtler ağır adımlarla onlara doğru gelmeye başlamıştı bile!
Bu sefer sadece Zebil değil, hepsi cüceye çok sert bakıyordu. Sanki bakışlarıyla onu parçalamaya çalışıyorlardı.
“İyi haber şu ki…” Bakışlar karşısında boğazı kuruyan Alaeddin’in zorlukla konuştu: “Kapı sıkışmamış, sadece kilitlenmiş…”
“Nasıl açacağız o zaman!” diye herkes hep bir ağızdan sordu.
Bu sırada ilk namevtler onlara ulaşmıştı. Barbara baltasını savurduğu gibi bir ayağı yerde sürünen demir ork jinin kafasını uçurdu. Orkun kafasındaki delik deşik metal kask yere düşüp yuvarlanmaya başladı ve büyük bir gürültü kopardı. Az önceki kapı gıcırtısından bile daha büyük bir tangırtıydı bu…
Bu, salondaki en gürültülü sessizlikti. Herkes tangır tungur yuvarlanan miğferin büyükçe bir trolün ayağına ulaşmasını çaresizce izledi. Bu sefer herkes Barbara’ya bakıyordu. O ise “Ne yapsaydım? O şeyin bana dokunmasına izin mi verseydim yani,” dedi. Alaeddin gibi bakışlar karşısında ezilip büzülecek biri değildi. Hatasını ise asla kabul etmezdi. “Siz kapıyı açmaya bakın, bu uyuşukları bana bırakın!” diyerek baltasını kaldırıp savaşmaya hazırlandı.
Burada daha fazla duramayacakların anlayan Adam, “Alaeddin, kapıyı açmanın gerçekten bir yolu var mı? Kaba kuvvetle açabilir miyiz?” diye çabucak sordu.
“Kaba kuvvet işe yaramaz!” dedi, Alaeddin. Sonra kapıyı okşamaya ve parmaklarıyla sakince tıklatmaya başladı. “Biz cücelerin işçiliğini küçümsüyor musun yoksa? Bu kapı en güçlü jinleri bile dışarıda tutabilir!”
Adam ve diğerleri bu cücenin hala ne saçmaladığını anlamıyorlardı. Ölmek üzerelerdi ama o hala kibirlenmekle meşguldü.
Adam tam daha fazla dayanamayacağını düşünürken, kapıyı tıklatan cücenin gizli bir bölmeyi ortaya çıkardığını gördü. Küçük ama güçlü parmakları, kapı süslerinden birisini yana kaydırdı ve arkasındaki deliği açığa çıkardı.
“İşte buradasın!” Alaeddin sevinçle konuştu.
Adam, “Bu da ne?” diye sordu hemen. “Bu kadar küçük bir delikten nasıl geçeceğiz?”
Alaeddin ona tam bir küçümseme ile baktı. “Dostum iyi birisin ama cahilliğinin sınırı yok gerçekten. Bunun bir anahtar deliği olduğunu görmüyor musunuz?”
Alaeddin tarafından kınana Adam hemen utandı. Kızlar bile gülmeden edememişlerdi. Adam karşılık vermek yerine homurdandı: “Bu delik nerede anahtar deliğine benziyor! Ben çok daha iyisini görmüştüm, hem de çok daha muhteşem bir anahtar deliği…”
Lilith, “Peki anahtarın var mı?” diye sordu. Herkesin aklında şimdi aynı soru vardı. Zira bu cüceyi goblin yuvasında bulduklarında, tamamen çıplaktı. Goblinler donuna kadar her şeyini almıştı. Hala anahtarı olabilir miydi?
“Tabiki!” Alaeddin emin bir şekilde konuştu. “Ama ben çıkartırken siz namertleri tutun! O kadar şeyin arasında bulmam zor olabilir…”
Sonra inanılmaz bir şey gördüler. Cüce, tombul elini ağzına sokmaya çalışıyordu. Eli, ağzı için çok büyüktü. O yumruğun, oraya girmesi imkansızdı. Hem girse bile Alâeddin ne yapıyordu. Anahtar çıkaracağını söylememiş miydi?
Beşerler, onun ne yaptığına anlam veremediler ama şimdi hayatta kalmaları gerekiyordu. Savaşçılar taşkınlarını serbest bırakırken, 3 ruhpan da elementel tezahürleri birbiri arıdan salmaya başladı. Demir kapının önü bir anda savaş hattına dönüştü.
“Bu koca oğlanı bana bırakın!” Tekeş boyu kadar olan yuvarlak kalkanının arkasında saklanırken bağırdı. Önünde kendisine doğru topallayan bir trol vardı. Trolün kafasına koca bir balta saplanmıştı. Tekeş, “Hangi cücenin o baltayı oraya koyduğunu merak ediyorum,” diye mırıldandı.
