novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Delilik Dağarında 11

  • Grim Tales
  • 3 Şubat 2024 08:28:51
  • 0 yorum
  • 0

Yine, öyküye devam etmekte zorlandığım bir noktaya geldim. Bu aşamaya kadar çoktan katılaşmış olmam gerekirdi, ama bazı deneyler insanı iyileşmeyecek şekilde yaralar ve belleğinin bütün dehşeti yeniden yaşamasına yol açacak tarzda duyarlılığını artırır. İleride bir yerlerde, dediğim gibi bazı engeller gördük ve aynı anda, bizden önce oradan geçmiş olan “ötekiler”in adsız yoğun kokusuyla karışık o acayip pis koku burnumuzun direğini sızlattı. İkinci fenerin ışığı, bu engellerin ne olduğu konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmadı; zavallı Lake’in kampındaki yıldız biçimli acayip höyük mezarlardan çıkarılan diğer altı numune kadar zararsız olduklarını ta uzaktan görebildiğimiz için yanlarına yaklaşma cesaretini gösterebildik.

Topraktan çıkardığımız numunelerin çoğu gibi bunlar da bütün olmaktan uzaktılar-etraflarında göllenmiş kıvamlı, koyu yeşil sıvı çok kısa bir süre önce parçalanmış olduklarını apaçık ortaya koyuyordu. Lake’in bültenleri bizden önce buradan geçenlerin en azından sekizlik bir grup olduğunu akla getirirken, burada sadece dördü görülüyordu. Onları bu durumda bulmak hiç beklemediğimiz bir şeydi; burada karanlıkta nasıl korkunç bir kavganın cereyan ettiğini merak ettik.

Toplu halde hücuma uğrayan penguenler vahşi gaga darbeleriyle karşılık verir; kulaklarımıza ulaşan seslerden uzaklarda bir penguen yuvası bulunduğunu kesinlikle anladık. “Ötekiler” böyle bir yeri rahatsız ederek ölümüne bir takibe mi yol açmışlardı? Pek öyle gözükmüyordu, çünkü penguenlerin gagası, yaklaştıkça daha iyi fark etmeye başladığımız böylesine bir tahribatı Lake’in parçalara ayırdığı sağlam dokularda yapmış olamazdı. Kaldı ki, gördüğümüz kocaman kör kuşlar son derece barışçı görünüyorlardı.

Peki öyleyse bunlar kendi aralarında kavga etmiş ve ortalarda gözükmeyen diğer dördü bu ölümlerden sorumlu olabilir miydi? Eğer öyleyse, onlar şimdi neredeydiler? Yakınlarımızda bir yerlerde miydiler ve bizim için yakın bir tehlike oluşturuyorlar mıydı? Ulaşmaya, doğrusunu söylemek gerekirse, pek de can atmadığımız hedefe doğru yavaş yavaş ilerlerken zemini pürüzsüz yan geçitlerden bazılarına korka korka göz gezdiriyorduk. Her nasıl bir çatışma çıkmışsa, penguenleri korkutan ve alışık olmadıkları bölgelerde dolaşmaya zorlayan neden bu olmalıydı. Kuşların buralarda yaşadığına ilişkin hiçbir iz olmadığına göre, çatışma, demek ki, sesleri hafiften duyulan dipsiz uçurumdaki penguen yuvasının yakınlarında çıkmış olmalıydı. Belki de, diye düşündük, korkunç bir kaçmaca kovalamaca yaşanmış, zayıf grup, saklanmış kızaklara ulaşmaya çalışırken kovalayanlar onların işini bitirmişti. Karanlık uçurumun kıyısında yaratıklar müthiş bir kavgaya tutuşmuşken korkudan çılgına dönmüş penguenlerin kocaman beyaz bir bulut halinde nasıl ciyak ciyak haykırarak sağa sola koşuşturmuş olduğunu insan gözünün önünde canlandırabilir.

Söylediğim gibi, yolumuzun üstünde yatmakta olan parçalanmış şeylere hiç istemeden yavaş yavaş yaklaştık. Ama keşke yaklaşmasaydık, keşke gördüklerimizi görmeden önce, bir daha rahat soluk almamıza izin vermeyecek bir şey ruhumuzu yakıp kavurmadan önce gerisingeri dönüp zemini yağlanmış gibi parıl parıl parlayan, duvarlarına daha önceki resimleri taklit eden, onları alaya alan yoz resimler oyulmuş iğrenç tünel boyunca var gücümüzle kaçsaydık.

