2013 yılının bir yaz sabahıydı. Pencerenin perdesinden süzülen ışık, odaya alışılmadık bir serinlik bırakıyordu. Güneşin insanı ısıtan değil, içini üşüten bir hâliyle tanıştım o gün. Meğer sıcaklık her zaman sıcak hissettirmezmiş.
Belki de güneş, bazen en soğuk hâliyle doğar; insana, bildiğini sandığı her şeyin aslında ne kadar eksik olduğunu hatırlatmak için.
O sabah Alsa, her zamanki yatağında değil, anneannesinin eski koltuğunda uyandı.
Etrafına baktığında soğuk bir sessizlik vardı. Saat 12.00 sularını gösteriyordu. Öğle saati olmasına rağmen etraf sanki kapkaranlıktı; ne bir ışık ne de bir huzur vardı.
O karanlık hâl içinde, anneannesi kapıdan geldi ve Alsâ’ya şunu dedi:
“Oğlum, benim yakışıklı oğlum… Hiçbir şeye üzülme. Duyacakların, göreceklerin hiçbir şey seni yıpratmasın.”
Alsâ anlamadı bu durumu ama içindeki sessiz acı, her sorusuna cevap niteliğindeydi. Kapıya doğru sanki bir bekleyişi vardı, çünkü henüz olumsuzu bile düşünecek yaşta değildi.
Saatler geçmek bilmedi. Hava hafif hafif kararmaya başlamış, umudu da körelmişti. Yavaşça kapıdan büyükbabası geldiğinde heyecanla yanına koştu; lakin canını parçalayan o sözleri duyana kadar her şey normaldi.
Büyükbabası Alsâ’ya şöyle dedi:
“Artık bizimlesin.”
Küçücük bir çocuk, anne ve babasından ayrı nasıl dayanabilirdi ki? Odasına gitti Alsâ. Kafasını yastığa koydu, gözlerini kapattı… ve o an, içindeki sessiz çığlık yankılandı odanın duvarlarında.
Yastığın altında bir çocuğun güveni değil, bir gecenin ağırlığı vardı.
Geceden kalan sesler hâlâ kulaklarındaydı; fısıltılar, çatlayan kelimeler, sonra bir sessizlik… O sessizlikte büyüdüğünü hissetmişti belki de, istemeden.
Daha on yaşındaydı. Dünyayı büyüklerin sorunlarıyla değil, oyuncak arabalarıyla tanımaya çalışması gereken bir yaştaydı.
Ama o sabah, “büyüklerin sorunu” dediği şeyin aslında kendi hayatına kazınacak bir yara olduğunu henüz bilmiyordu.
Erkek çocukları babalarını örnek alır derler. Ama onun için “baba” kelimesi, bir örnekten çok bir eksiklikti.
Ve belki de o sabah, farkında olmadan, ilk defa kendi hikâyesinin içine düşmüştü.
O günü nasıl geçirdiğini, zamanın nasıl ilerlediğini bilmek çok zordu.
Ama insan, zamanın durduğunu da böyle durumlarda anlıyor.
Çünkü bir gün önce ailenin kanatları altındasın, ertesi gün bir anda yapayalnız kalıyorsun.
Aile neydi?
Aile, nelere denirdi?
Hangi kavramla özdeşirdi “aile” kelimesi?
Hiçbir çocuk, “büyüklerin sorunu” diyerek ailesini arama çabasına girmez.
Sokaktaki arkadaşları mı, okuldaki dostları mı?
Hangisi aileydi ki?
Hiçbiri…
Aile, dağılan bir yapı olsa gerek; çünkü her taş sağlam kalmıyor.
Alsâ bunları düşündükçe mırıldandı şu sözleri:
“Büyümek için çok küçüktüm, gülmek içinse çok büyük…”
Gülmeyi kendine haram kılması, kendi suçu muydu, yoksa yaşadıklarının mı?
Oysa gülüşü en çok yakışan çocuktu o.
Hisleri o kadar yoğundu ki,
Artık içinde engel olamadığı, zamanla yok olacağına inandığı o korku hissi hiç eksilmeyecekti. Çünkü o kapıdan babası bir daha asla girmeyecekti.
Daha kaç gün olmuştu sanki yuvasından göçmek zorunda kalalı…
Geçen zamanın bir önemi mi kalmıştı artık?
Haftalar nasıl geçti, kendisi de bilmedi.
Kanadı kırık bir kuşa, şahin olmayı öğretmek gibiydi yaşadıkları.
