1. Vaka: Ölümün Aynası, Kieron Luceno.
Hava kapalıydı. Yağmur yağacak gibiydi ama yağmıyordu. Bulutlar ayın önüne geçmiş, ışığının yeryüzüne varmasını engelliyordu. Her taraf neredeyse zifiri karanlıktı.
Ormanlık alanın içinde dar bir patika vardı. Pek konforlu değildi ama yine de işlerini görüyordu yolcuların. O patikadan bir at arabası geçiyordu. Tek ışık kaynağı at arabasına asılmış gaz lambasının yitkin ışığıydı. At arabasının en dikkat çekici yanı, üzerindeki altı kanatlı kılıç armasıydı. Tabii yeterli ışık olsaydı.
At arabasının sürücüsü yorgun görünen bir adamdı. Ortalı yaşlarının sonunda gözüküyordu ama gözleri ölü gibiydi. Dışarıdan bakan biri, sürücünün yürüyen bir ceset olduğunu düşünebilirdi.
At arabası sessizce ilerledi. Patikanın dar kıvrımlarından, düzeltilmemiş yokuşlardan çıktı. En sonunda karşısında bir kale yıkıntısı beliriverdi. Bu karanlıkta zaten siyah renkli olan yıkıntıyı fark etmek inanılmaz zordu ama yorgun sürücü orayı eliyle bulmuş gibi fark etti. Atları kırbaçlayıp kale yıkıntısına doğru sürdü aracını.
Kısa bir süre sonra artık yolculuk sona ermişti. Kale yıkıntısına varmıştı at arabası. Durduktan sonra at arabasından iki zırhlı indi. Bunlardan birisi erkek, diğeri kadındı. İkisinin de gözleri yukarı doğru kayıktı ve kan doluydu. Üzerlerinde beyaz renkli hafif zırhlar vardı. Zırhların da aynı at arabasındaki altı kanatlı kılıç arması vardı. Erkek olanın şakağına bir hançer sokulmuştu ve içinden kanlar akıyordu. Akan kan, aşağıya doğru süzülüyor ve beyaz renkli zırhını kirletiyordu. Kadının ise boğazına derin bir kesik açılmıştı.
İkisi indiğinde erkek olan elinde tuttuğu zinciri çekti ve arabadan birini inmeye zorladı. Bu, ellerinde bir kelepçe olan iyi giyinimli bir adamdı. Ellerindeki zincire bağlı kelepçe giyinişi ile bir tezatlık oluşturuyordu. Yüzünde dehşete düşmüş bir ifade vardı. Öyle ki korkudan titrerken gözleri kaymış zırhlılara bile doğrudan bakamıyordu. Ürkek adımlarla arabadan indi ve biraz ilerledi. Zincir onunla son bulmadı, onun da kelepçesine bağlı bir zincir daha vardı ve arabanın içine doğru uzanıyordu.
Beyaz zırhlı erkek, bu sefer iyi giyinimli olan adamın kelepçesindeki zinciri çekti ve arabadan biri daha indi. Bu seferki bir kadındı ve tıpkı adam gibi o da iyi giyinimliydi… Derken araban biri bağırarak atladı ve hızla koşmaya başladı.
Görünen o ki o da bir tutsaktı. Ama bir şekilde kelepçesindeki zincirden kurtulmayı başarmıştı. Ve koşabildiği kadar koşuyordu. Nereye gittiğinin bir önemi yoktu, ne de olsa at arabasından uzaklaşsa yeterdi.
İyi giyinimli adam kaçana yorgun bir şekilde baktı ve içinde bir burukluk hissetti. Kadın ise ağlıyordu.
Beyaz zırhlılar ise pek bir tepki vermemişlerdi. Hareketleri garip bir şekilde donuktu. Sanki yağlanması gereken dişliler gibi hareketleri ağır aksaktı. İkisi yavaşça birbirlerine döndüler. Görmeyen gözleri ile anlaşıyorlardı sanki. Birkaç saniye sonra beyaz zırhlılardan kadın olanı çevik bir şekilde tutsağın peşine düştü. Erkek olan ise pek bir şey olmamış gibi at arabasındaki tutsakları indirmeye devam etti.