Her iki fenerimizin ışığını birden yüzükoyun yere kapanmış şeyin üzerine tuttuk; böylece çok geçmeden neden eksik göründüklerini anladık. Ezilmiş, çiğnenmiş, burulmuş ve parçalanmışlardı, ama asıl önemlisi yaratıklarda baş namına bir şey kalmamıştı. Hepsinin de denizyıldızı biçimi, dokunaçlı başları koparılmıştı; yaklaştıkça başlarının kesilmekten çok yırtılarak ya da emilerek koparılmış olduğunu gördük. Damarlarında kan yerine dolaşan iğrenç, koyu yeşil sıvı, etraflarında kocaman bir gölcük oluşturmuştu, ama bu sıvının iğrenç kokusunu yol boyunca duyduğumuz kokulardan daha keskin yeni ve tuhaf bir koku bastırıyordu. Ancak, yüzükoyun kapaklanmış şeylere iyice yaklaşınca ne idiğü belirsiz bu ikinci kokunun kaynağını keşfedebildik – ve bu keşfi yapar yapmaz, Eskiler’in tarihinde yüz elli milyon önce Permiyen Çağda çok canlı bir şekilde resmedilmiş bir şeyi anımsayan Danforth, duvarlarında ikinci defa kazılmış yoz oymalar bulunan kemerli, arkaik koridorda çın çın öten sinir bozucu bir çığlık atıverdi.

Ben de çığlık çığlığa ona katılmakta gecikmedim; çünkü o oymaları ben de görmüş ve yere serilmiş, parçalanmış Eskiler’in -shoggothlara yeniden boyun eğdirmek amacıyla girişilen büyük savaş sırasında shoggothlar genellikle öldürdükleri hasım -larının başlarını emerek koparıyorlardı- üzerlerini kaplayan iğrenç balçığı ortaya atan sanatçıyı ürpertiler içinde takdir etmiştim. Bunlar, çoktan tarih olmuş, eski şeyleri anlatırlarken bile karabasanı andıran iğrenç oymalardı; çünkü shoggothların da eserlerinin de insanlarca görülmemeleri ve hiçbir varlık tarafından resmedilmemeleri gerekirdi.Necronomicon’un deli yazarı, shoggothların bu gezegende dünya gelmemiş, uyuşturucu etkisiyle tasarlanmış varlıklar olduğunu yemin billah ileri sürmüştü. Bütün biçimleri, bütün organları, bütün işlemleri taklit edebilen ve yansıtabilen biçimsiz protoplazma -fıkır fıkır kaynayan kıvamlı hücreler yığını- dört buçuk metre çaplı, son derece esnek ve sünek, lastiği andıran küreler-telkinle yönetilen köleler, kent inşaatçıları -git gide daha huysuz, daha zeki, daha amfibyen ve daha taklitçi – Aman Tanrım! Nasıl bir delilik, bu allahın belası Eskiler’i böyle şeyleri yaratmaya ve kullanmaya itmişti?

Ve şimdi Danforth’la ben bu başsız gövdelere sıkı sıkıya yapışmış, sadece hastalıklı bir düş gücünün tasarlayabileceği kadar iğrenç, bilinmeyen bir koku yayan, parıl parıl parlayan, yanardöner kara balçığı – bu gövdelere yapışmış ve bir dizi lanet nokta kümesinin ikinci kez oyulmuş olduğu duvarın pürüzsüz bir bölümünde parıldayan kara balçığı- gördüğümüzde kozmik korkunun niteliğini tüm derinliğiyle kavradık. Bu korku ortalarda gözükmeyen diğer dördünden duyulan korku değildi -çünkü, her ne kadar fazlasıyla kuşkulanmış olsak da, onlar artık zarar veremezlerdi. Zavallı şeytanlar! Aslında hiç de kötü şeyler değillerdi. Onlar, bir başka çağın insanları ve varoluşun bir başka basamağı idiler. Doğa onlara -insan çılgınlığının, duygusuzluğunun ya da acımasızlığının ölü ya da uyumakta olan kutuplardan bundan sonra kazıp çıkaracağı diğer varlıklara da yapacağı gibi- kötü bir şaka yapmıştı. Onlar vahşi bile değillerdi – ne yapmışlardı ki, aslında? Bilinmeyen bir çağda, müthiş bir soğukta uyanmışlardı -belki, çılgınca havlayan dört ayaklı tüylü hayvanların saldırısıyla karşılaşmışlar ve hem onlara karşı hem de tuhaf şeylere sarınmış, tuhaf alet ve edevatları olan ve onlar kadar çılgın, maymuna benzer beyaz canlılara karşı umutsuzca kendilerini savunmuşlardı… zavallı Lake, zavallı Gedney… ve zavallı Eskiler! Hepsi de bilim adamıydılar – onların yerinde olsaydık bizim de yapmayacağımız ne yapmışlardı ki? Tanrım, nasıl bir zekâ, nasıl bir cesaretti bu! Tıpkı oymalarda resmedilmiş akraba ve atalarının inanılmazlığı daha az olan şeylerle yüz yüze gelmesi gibi, inanılmazla nasıl bir yüz yüze gelişti bu! Işınlı, bitki, canavar, yıldız dölü – her ne olurlarsa olsunlar, onlar insandılar!

