Benim atalarım yörükmüş ve oldukça geniş bir alanda hayvanları ile konar-göçer, hareket halinde bir hayatları varmış. Taa Horasan’dan beri sürdürdükleri bir yaşam tarzıymış bu. Bu yaşam tarzında her ailenin yerleştiği bir ova, bir de yayla mekânı olurmuş. Öyle çok eskilerden bahsettiğimi de düşünmeyin ha! Osmanlı döneminde hatta cumhuriyetin erken yıllarında böyle yaşıyorlarmış. Geçim kaynakları hayvancılık olduğu için işleri de çobanlıkmış haliyle.
Nüfus artıp, hareket alanları kısıtlanınca da yerleşmişler. Benim dedelerim de ovaya değil de yaylaya yerleşmişler zamanında. Birbirinden ulu zirveleriyle Esal Dağlarının heybetine kapılmışlar her hal. Horasan Erenlerinin kuş olup uçtuğu, kurt olup gezindiği rivayet edilir bizim oralarda, eskilerden beri. Belki de ondandır. Efsanelere inanmışlar, rahat edecekleri ovaların engin düzlüklerini bırakıp, dağların zorlu yamaçlarına ve saklı vadilerine yerleşmişler…
Haliyle bende köyde doğmuş ve büyümüş bir insanım. Bundan dolayı da hep kendimi şanslı hissettim. Benim doğduğum köy yüksek rakımlı bir yayla köyüydü ve nüfusun seyrek olduğu, geniş ormanlar ve çağlayan derelerle dolu dağ zirvelerinin arasında medeniyetten uzak bir yerdi. Bağlı olduğumuz en yakın ilçeye gitmek için 40-50 dakikalık bir araç yolculuğu yapmamız gerekirdi. Elektriğe ve kablolu ev telefonuna, yurdumuzda en geç ulaşan yerlerden biridir herhalde. Günümüze geldiğimizde ise daha son birkaç yılda telefonlar çekmeye başladı.
Bu yüzden doğa ile iç içe bir çocukluğum oldu. Bahar geldiğinde yemyeşil ormanlarda koşturup, hayvanlarla arkadaşlık kurup, toprakta oynardık. İneklerimiz, koyunlarımız, tavuklarımız hatta sevilmekten hiç hoşlanmayan, sinirli bir kedim ve üzerine bindiğimde beni gezdiren fedakâr bir köpeğim bile vardı.
Özellikle henüz okula başlamadığım zamanlarda babamla sabah erkenden kalkıp koyun gütmeyi çok severdim. Koyunu çok olan çobanlar, sürekli koyunlarıyla dağlarda gezerler, koyunlar durdu mu onlarda ‘Kepenek’ dediğimiz kalın kıyafetlerine sarılıp, ayak üstü uyurlardı.
Bizim öyle çok koyunumuz olmadığından sabah erkenden, alacakaranlıkta, koyunları köyden fazla uzaklaşmadan dolaştırıp, sabah en geç 10 civarı geri getirirdik. Aynısı akşam da tekrar ederdi.
Neyse günlerden bir gün, serin bir mart sabahıydı. Bahar yeni yeni geliyor, ormanlar yavaş yavaş uyanıyordu. Ben 5 yaşlarımdaydım ve tabi enerji doluydum. Erkenden kalkıp, düştüm babamın peşine.
Koyunlar önde, babam arkalarında, ben de babamın arkasında kendi hayal dünyama dalmış vaziyette gidiyoruz. Benim arkam da köpeğim Sarı var.
Ne zaman olduysa kendimi oyuna çok kaptırmışım ve babamdan uzaklaşmışım ama çok değil daha koyunların çan seslerini duyabiliyorum. Sarı da ortalıkta gözükmüyor, kesin bir koku almış yine peşine düşmüştür diye düşünüyorum.
O sırada ben koyunların çan sesine kulak verip, hangi yöne gideceğime karar verirken bir anda olduğum yerde dondum.
Tüylerim diken diken oldu.