Hem yaşadığı yer, hem karşılaştığı durumlar, hem de olması gerekenlerle boğuşuyordu.
Bir de o küçük kasaba vardı elbette — her sokağı anı kokan, her köşesi geçmişini hatırlatan o kasaba…
Orada büyümüştü Alsâ, ama artık hiçbir yer ona ait değil gibiydi.
çünkü insanların gerçek yüzünü gördü tamda bu zamanda o hatıralarla dolu kasabası herkesin birbirini tanıdığı yer değil de, dedikoduların rüzgâr kadar hızlı yayıldığı bir yer olmuştu onun için.
Annesinin yaşadığı çevre baskısı, Alsa’nın dış dünyayla savaşını çok erken başlatmıştı. Kim bilir, belki de onun “savaşçı” kimliği tam da o günlerde doğdu.
Hâlbuki daha bir ay bile dolmamıştı Alsâ bu zor günlere geleli.
Ama hayat, ne o kadar adil ne de o kadar insaflıydı.
Zaman, acıyı hafifletmek yerine derinleştiriyordu sanki.
Her sabah, bir öncekinin tekrarı gibiydi; aynı sessizlik, aynı boşluk, aynı eksiklik…
Alsâ, küçücük kalbiyle büyük bir dünyanın yükünü taşımaya çalışıyordu — ama dünya, onun yaşına hiç aldırmıyordu.
işte bu hatıraları olan kasabada artık annesi, kasaba halkının gözünde “dul kadın”dı — ve bu, orada hoş karşılanmayan bir sıfattı.
Henüz küçük yaşta bu kadar ağır sorunlarla yüzleşmek, onun için büyük bir sınavdı. İnsan bazen çocuk yaşta büyür; Alsa da öyle büyüdü.
Duyduğu her söz, gördüğü her bakış, karakterinde şekillenen taşların birer parçası oldu.
Mahallede çok güzel dostluklar edindi.
Birbirlerine dert ortağı, aile ve sığınak gibi olmuşlardı.
Bu arkadaşlıklar, adeta bir savunma merkezi gibiydi; Alsâ’nın yaşadıklarını bir nebze olsun dindirecek gibi hissettiriyordu.
Çünkü o zamanlar, gerçekten mutlu gibi hissediyordu.
Arkadaşın bazen kardeş olabileceğini o günlerde anladı.
Peki ya evi?
Evi ne hâlde kalmıştı acaba?
O yuvanın duvarları, sessizliğin sesini mi taşıyordu artık, yoksa anıların yankısını mı?..
Evde üç kişi kalmışlardı: bir anne, bir anneanne ve bir dede.
Artık o eski sıcak günlerin yerini sessizlik almıştı. Sürekli göz önünde olmak, sürekli birilerinin ne düşündüğünü hesap etmek, insanın içini yoran bir şeydi. Alsa, kendini ifade edemiyor, bazı durumlarda gücünün yetmediği duvarlara çarpar gibi oluyordu. Artık bazı kapılar onun için kolay çalınmaz hâle gelmişti.
Tam bu zamanlarda, kendini sokağa atmaya çalışıyordu.
Ne kadar çabalasa da, arkasında çığ gibi büyüyen sorunlardan kaçamıyordu.
Eğitimini tamamlaması gerekiyordu; daha ortaokul çağındaydı Alsâ.
Yaklaşık iki ay sonra okul zamanı gelecekti, ama o derslerden çok, hayatın öğrettikleriyle meşguldü.
Bir yanda geçmişin yükü, diğer yanda geleceğin belirsizliği vardı.
Alsâ için zaman, ya çok yavaş ilerliyor ya da hiç geçmiyordu.
Bu kadar karmaşanın içinde okulun da kolay olmayacağı belliydi.
Alsa ders çalışmayı sevmezdi. Evdeki sıkıntıları unutmak için kendini arkadaş ortamlarına atar, derste çoğu zaman dalıp giderdi. Günler böyle geçti; başarısızlıklar, uykulu ders saatleri, sessiz kabullenişler…
Ve bir noktada, alıştı.
Ama neye alıştığını, neyi kabullendiğini kendisi bile bilmiyordu.
Belki de bu iki sorunun cevabı, ileride onun için sağlam bir karakterin temeli olacaktı.
Ortaokulu bitirdiğinde artık çocuk değildi — ama tam olarak yetişkin de sayılmazdı. Sadece, hayata biraz daha dayanıklıydı.