Zavallı yaratıklar, bir zamanlar yamaçlarındaki tapınaklarda tapınıp ağaç büyüklüğünde eğreltiotları arasında gezindikleri dağların buzlu doruklarını aşmışlardı. Ölü kentlerinin lanetlenmiş halde yatmakta olduğunu görmüş ve son günlerinin duvarlara kazılmış öyküsünü bizim gibi oymalardan okumuşlardı. Hiç görmedikleri karanlığın derinliklerinde yaşayan soydaşlarına ulaşmaya çalışmışlar -ve neyle karşılaşmışlardı? Bakışlarımızı bu başsız, balçıkla kaplanmış bedenlerden yandaki taze balçık bulanmış iğrenç nokta gruplarına ve yoz oymalara çevirirken tüm bu düşünceler ikimizin birden aklından hızla gelip geçti – bakar bakmaz, Danforth’un isterik çığlığına bir yanıt gibi uğursuz, soluk bir pusun şimdi bile kıvrıla kıvrıla çıkmakta olduğu, penguenlerle çevrili derin, karanlık uçurumun dibindeki dev kentte kimlerin galip geldiğini ve hayatta kaldığını anladık.

İğrenç balçığı tanıyıp başsız bedenleri görmüş olmanın neden olduğu şok yüzünden dilimiz tutulmuş, heykel gibi donup kalmıştık, o sırada tam olarak aynı şeyleri düşünmüş olduğumuzu ancak daha sonra konuştuğumuzda öğrendik. Orada sanki çağlar boyu kalakalmış gibiydik, oysa bu süre on ya da on beş saniyeden fazla olamazdı. Bu iğrenç soluk pus sanki bize doğru yaklaşmakta olan uzaktaki bir kütle tarafından hareket ettiriliyormuş gibi kıvrılarak ilerliyordu – sonra, henüz yeni varmış olduğumuz sonuçları altüst eden o ses duyuldu; büyü bozulmuştu, çılgınlar gibi koşarak ciyak ciyak bağıran penguenler arasından geçtik, buza gömülmüş yekpare taştan koridorlar boyunca geldiğimiz yolları izleyerek yuvarlak büyük açıklığa, oradan da arkaikrampa yoluyla yukarıya temiz havaya ve günışığına attık kendimizi.

Bu yeni ses, daha önce ima ettiğim gibi, vardığımız sonuçların çoğunu altüst etti; çünkü bu ses, zavallı Lake’in otopsisi yüzünden, ölü olduğuna hükmettiğimiz şeylere atfettiğimiz sesti. Bu ses, Danforth’un daha sonra bana anlattığına göre, buz seviyesinin üzerinde dar sokağın köşesinde belli belirsiz duyduğu sesin ta kendisiydi ve dağ yüzeyindeki mağaralar çivarında her ikimizin de duyduğu ıslık çalan rüzgâr sesine şaşılacak derecede benziyordu. Danforth’un izlenimlerinin benimkilerle hayret uyandıracak ölçüde çakışması konusunda, çocukça görünmek tehlikesini göze alarak bir şey daha söyleyeceğim. Bu yorumu yapmamıza yol açan Danforth’un, bundan yüzyıl kadar önce Poe’nun,Arthur Gordon Pym’iyazarken ulaşabildiği gerçekliği su götürmez, yasak kaynaklarla ilgili tuhaf düşünceler ileri sürmüş olmasına karşın, elbette ki aynı şeyleri okumuş olmamızdı. Anımsanacağı gibi, bu inanılmaz öyküde, kötülüklerle dolu bu bölgenin merkezinden uçup gelen kar beyazlığında dev kuşların çığlık çığlığa haykırdığı, anlamı bilinmeyen, Antaktika’yla ilgili müthiş ve çok önemli bir sözcük vardır:“Tekeli-li! Tekeli-li!”[95]Üzerimize doğru gelen sisin ardından kulaklarımıza ulaştığını düşündüğümüz sesin tam da bu ses -geniş bir perde aralığındaki o sinsi müzikal ıslık sesi- olduğunu kabul edebilirim.