Hareket etmeyi bırakın, bir ara nefes almayı bile unutmuştum. Ormanda yalnız kalan 5 yaşında bir çocuğum, siz düşünün. Küçüklükten beri alışkanlık olduğu için ormanın kendisinden pek korkmasam da o anda gördüğüm şey karşısında dehşete düşmüştüm!
Şimdi bile hatırladığımda ürperirim. O zaman çocuk aklımdan geçenleri siz düşünün. Bağırıp babamı çağıracağım ama sesim çıkmıyor.
Karşımda, ağaçların arasından bana bakan kapkara bir şey vardı. Daha önce hiç görmediğim kocaman bir şeydi. Nefes alıp verirken hırlıyor, burnundan çıkan duman, kan çanağına dönmüş kapkara gözlerini örtüyordu.
Ve yine o kan çanağı, puslu gözleri ile öldürme niyetiyle bana bakıyordu.
Bende ona, az sonra öleceğini düşünen korkmuş ve umutsuz gözlerle bakıyordum.
Aramızda 50 metre ya var ya yok. Benim o yaşlarda en çok korktuğum şey kurtlardı. Köyde ‘canavar’ diye anlatırlardı hep, zaman zaman çobanlara saldırıyorlarmış diye biliyordum o zamanlar. Ama bu şey, kurttan ya da çobanların kurtlar için beslediği kangal köpeklerinden bile en az 2 kat daha büyüktü. Hiç böyle bir canavar görmemiştim!
Canavar bana doğru yürümeye başladı, ağzından çıkmış iki tane mızrak gibi dişi vardı ve daha yeni can almış gibi uçlarından kan damlıyordu.
Bana doğru gelirken hızlanmaya başladı ve ben de yüzüm kireç gibiyken orada hiç kıpırdaman kalakaldım.
Sanki bir şeyler ruhumu ele geçirmiş, sıkıyormuş gibiydi ve bedenim düşüncelerime cevap vermiyordu.
Anlatırken ya da ben yaşarken uzun bir olaymış gibi gelse de aslında canavarı görmem ve bana saldırması saniyeler sürdü. Boyumun iki katı olan canavar, tüm gücüyle bana çarptı ve çarpmanın etkisiyle savrulmayı beklerken, tıpkı hafif bir bez bebek gibi canavarın ağzında asılı kalmıştım.
Göğsümde şiddetli bir acı hissederken, ayaklarım bir anda yerden kesilmişti ve havada savrulduğumu daha dünmüş gibi hatırlayabiliyorum.
Evet, uzun dişlerinden biri göğsümden girmiş ve sırtımdan çıkmıştı. Beni kaldırmış ve savuruyordu.
“Ba!…” Dedim ve hissettiğim acıyla inledim. Baba diye bağıramamıştım bile…
Üstüm başım, her yerim kan olmuştu. Her şeyin bittiğini düşündüğümde tam gözlerimi kapatmıştım ki, sağ omzumda, soğuyan bedenimi ısıtan sıcak bir el hissettim.
Babamın son anda gelip beni kurtardığını düşündüm tabi ama dönüp baktığımda nur yüzlü, ak sakallı yaşlı bir adamın bana gülümsediğini gördüm.
“Ne oldu çocuk, niye korktun bu kadar? ” dedi bana. Sesi eski hissettirmişti ama nazik gelmişti kulağıma.
Anın heyecanı ile babam olmasa bile beni kurtarmaya gelen biri olduğu için hemen, “Dede beni kurtar!” diye bağırmıştım.
“O sana bağlı evladım.” dedi ilk başta. Sonra korkmuş yüreğime adeta soğuk su serpen, sakin sesiyle devam etti:
“Hem neyden kurtulmaya çalışıyorsun ki evladım?” diye sordu. Ben önüme bakıp “Can…” diyecektim ki, o da ne?
Ne canavar kalmış ortalıkta ne de bir yerimde ağrı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Puff! Diye kaybolmuştu sanki koca mahluk.
“Dede burada canavar vardı, görmedin mi?” diye sordum haliyle yaşlı adama.
“Yoo” dedi, “Benim tek gördüğüm, kendi hayalinden korkmuş bir çocuk.”
