Güneş tam tepede kendini gösterirken gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Kulaklarım her sesi kucaklıyordu. Birbirine bakıp kahkahalar atan Şirin teyze ile Fasıl amca, bağıra çağıra kendiyle tartışan Ömer… Kendini bir savaşta komutan zanneden Faruk… Hepsinin çok farklı dertleri vardı. Gerçekten içinde bulundukları dünya onları bu kadar mutlu ediyorsa onları tedavi etmek ne kadar doğruydu?
Mutlu olamayalar da vardı elbet. Meslek hayatım boyunca sürekli gerçekle gerçekten yüzleşen her insanın mutsuz olduğunu düşünmüştüm. Gözlerim elimdeki kitapla bakıştı, aslında Ali Lidar’ın yüz yirminci sayfasındaki alıntı içinde olduğumuz durumu açıklıyordu: “Cehalet mutluluktur demişti ya Sokrates, yeni anladım ne demek istediğini bazen bilmek, haber almak kaygıyı artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bazen bilmek, hayal kurmaya bile engel.” mırıldanarak okuduğum bu alıntı her seferinde derin bir iç çekişe sebep oluyordu. Görüş açıma giren Anıl gülümseyerek bana doğru geliyordu. “Hocam, yine dalmışsınız.” gülümseyerek uzattığı kahveyi aldım. “Yapacak başka bir şey mi var?” gülümseyerek cevabını geri iletirken, “Hocam bu arada yeni bir hasta geldi. Güvenlikler zar zor tutabildi onu. Sakinleştirici yaptı Deniz hoca uyuyor.”
“Hasta girişinden neden haberim yok?” diye sordum. Ellerini göğsüyle kavuşturup “Zor müdahale edildi hocam, siz öğlen arasına çıkmıştınız. Deniz hoca söyler zaten size.” diyerek bir adım geriye doğru adım attı. “E kimmiş bu hasta, bilgileri neler?” elimdeki kahveden bir yudum aldım. “Otuz yaşında adı Adem Aral, kimi kimsesi yok nakille geldi. Uzun bir süredir kimseyle konuşmuyor. Çok nadir olarak sorulara cevap veriyor. Şizofreni dendi, ama konuştuğu zaman da çok mantıklı cevaplar verebiliyormuş. Teşhisi sürekli olarak değişiyor aslında hocam, depresyon, obsesif-kompulsif bozukluk… net bir şey denmedi.” kafamı ileri sallayarak Anıl’a döndüm. “Karşımızdaki insanı tanımakta, anlamakta güçlük çektiğimizde ya meczup deriz, ya mecnun…” Tepki vermeden dinliyordu, “Bakalım biz neler söyleyeceğiz?” Elimdeki kahveyi uzatırken gülümseyerek “teşekkür ederim, odamdayım.” arkamı dönüp yürümeye başladım, Anıl’ın “rica ederim hocam, Fasıl Amca bende.” dediğini işittim.
Gelen dosyaları incelerken odanın kapısı tıklandı. “Gel.” gelen hemşire selindi. “Efendim” der gibi kafamı salladım. “Hocam yeni gelen hasta, Adem Aral. Sizin isminizi sayıklayıp duruyor.” Elimdeki kalemi yavaşça masaya bıraktım. “Benim ismimi derken?” Kapının kolunu sıkıca kavrayan Selin üstündeki kıyafetleri düzeltmeye başlarken devam etti. “Baya baya Kainat Madran deyip duruyor.” Anladım der gibi kafamı sallayarak ayağa kalktım. “Geliyorum.”
Ağır adımlarla odaya doğru yöneldim, kapıdaki güvenliğin gerginliği yüz metre öteden okunuyordu. Yanlarına geldiğimde telaşlı bir şekilde “Hocam bizle beraber girin.” dedi. “Burası ne zamandır bir hapishane oldu?” konuşmasına devam etmeden “Buradasınız zaten, düğmeye basarsam girersiniz.” ona güven vermeye çalışırken içeri doğru adımlarımı attım. Yatağında oturup yere bakıyordu. İçeri girmemle gözleri gözlerimle buluştu. “Merhaba.” tepki vermeden beni izliyordu. Acil durum düğmesinin yanındaki koltuğa oturdum. Her hareketimi dikkatli izliyordu. “Benden korkuyor musun?” sorusunu almamla kafamı iki yana sallamam bir oldu. “Hayır, senden neden korkmalıyım?” yarım ağız gülümseyerek bana bakıyordu. “Beni nerden tanıyorsun?” bakışları yerle buluştu. Sol elini ritmik bir şekilde yatağa vuruyordu. “1792 metre.” dedi. Onu dinlerken devam etti. “batısında Çine, güneydoğusunda Bozdoğan, kuzeydoğusunda Yenipazar ilçesi var.” Gülümsedim. Evet Madran Dağı.” Önüne doğru döndü. Elini saçlarına doğru götürdü. Bakışlarını tekrardan yere doğru çevirdi. Yüzüme bakmıyor, her hangi bir hareketime karşılık vermiyordu.
Kafasını ileri geri sallıyor, kaşlarını olabildiğince yukarı kaldırıyordu. Ne olduğunu tam olarak kestiremiyordum. Mırıldanmaları kendini sürekli tekrar etmeye dönüşüyordu “Ne söylediğini anlayamıyorum, biraz daha yüksek sesle söyler misin?” Yüzünü bana doğru çevirdi. Tüm yüz kasları kendini bırakmıştı. Sol elinin baş parmağını alnına getirerek gülümsedi. “Buradan asla tahliye olamayacaksın.” Gerginliğimi sezmişti. “Sayfa yüz otuz bir. Ölmek isteyip de ölemediğim her anın, her sıkıntının, kalıp katlanmak zorunda olduğum her acının intikamını tek seferde alacak gibiyim.” Sessizliğimi bozarak “yarın görüşürüz Adem.” diyerek odadan çıktım. Kapıda beni bekleyen hemşire Selin’e doğru dönerek “Tüm bilgilerini istiyorum.” deyip hızlı adımlarla odama yöneldim.
Odama geldiğimde önümde duran kitaba bakarken, gözlerimi kapatıp derin nefes aldım. Ve sayfa yüz otuz biri açmak için elimi kaldırdığımda dediklerini tekrar ediyordum. “Ölmek isteyip de ölemediğim her anın, her sıkıntının, kalıp katlanmak zorunda olduğum her acının intikamını tek seferde alacak gibiyim.” alıntıya bakakalmıştım. Bu kitabı okuduğumu nereden bilebilirdi? İsmimi nereden bilebilirdi? Kafamın içindeki sesler susmuyordu. Derin bir nefes alarak önümdeki kağıtlara döndüm.
Arabama bindim, aklımda sadece bugün ki olay vardı. Müzik açıp sesleri susturmaya karar verdiğimde çoktan eve varmıştım.