Attığımız çığlıklarla uyanan, kıyımdan sağ kurtulmuş Eskiler’den herhangi bir takipçinin gerçekten isterse bizi hemen yakalayacak kadar hızlı olduğunu bilmemize karşın, daha ilk üç nota ya da heceyi duyduğumuzda, var gücümüzle kaçmaya başlamıştık. Böyle bir yaratığın saldırgan olmayan tavırları ve bizim gibi akıl yürütüyor olması nedeniyle bizi yakalaması durumunda, sırf bilimsel bir merakla canımızı bağışlayabileceği yolunda belli belirsiz bir umut taşımıyor da değildik. Hem sonra, böyle bir yaratık kendi hayatı için endişelenmiyorsa bize zarar vermeyi neden istesindi ki? Böyle bir zamanda saklanmanın anlamı yoktu, kaçarken fenerimizi sürekli ardımıza çeviriyor ve sisin seyrelmekte olduğunu görüyorduk. En sonunda “ötekiler”den birini canlı ve sapasağlam görecek miydik? Ve yine o sinsi müzikal ıslık sesi duyuldu:“Tekeli-li! Tekeli-li!’’

Sonra yaratıkla arayı açmakta olduğumuzu görerek, yaratığın yaralı olabileceğini düşündük. Ama, yaratık bir başka varlıktan kaçtığı için değil de belli ki Danforth’un çığlığını duyarak üzerimize geldiğine göre, işi şansa bırakamazdık. Bu iki olay arasındaki zaman aralığı hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kısaydı. Zor kavranabilen ve sözünün edilmesi caiz olmayan karabasanın -soyu, dipsiz uçurumu fetheden ve tepelerin içini oyarak orada kıvranıp dursun diye karaya öncüler gönderen o pis kokulu, o henüz hiç görmediğimiz, balçık kusan protoplazmanın- bulunduğu yer konusunda hiçbir tahmin yürütemiyorduk ve büyük bir olasılıkla sakatlanmış -belki de sağ kalan son yaratık- olan Eskiyi tekrar yakalanma tehlikesiyle ve bilinmeyen bir yazgıyla baş başa bırakmaktan dolayı büyük bir üzüntü duyuyorduk.

Allahtan yavaşlamamıştık. Ardımızda kalan yolunu şaşırmış penguenler, yanlarından geçişimiz sırasında gösterdikleri kayıtsızlığa bakılırsa oldukça şaşırtıcı sayılması gereken korku belirtileriyle, çığlık çığlığa bağrışırlarken kıvrım kıvrım bükülerek hareket eden sis koyulaşmış ve ilerleme hızı artmıştı. Bir kez daha o uğursuz ve geniş perdeli ıslık sesi duyuldu:“Tekeli-li! Tekeli-li!”Yanılmıştık. O şey yaralı değildi, sadece arkadaşlarının ölü bedenlerini ve üzerlerindeki korkunç balçık yazısını görünce duralamıştı. Bu şeytani mesajın ne olduğunu hiç öğrenemedik, ama Lake’in kampındaki mezarlar, bu yaratıkların ölülerine ne kadar değer verdiklerini ortaya koymuştu. Pervasızca kullandığımız el fenerlerimiz, şimdi, birçok yolun birleştiği geniş mağarayı aydınlatıyordu ve o iğrenç mi iğrenç -görülmedikleri zaman bile hissedilen- oymaları ardımızda bırakmış olmaktan memnunduk.