Nasıl olabilirdi? Biraz önce kocaman bir canavar bana çarpmış, göğsüm delinmişti. Hissettiğim acı, ölmek üzereymişim gibi gelen baygınlık, hepsi çok gerçekçiydi.
“Ne hayalden korkması dede, senin gözler gitmiş, burada kocaman canavar vardı nasıl görmezsin!” diye çıkıştım tabi hemen. Öyle dedi diye unutamazdım hemen, ölümle ilk karşılaşmamı…
Söylenirken, yaşlı adama şöyle bir göz attım. Bizim Kurdini mahallemizden, hatta Erenköy’den bile değildi. Beyaz kıyafetler giymişti ve başında beyaz bir sarığı vardı. Göğsüne inen kar beyazı sakalları ile baya yaşlı dursa da eli yüzü parlak, dinç duruyordu. Yüksek sesle çıkışsam bile sıcak bir gülümsemeyi benden esirgemiyordu. Elinde bir değnek ve belinde bir heybe vardı.
O zamanki çocuk halimle bilemesem de tam da eski dervişlere benzediğini söyleyebilirim.
Elindeki değnek ile geçerken popoma bir tane patlatıp, “Ne bağırıp duruyon velet!” dedi ve sonra bir ağacın altına oturup, soluklanmaya başlamıştı. Sonra bana gülümseyerek, “Çok korktuysan bana bağırma, bu sabah koyun gütmeye gelme yeter.” dedi.
O zaman arka tarafımda acıyan yerimi ovuşturmakla çok meşgul olduğum için ne dediğine dikkat etmemiştim. Sonra da dedenin heybesinden çıkardığı siyah deri ciltli, kalın ve büyük kitaba gözüm takıldığı için ne dediğini tamamen unutmuştum.
Kitaba bakmak için yaklaşırken bahane olsun diye “Dede sen kimsin?” diye sordum.
“Ben mi? Bir garip, âşık çobandan başka kim olabilirim.” diye cevap verdi. “Ama koyun gütmem…” diye de ekledi. “Sadece yol gösterir, sonra da izlerim, ne yapacaklar diye…”
Hemen şüphelendim, “Eee… koyunların nerde o zaman?” diye sordum ben de.
“Kayboldular…” diyerek cevap verdi. Şaşırmıştım tabi. Koyunlarını kaybetmiş yaşlı bir adam oturmuş, kitap mı okuyordu. Deli miydi ne?
“Kitap okurken mi bulcan dede koyunlarını?” diye sordum tabi hemen.
“Ya ne yapacaktım? Onlar okuyamaz, bari ben okuyayım da dinlesinler. Belki o zaman yola gelirler…” Allah Allah… Bu yaşlı adam benimle dalga geçiyor herhalde dedim içten içe. Kitap dinleyen koyun mu olurmuş?
Sonra da sanki ben duymuyormuşum gibi kendi kendine sayıklamaya başladı ve “Hem yaşlı başlı halimle tek başıma bulamam ki onları…” dedi.
“Ben de koyun güdebiliyorum” dedim hemen ve “Senin koyunlar ne tarafa gitti, beraber arayalım,” dedim. Sonuçta beni o kadar canavardan kurtarmıştı. Biraz tuhaf olsa da fena biri değil; cana yakın, sıcakkanlı biri olduğunu düşünmüştüm.
Daha sonra dedeye yaklaşıp kitaba yakından baktım. Kitabın kalın ama eskimiş siyah bir cildi vardı. Sayfaları ise altın sarısı rengiyle parlaktı, yepyeni ve çok güzel görünüyorlardı. Belki aşırı çalışan hayal gücüm belki de eğitimsiz çocuk gözlerimden olacak ki, sayfaların hafifçe parladığına yemin edebilirim ama kanıtlayamam.
Tabi o zamanlar 5 yaşında olduğumu hatırlarsanız, henüz okuma yazma bilmememi de mazur görürsünüz. Bu yüzden de sayfaları dolduran şekiller, rünler ya da mühürleri kısacası harflerdeki garipliği fark edememiştim. Sayfalar arasında hiç resim yoktu, sadece kenarlara çizilmiş güzel desenler vardı.