Trol artık bir zombi olduğu için hareketleri sakardı. Elinde bir silah yoktu ama koca kayalar gibi olan iki sert yumruğunu vahşice Tekeş’in kalkına indirmesini biliyordu.
Birkaç darbede grubun içine geri itilen Tekeş, “Çocuklar, burada yardıma ihtiyacım varmış! Çabuk olun!” diye bağırması uzun sürmedi. Namevt trolü tutabileceğini sanıyordu ama koca adamın yumrukları goblin şefi ogreden bile daha ağırdı.
Lilith hemen asasını salladı ve trole doğru sayısız ateş topu fırlattı. Kirin ve kardeşi Tor başka bir tarafı tutmakla meşgulken, ortada boş boş duran sadece goblin Gobumei idi.
Etrafta kendisinden başka kimse göremeyince Gobumei mecburen asasını kaldırdı ve trolün ayaklarının altına doğru yayılan bir ateş gönderdi. Ateşi tıpkı çamurlu bir su gibi yüzeyde yayıldı ve hem trolün hem de diğer namevtlerin altına ulaştı.
Onun ateşinin bağlayıcı niteliği vardı. Bu zayıf ateşten neredeyse hiç korkmayan trol ve diğer namevtler hemen daha yavaş hareket etmeye başladılar. Hem Lilith hem de Kirin, bu küçük goblinin oldukça yetenekli olduğunu düşüntü.
“Ha!” Kirin avucunda topladığı yıldırımları bir adeta fışkırtır gibi ileriye attı. Özellikle cüce namevtler tepen tırnağa metal zırhlarla kaplıydı. Ve metal yıldırımın iletilmesi için en iyi malzemeydi.
Çatırtı~ Çatırtı~ Çatırtı~ Çatırtı~
Şiddetli çızırtı sesleri arasında Kirin’in gönderdiği yıldırımlar oradan oraya atlamaya ve bir yıldırım zinciri oluşturmaya başladı. Çarpıldığı için hareketleri yavaşlayan namevtler ise diğer kardeş, Tor’un işiydi. Ogreden aldığı dev çekiçle savaş alanını adeta kasıp kavuruyordu.
Dört bir yandan saldıran namevtlerin içinde silah kullanan cüce beşerler, orklar, goblinler ve daha nice tuhaf görünen jinler vardı.
Adam çok zayıf olduğu için diğerlerine yardım etmek yerine Alaedd’in yanında kaldı. Onun elini süreki ağzına sokmaya çalıştığını gördükçe çıldırmanın eşiğine geliyordu.
“Ne yapıyorsun Alaeddin!” diye bağırdı Adam. “Eğer anahtarın yoksa, diğerleri yorulmadan buradan çıkmaya çalışalım,” dedi.
“Hmm, hımm, az hımm kaldı…” Elini ağzına soktuğu için zorlukla konuşan Alaeddin cevap verdi. Sonraki saniye ise Adam’ın gözlerini fal taşı gibi açmasına sebep olan bir şey yaptı.
“Ah işte burada…” Bir anda elinde beliren siyah, kalın bir anahtardı. Boyu da oldukça uzun olan anahar, daha çok demir bir çubuğa benziyordu. Alaeddin sanki çok normal bir şeymiş gibi anahtarı yavaş yavaş ağzından çekip çıkardı. “Yedek anahtarım! Şehrin prensi olarak her zaman yedek anahtar taşırım…”
“Gulp~” Bu upuzun ve kalın anahtarın küçük cücenin ağzından nasıl çıktığını hiç anlamayan Adam, zorlukla yutkundu ve “Ee, hadi kapıyı aç da içeri girelim. Bizimkiler daha fazla dayanamaz!”
Çoktan namevtlerle akraba olmak üzere olan diğerlerine bakan Adam, az önce gördüğü mucizeyi daha fazla düşünmedi ve acele etmesini istedi.
“Tamam tamam, acele ettirme.” Alaeddin uzun anahtarı, kalın demir kapının anahtar deliğine soktu ve çevirmeye başladı. Anlaşılan özel bir çevirme mekanizması vardı. Birkaç kere tam tur, birkaç kere de sağa ve sola yarım tur yaptıktan sonra kapı büyük bir gürültüyle açıldı.
“Hadi çabuk!” Adam hemen diğerlerini çağırdı.
“Önce siz gidin!” Tekeş hala kalkanı ile dayanıyordu.
Önce ruhpanlar sonra Zebil ve adamları içeri koştu. Barbara ve Tekeş de en son içeri atladığı gibi, “Dayanın!” diye herkes bağırdı ve arkalarından içeri girmeye çalışan namevtleri kapıyıla birlikte ittiler.
“Sonunda başardık!” Herkes olduğu yere çöküp nefeslenecekti ki odadaki manzara karşısında şok oldular!
“Bu!..”