Büyük mağaranın görünmesinin aklımıza getirdiği bir başka düşünce de, şaşılacak kadar çok galerinin odak noktası olan bu yerde bizi takip eden yaratığı şaşırtarak izimizi kaybettirebilme olasılığıydı. Açıklıkta beş on kör, albino penguen vardı ve yaklaşmakta olan varlıktan tarifsiz ölçüde korktukları apaçık görülüyordu. Eğer bu noktadan itibaren fenerlerimizi iyice kısacak ve sadece önümüze tutacak olursak, bu kocaman kuşların ciyak ciyak bağırışarak siste sağa sola koşuşturmaları, ayak seslerimizi örterek ardımızdan gelen yaratığı yanlış yola sevkedebilirdi. Spiraller çizerek çalkalanan siste, bu noktadan itibaren, zemini çerçöple dolu olan ve parıldamayan ana tüneli, zemini fena halde parıldayan diğer tünellerden, tahmin edebildiğimiz kadarıyla acil durumlarda ışıksız da mükemmelen yollarını bulabilen Eskiler bile ayırt edemezdi. Aslında, biz de aceleyle yanlış yola sapmaktan endişe duyuyorduk. Dosdoğru ölü kente ulaşmak istiyorduk, çünkü, bu petek gibi delik deşik tepelerin içerisinde yolumuzu kaybetmenin doğuracağı sonuçları düşünmek bile istemiyorduk.

Hayatta kalmış ve salimen dışarı çıkmış olmamız, şans eseri biz doğru galeriye girerken, peşimizdeki şeyin yanlış galeriye sapmış olduğunun yeterli kanıtı. Bizi sadece penguenler kurtarmış olamazdı, bu işte sisin de epeyce katkısı olmalıydı. Dönenip duran, sürekli değişen ve zaman zaman kalkacak gibi görünen sis, yaver giden talihimiz sayesinde tam da gereken zamanda yeterince koyulaşmıştı. Aslında, duvarlarına iğrenç resimler oyulmuş galeriden mağaraya çıkacağımız sırada sis bir an için kalkmış ve izimizi kaybettirmek amacıyla el fenerlerimizi söndürerek penguenlerin arasına dalarken geriye doğru umutsuz, korku dolu son bir bakış attığımızda ardımızdaki yaratığı hayal meyal görmüştük. Eğer bir sis perdesinin bizi saklamış olması bir şans ise, ardımızdaki yaratığı bir an için de olsa görebilmiş olmamız bunun tam zıddı olmalıydı; çünkü, o zamandan beri bu hayal meyal görüntünün dehşetinden yakamızı bir türlü kurtaramıyoruz.

Geriye doğru bakmamızın gerçek nedeni belki, takip edilenin ardındaki şeyin nasıl bir şey olduğunu ve ne kadar uzakta olduğunu anlama iç güdüsüydü, belki de duyularımızdan birinin bir bilinçaltı sorusuna kendiliğinden verilmiş bir yanıttı. Bütün dikkatimizi kurtulmaya vermiş kaçarken ayrıntılarla uğraşacak durumda değildik, yine de beyin hücrelerimiz, burun deliği yoluyla kendisine ulaşan mesaja şaşırmış olmalıydı. Sonra bunun ne olduğunu anladık: Başsız nesnelerin üzerini örten pis kokulu balçıktan uzaklaşıyor olmamız ve peşimize düşen yaratığın tesadüf en yaklaşmış olması, mantığın gerektirdiği koku değişimine yol açmamıştı. Başşız bedenlerin yakınındaki o yeni ve ne olduğu anlaşılmayan koku çok belirgindi, ama şimdiye kadar yerini çoktan “ötekiler”in adsız kokusuna bırakmalıydı. Böyle olmamıştı – tam tersine, yeni ve daha az dayanılabilir koku seyrelmek bir yana, her an daha da artıyordu.

Kuşkusuz birimizin başını geri çevirmeye başlaması üzerine diğerimiz de aynı hareketi yaparak, ikimiz birden geri baktık. Bunu yaparken, ya görebileceğimiz her şeyi görebilmek çabasıyla ya da izimizi kaybettirmek amacıyla fenerlerimizin ışığını söndürerek penguenlerin arasına ve ilerdeki labirentin merkezine dalmadan önce peşimizdeki yaratığın gözlerini kamaştırmak için ikimiz birden el fenerlerimizi bir anlığına seyrelmiş sisin içine tuttuk. Yapmaz olaydık! Ne Orpheus’un[96]kendisi ne de Hz. Lut’un karısı[97], geriye dönüp bakmayı bu kadar pahalı ödemişlerdir. Ve sonra yeniden o şok edici, geniş perdeli ıslık sesi duyuldu:“Tekeli-li! Tekeli-li!”