Bu şekillere biraz göz attıktan sonra, bakacak resim de olmayınca hemen ilgimi kaybetmiştim.
“Adını söylemedin daha dede? ‘Ak Âşık Dede’ derim bak söylemezsen” diyerek sırıttım.
“Öyle desen de olur” dedi ve gülümseyerek devam etti, “Benim koyunları bulmak zordur; uzun sürer, bulabileceğine emin misin?”
Böyle tatlış bir dedeye nasıl olmaz diyebilirdim ki…
Ak Âşık Dede, kitaptan okuduğu sayfayı hafifçe çekti ve sayfa hemen yerinden çıktı. Sonra da sayfayı elime tutuşturdu ve “Tamam o zaman bu sayfayı al, sana hediye…” dedi.
“Ama daha koyunlarını bulmadık ki?” dedim.
O, “Bu hediye, ödülünü ise koyunları bulunca ayrıca alacaksın.” dedi.
Tabi bende hemen sevindim ve ağzım kulaklarıma varmış bir şekilde, “Ödül ne o zaman dede?” diye sordum.
“Ödülün de elindeki sayfayı okumayı öğrenmek” demişti.
Elimdeki altın sayfaya ve üzerindeki mühürlere dikkatlice bakmaya başladığımda ise bir anda mühürler, sanki dönüyormuş da, beni içine çekiyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Başım şiddetli bir şekilde dönerken, bilincimin derinlere doğru battığını hissetmeye başladım. O zaman anladım, bu sayfayı okumaya hazır olmadığımı. Hileye yer yoktu. Önce koyunları bulmak şarttı.
Sanki bakmaya devam edersem uyuyacak ve bir daha da asla uyanamayacaktım. Bu his çok yoğundu. Ben tam böyle düşünürken, Ak Âşık Dede sopa ile bir kere daha popoma yapıştırdı ve…
…
…bir anda soluk soluğa yatağımda uyandım. Sırılsıklam terlemiş olmak dışında bedenimde ters giden bir şeyler yoktu. Sadece bir dakika gibi gelen gerçekçi rüyayı, sadece bir an için düşündükten sonra her şeyi unuttum ve yatağımdan çıktım.
Saat sabahın beşiydi. Babam da kalkmış koyun gütmeye gitmek için hazırlığını yapıyordu. Kendi kendime kalktığımı görünce şaşırsa da gelip gelmeyeceğimi sordu.
Beş yaşında bir çocuk olarak zaten gerçek, hayal ve rüyalar hepsi aynı trende beraber gidiyordu. Böylece diğer rüyalarımdan farklı olsa da hala fazla etkisinde kalmayıp, söylenenlere dikkat etmeyip, yine düştüm babamın peşine…
Sonra ki olaylar küçük farklılıklar dışında tıpkı rüyamda ki gibi cereyan etti.
Farkı ise babamın, bugün ormanda domuz avı olduğunu söyleyip koyunlarla beni av bölgesinin dışında bırakarak avcılarla konuşmaya gitmesi sonucu kısa bir süre yalnız kalmamdı. Bana koyunlarla burada beklemem gerektiğini, kendisinin hemen duruma bakıp geri geleceğini söylemişti. Ona göre av devam edecekse koyunları başka yere götürecektik.
Çok umursamadım tabi ve hemen koyunların yanında beklerken kendi hayal dünyamda oyun oynamaya başladım.
Babam ayrılalı daha beş dakika olmadan şiddetli bir çatırtı sesiyle irkilmiştim. Durduğum yerin yukarısından büyük bir domuz, tozu dumana katarak, önünde ne varsa almış, tam da bana doğru koşuyordu.
Siyah bir yaban domuzu. Avcılar tarafından karnından vurulmuş, ağzından ve karnından akan kanlarla, kıpkırmızı olmuş gözleri ile canını kurtarmak için tüm gücüyle geliyordu.
Tıpkı rüyamda ki gibi normal gözlerin yakalamakta zorlanacağı bir hızda oldu bitti her şey, domuz bana çarpmıştı. Domuzun bana çarpması ile ikimiz birlikte yerde bir süre yuvarlandıktan sonra birlikte uçurumdan düşmemize metreler kala çarptığım bir kürlükte asılı kalarak kurtulmuşum. Domuz bana çarptığı anda bayıldığım için daha sonra başıma toplanan avcılar ve babamın yüzümü soğuk suyla yıkamasıyla ancak tekrar uyanabilmiştim.
‘Allah korumuş!’ demişlerdi hep, büyük bir kaza atlatmıştım. O zaman burnum bile kanamadığı için işin ciddiyetini, kaza esnasında birden fazla sebeple rahatlıkla ölebileceğimi fark etmemiştim: Domuzun bana çarpmasıyla yaşanacak travma, vahşi domuzun dişleri, yerde yuvarlanma esnasında çarpacağım taşlar ya da domuzla birlikte uçurumdan düşmek gibi…
O olaydan sonra köyde adım “Domuz Çarpan Çocuk”a çıkmıştı hatta. Tıpkı rol yapma oyunlarına başladığınızda alacağınız ilk unvan gibi bir şeydi benim için 🙂
Lakin bu onların gördüğü, köylülerin bahsettiğiydi. Ama benim, olayı deneyimleme şeklim ise bambaşkaydı.
Bana doğru gelen domuzu gördüğüm anda sabah unuttuğum rüya hemen zihnimde tekrar oynama başladı. Tam domuz bana çarpıp tıpkı rüyamda ki gibi ağzındaki dişlerden biri göğsüme batacağı zaman kalp atışlarımın sesi o kadar şiddetliydi ki başka bir şey duyamaz olmuştum. Zaman bir an için gözümde yavaşladı ve yaptığım hafif bir hareket sayesinde, domuzun ağzının iki tarafından çıkan uzun dişlerden kaçınabildim.
Bilinçsiz olarak yaptığım bu milisaniyelik hareketin beni Allah (c.c) izniyle ölümden kurtardığını söyleyebilirim. Bugün, demek ki daha vadem dolmamıştı diye düşünüyorum.
Hepsi bu kadar da değil. Köylüler bayılmış olduğumu ve sonradan kendime geldiğimi söyleseler de işin aslı; gündüz gözüyle bir mucizeyi deneyimlemiş olmamdı.
Domuzun bana çarptığı anda gözlerimi kapatmıştım. Çünkü rüyamda da tam öleceğimi düşündüğümde gözlerimi kapatmış ve yaşlı adamın gelmesiyle kurtulmuştum. Gördüğüm rüyanın etkisi ile aynı şeyi yaptım.
Şiddetli bir darbe hissinden sonra bir anda rahatladım. Beklediğim acı hissi, hiç gelmedi. Gözlerimi açtığımda bedenimin ve domuzun ağır çekimde yerde yuvarlandıklarını gördüm. Ben orda öylece dikilmiş, kendi bedenime bakıyordum ve duruma bir anlam yüklemeye çalışıyordum.
İlk defa farklı bir durumu algılıyordum. Mekân aynı olsa da zaman farklı işliyordu. Ayrıca ortam çok daha yoğundu, sanki ilk defa etrafındaki suyu fark etmiş bir balık gibiydim. Renkler, çok daha parlak ve canlıydı. Güneş ışığının nereden geldiği anlaşılmıyor, sanki her yer aynı oranda aydınlatılıyormuş gibiydi. Tıpkı suya düşen ışığın kırılması gibi, ışığın boşlukta kırıldığını ve etrafımda dans edişine şahit oluyordum…
Ayrıca fark ettiğim belki de ilk detaylardan birisi, yerde yuvarlanmakta olan bedenimin etrafında, kıyafetlerimin üzerinde altın renkli yarı saydam bir örtü olmasıydı. Örtü üzerinde bugün bile okuyamadığım mühürler ve garip yazılar akışkan vaziyette gezmekte ve sanki eskilerin sözünü ettiği, tılsımlı gömlekler gibi beni koruduğunu görüyordum…
İşte bu, Akaşık Dede ile ilk karşılaşmamızın hikayesiydi. En azından bir süre için, öyle sanıyordum…