Bu sırada kaçak, oldukça ilerlemişti. Atletik bir vücudu vardı ve en ihtiyacı olduğu anda işine yaramıştı. Çoktan ormanın içine varmıştı. Önünü pek göremiyordu ama ağaçların siluetlerini seçebiliyordu. Arkasından geldiklerini biliyordu. Bu yüzden ormanın içinde rastgele yollar izleyip izini kaybettirmeyi düşündü. “K-Kurtuldum… S-Sonunda…” kendi içinden düşünürken bile sesi titriyordu. Terlemiş yüzünden hüzün ve mutluluk göz yaşları döküldü. Göz yaşları elmacık kemiklerinden aşağıya doğru ilerken yüzünde devasa bir gülümseme oturdu. Hüzünlüydü çünkü kötü şeyler yaşamıştı. Mutluydu çünkü şimdi kurtulmuştu… Ya da o öyle sanıyordu?
O sırada yanından ok gibi bir şey geçti. Ne olduğunu göremedi. Ama içten içte ne olduğunu gayet iyi biliyordu.
Beyaz zırhlı kadın, insanüstü bir güçle onu geçmişti. Ama ileride çivi gibi çakılı kalmıştı.
Kaçak, kadını fark etmişti ama birkaç adım sonra ancak durabilmişti. Gözleri sonuna kadar açılmıştı.
Boğazı kesilmiş kadın önüne duruyordu. Kaçak bunu göremese de bundan emindi.
Yönünü değiştirip kaçmak istediğinde tuhaf bir şeyler olduğunu fark etti. Hareket edemiyordu. Kaskatı kesilmişti.
Sanki karanlık bedenini tutuyor, hareket etmesini engelliyordu. Alnındaki bir damla ter bile aşağı doğru akamıyordu.
Zırhlıda ise bir şey değişmemişti, orada durmasının sebebi belli ki kaçakla aynı değildi. Sağ eliyle belinin yanında duran kemerindeki bıçaklardan birini aldı. Ama biraz yanlış tutuyor gibiydi zira keskin tarafını elinin içine almıştı ve sert bir şekilde kesiyordu avcunun içini.
Beyaz zırhı kadın yavaş adımlarla ona doğru ilerliyordu. Gözleri hala kayıktı ve göz beyazı kanlıydı. Kaçak ise hala hareket edemiyordu, bağırmak istedi ama onu bile yapamadı. Ağzından sadece korku dolu bir inilti çıkabildi.
Kadının sağ eli havaya hafifçe kalktı ve bıçağı kaçağa doğru indirmeye hazırlandı.
Kaçağın yapabileceği hiçbir şey yoktu. Çaresizce öleceğini hiçbir zaman düşünmemişti. Kaçak gözlerini kapatıp başını yana çevirdi. Nedendir bilinmez karanlık, en azından buna izin vermişti.
Bıçak ona doğru son sürat indi ama ona çarpmadı.
Kaçak gözlerini açtığında garip ama ürkütücü bir manzara ile karşılaştı.
Beyaz zırhlı kadın, sağ elini sol eliyle zorla tutuyordu. Sanki iki farklı kişi fırlatma bıçağını tutuyordu. Öyle ki ikisi beraber titriyorlardı. Kadının ise sağ gözü mavi-pus rengini almıştı ve doğrudan kaçağa bakıyordu.
Kadının ağzından zoraki bir sözcük çıktı,”K-kaç…” Boğazındaki yarık nedeniyle sesi hırıltılıydı.
Kaçak birkaç adım geriledi, sonra arkasına bakmadan koşmaya başladı. Sanki karanlığın kollarından kurtulmuş gibiydi.
Arkasından kadın bağırıyordu. “O seni istiyor! SENİ İSTİYOR!”
Bu onu daha çok korkuttu. Koşamayacağı kadar hızlı koştu. Nereye gittiğinin bir önemi yoktu, sadece kaçmak istiyordu.
Belirsiz bir süre sonra ağaçların arasında buldu kendini. Bunlar selvi ağaçlarıydı ve göğü deliyorlar gibi gözüküyorlardı.
Bu sırada bulutlar ayın önünden çekilmişti. Az da olsa ışık vardı artık.
Uzun bir süre koşmuştu. Vücudundaki adrenalin tükenmişti ve biraz dinlemeye ihtiyacı vardı. Eğildi ve ellerini dizlerine koydu. Soğuk bir rüzgâr esti ve onu dondurdu. Terden sırılsıklam olduğu ancak o zaman fark edebildi. Yaşadığı dehşet, hissettiği korku tarif edilemezdi.