O sırada birbirimize bile anlatamayacağımızı hissediyor olmakla birlikte, gördüğümüz şeyi -her ne kadar açıkça ifade etmeye dayanamıyor olsam da- hiç yalana dolana sapmadan anlatacağım. Okuyucuya ulaşan sözcükler, gördüğümüz şeyin dehşetini ifade etmekten son derece acizdir. Gördüğümüz şey, bilincimizi öylesine dumura uğratmıştı ki, nasıl olup da düşündüğümüz gibi fenerlerimizi ışığını kısarak ölü kente çıkan doğru tünele girmiş olduğumuza şaşıyorum. Daha yüksek bir bedel ödediğimize göre, buna kurtulmak denebilirse, bunu akıldan çok içgüdüye borçlu olmalıydık. Bizde akıl diye bir şey kalmamıştı. Danforth’un sinirleri çok bozuktu ve bundan sonrasıyla ilgili olarak bütün hatırladığım, benden başka hiç kimsenin olayla bağıntısını kuramayacağı birtakım isterik lafları tekdüze bir sesle şakıyıp durduğuydu. Sesi, Penguen ciyaklamaları arasında, önümüzdeki kemerli yollarda ve ardımızdaki -Tanrıya şükür ki- şimdi boş olan kemerli yollarda yüksek perdeden yankılanıyordu. Danforth, şarkı söylemeye hemen başlamış olamazdı – yoksa ne hayatta kalabilir, ne de körlemesine koşuyor olurduk. Danforth’un verdiği tepkideki en ufak bir farklılığın nelere yol açabileceğini düşündükçe sırtım ürperiyor.

“South Station Under – Washington Under – Park Street Under – Kendall – Central – Harward-” Zavallıcık, binlerce mil uzaklıktaki New England’da memleketimizin huzur dolu topraklarında kazılmış Boston-Cambridge tünelinin istasyonlarını sayıyordu, ama bu davranışı ne yersiz ne de kişisel buldum. Sadece bundan dehşete düştüm, çünkü hangi iğrenç, ağza alınmaz şeyi kastettiğini kesinlikle biliyordum. Geriye doğru dönüp baktığımızda, sis yeterince incelmişse inanılmaz bir şekilde hareket eden korkunç bir varlık görmeyi umuyorduk ve kafamızda bu varlıkla ilgili bir düşünce oluşturmuştuk. Ama gördüğümüz şey- sis felaket incelmişti- büsbütün farklı, beklentimizle kıyaslanamayacak kadar korkunç ve iğrençti. Fantastik bir romancının ‘olmaması gereken şey’ diye tanımlayacağı bir şeyin ete kemiğe bürünmüş şekliydi; bir pistonun bir silindiri doldurduğu gibi koca tüneli doldurarak, istasyona son hızla yaklaşan, çok uzakta heyula gibi beliren kapkara önünde rengârenk tuhaf ışıklar parıldayan bir metro trenine benzetilebilirdi ancak.

Ama biz istasyonda değildik. O karabasanı andıran, pis kokulu, yanardöner, her şekle girebilen kapkara sütun, dipsiz uçurumdan çıkan soluk buharlan karman çorman önüne katarak sıkı sıkıya doldurduğu dört buçuk metrelik tünelde kayar gibi korkunç bir hızla üzerimize doğru gelirken biz tam da yolu üzerindeydik. Herhangi bir metro treninden daha büyük, korkunç bir şeydi, tarif edilir gibi değildi – sivilce gibi batıp çıkan yeşil ışıklı binlerce gözüyle, bütün tüneli doldurup önüne çıkan penguenleri ezerek ve kendi soyundan başkalarının da yaptığı gibi parıl parıl parlayan zemini silip süpürerek, kayar gibi üzerimize gelen, zayıf bir ışıkla parıldayan protoplazmik kabarcıklardan şekilsiz bir yığın. Yine o tekinsiz, o taklit eden çığlık duyuldu:“Tekeli-li! Tekeli-li!” Vesonunda -Eskiler tarafından hayat, düşünce ve her kalıba girebilen organlar verilen ve nokta gruplarıyla ifade edilen dil dışında bir dilleri olmayan- o şeytani shoggothların dasesini taklit ettikleri, çoktan yok olmuş efendilerinin sesi dışında bir sesleri olmadığınıanımsadık.

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm