Ortaokul bittiğinde, Alsa uzun zaman sonra babasıyla yeniden iletişim kurmaya çalıştı.
Bu, hayatındaki birçok tercihi etkileyen bir dönüm noktasıydı.
Sırf babasının gözünde “iyi bir evlat” gibi görünmek için onun istediği bölümü seçti.
Sanki yaşadığı tüm sorunların sebebi kendisiydi; sanki anneyle babanın anlaşamamasının yükü, dünyaya gelmiş olmanın suçuymuş gibi…
Oysa sadece çocuktu. Ama çocuk yaşta aldığı sorumluluklar, onu olması gerekenden çok daha erken büyütmüştü.
Kendine kızıyor, suçu hep kendi içinde arıyordu.
Belki de bu, asıl suçluları affedebilmek için geliştirdiği bir savunma biçimiydi.
Babası öyle istedi diye, anneannesinin evine yakın olduğu için Christian School adlı, dini eğitimin yoğun verildiği bir okula kayıt yaptırdı.
Ama bu tercih, aslında Alsa’nın eğitim hayatını bitirecek bir adım olmuştu.
Çünkü o, tamamen farklı bir ruha sahipti.
Alsa’nın zekâsı sanatsaldı: resim çizerdi, müzikle ilgilenirdi ve en önemlisi, yemek yapmayı severdi.
Okuduğu yıllarda, bir restoranda bulaşıkçı olarak çalışıyordu.
Küçücük boyuyla, kendi bedeninden büyük çizmelerini giyip tatil günlerini annesine destek olmak için harcıyordu.
Harçlık değil, gurur kazanıyordu adeta.
Bu, onun en güçlü yanlarından biriydi: çabalamak.
Erken yaşta çalışmak, insanları tanımayı da erken öğretmişti ona.
Kimin ne niyetle yaklaştığını artık anlayabiliyordu.
Ama erken olgunlaşmanın bedeli ağırdı; her kazancın bir kaybı oluyordu.
Ailesinden bazıları —dayıları, kuzenleri ve yakın çevresi— onu “kötü örnek” olarak görmeye başlamıştı.
Oysa o sadece, yaşadığı koşulların içinden hayatta kalmaya çalışıyordu.
Alkolle ve sigarayla erken yaşta tanıştı.
Aslında, süt içmesi gereken çağda sigara dumanı eşliğinde hayaller kurmak zorunda kalmıştı.
Ama hiçbir zaman onun suçu değildi bu.
Sadece, yaşından önce büyüyen bir çocuğun çaresiz savunmasıydı.
İlk kez, Alsa için gerçek bir dönüm noktası doğmuştu.
Kasabanın biraz ilerisinde, bir görsel sanatlar lisesi yetenek sınavı açılmıştı.
O yıllarda bu tür okullar sadece büyük şehirlerde bulunurdu.
Ne maddi durumu ne de psikolojik gücü buna uygundu aslında… Ama bu defa, hayat ona ilk şansını sunuyordu.
Ve o, ilk defa kendi özgür iradesiyle karar verdi.
Koşarak eve gitti.
Annesine haberi nefes nefese anlattı; gözleri umutla parlıyordu.
Annesi, o heyecana nasıl karşı koyabilirdi ki?
Hiç düşünmeden, hemen gidip sınav kaydını yaptırdılar.
Bir hafta sonra sınav günüydü — Alsa’nın cesareti için atacağı ilk gerçek adım da o gün olacaktı.
Ama kader her zaman kolay yol çizmez.
Yetenek sınavının olduğu gün, mevcut okulunun alan sınavı da vardı.
Ya sanat okulunu kazanacak, ya da eğitim hayatını tozlu bir rafa kaldıracaktı.
İçinde bir korku vardı, ama bu kez güveni daha ağır basıyordu.
Kendine inanmıştı.
Zaman geçti, beklenen gün geldi.
Sabahın erken saatlerinde, annesiyle birlikte kasabanın durağında bekliyorlardı.
Otobüs, sanki dakikaları bilerek uzatıyormuş gibi gecikiyordu.
Alsa’nın kalbi hızlı atıyor, içinde tuttuğu heyecan kelimelere sığmıyordu.
O bekleyiş, bir çocuğun kaderiyle ilk kez yüzleştiği sessiz bir andı.
Sonunda otobüs geldi.
Yavaşça koltuğa oturdu, pencereden dışarı baktı.
Annesi yanında, sanki sınava kendisi girecekmiş gibi heyecanlıydı.
Ve uzaklarda, bu kararı hiç desteklemeyen bir baba…
O gün Alsa, ilk kez kendi sınavını kazandı — sadece okulun değil, hayatının sınavını.