Zırhlı kadının onu takip edeceği düşüncesi aklından çıkmıyordu. Ona ne olduğunu da bilmiyordu gerçi. Ama çok uzaklaşmıştı. Kurtulmuş olmayı umuyordu.
Peki ya zırhlı adam onu aramaya çıktıysa? Başını iki yana sallayıp kendi düşüncesini reddetti. Eğer o da gelseydi bu sefer diğer tutsaklara kim bakacaktı?
Güvende olduğuna kendini ikna edince yola yürüyerek devam etti. Etrafından geçtiği selvi ağaçları, onu dolunaya kurban eden müritler gibi duruyorlardı.
Yorgundu ama huzursuz tarafı durmasına engel oluyordu. Bu yüzden yürümeye devam etti.
Bir yarım saat sonra yine tanıdık bir hissiyat ile titredi. Karanlık yine onu tutuyormuş gibi hissediyordu. Hareket etmeye çalıştı ama edemedi. Kaskatı kesilmişti yine.
Ağaçların arasında bir figür belirdi. Bu aynı beyaz zırhtı. Ama bu seferki kadın değildi, erkekti. Şakağına saplamış hançer ay ışığında net bir şekilde gözüküyordu. Beyaz zırhlı erkek ayakları oraya gitmek istemiyormuş gibi adım adım, yavaş yavaş ilerliyordu kaçağa doğru. Adım atmamak için kendini zorluyormuş gibiydi.
Kaçak debelendi, debelendi. Ama sonucu mutlak bir hüsrandı. Ne bir adım atabildi ne de başka bir şey. Bağırıp yalvarmak istedi ama vücudu onu dinlemiyordu. Üzerine ışık tutulmuş bir tavşan gibi avlanmayı bekliyordu.
Beyaz zırhlı erkek yanına geldi. Şakağına saplı hançeri tuttu ve tek hamlede çekti. Akan taze kan yeri boyadı.
Kaçak için son saniyeleriydi artık. Çaresizlik bardağı dolduran su gibi doldurdu içini. Ne olacağı umrunda değildi, kabul etmişti hepsini.
Zırhlı hançeri kaldırdı ve kaçağın göğsüne tüm gücüyle sapladı.
*
“Kieron!” gür sakallı bir adam yanındaki saatle uğraşan gence baktı, “Ne yaptığını sanıyorsun sen, işe yaramaz herif!”
Kieron yerinden sıçradı, neyse ki saat iğnesini takmayı yeni bitirmişti. Gür sakallı adama bakıp gülümsedi, “Hoş geldin, baba.” dedi sakince, “Saatleri bitiriyordum sen yokken.”
Sakallı adam Kieron’un yanına geldi. Genç adam masanın kenarında tamamladığı saatleri koymuştu. Genel olarak belli ortak bir tasarıma sahiplerdi. İnce işçilikten yoksunlardı ama kaba saba bir görünümleri de yoktu. Sakallı adam saatleri dikkatle inceledi. Kieron da büyük bir beklentiyle babasına bakıyordu.
“Hmph,” babası homurdandı. Bu genç adamı endişelendirmişti.
“Bir şeyi mi yanlış yaptım? Oysa hepsini iki kez kontrol etmiştim…”
“Hayır,” babası saatlere bakarken konuştu. “Hiçbiri hatalı değil. Ama hepsi zamanın bilincinden yoksunlar.”
“Nasıl yani?”
“Bu saatleri yaparken tek düşüncen doğru işleyip işlememesi. İşleyişin kendisi umrunda bile değil. Zaman, sadece saatlerin tik taklarından ibaret değildir, Kieron.”
Kieron nazikçe gülümsedi, “Bunu yeterince bildiğimi düşünüyorum.”
“Hah, düşüncen basit bir çırak kibrinden başka bir şey değil. Ne kadar bilirsen o kadar küçülürsün.”
Kieron babasının bu sözlerine biraz bozulmuştu. Babası onu beklemeden devam etti.
“Zamanın işleyişini kavramazsan yaptıkların sadece safsatadan ibaret. Bu işleyişi kavramaya başladığın zaman ustalığa ilk adımını atacaksın.”
Kieron “safsata”nın kendinde değil, babasında olduğu düşünmeye başlamıştı. Ama kibarlık gereği şöyle sordu, “Bunu nasıl yapacağım?”
“Hepsini sana öğreteceğim. O halde ilki geliyor:
Ölüm, bu büyük saatlerin arasında sadece bir ritimdir.”