9. Bölüm:
Yüzleşme
Kitaplıktan çektiği kalın kapaklı ansiklopedi üzerine doğru atılınca bir anda kendini yana fırlattı. Kitabın yerinden oynamasıyla kitaplık hafifçe sarsıldı, ardından titreyerek yerine oturdu.
Yere düşen kitabı dizlerinin üzerine çekti ve dikkatle incelemeye başladı.
Denizin dipsiz sessizliğinde geçen yalnız yıllarda, insanların terk ettiği teknelere girmek onun için bir tür oyun haline gelmişti. Bazen de bu çürümeye yüz tutmuş ölü teknelerin içinde küçük ‘hazineler’ bulabiliyordu.
Bu hazineler harflerle süslenmiş metinler ve pırıl pırıl parlayan resimler içerirdi. İnsan yazılarını nasıl okuyabildiğini kendi de bilmiyordu. Fakat kitapları incelediğinde, bir şekilde harfleri bir araya getirip kelimeleri çözebiliyordu. İnsan dünyasına dair bildiği her şey bu kitaplardan geliyordu.
Yine de kendiyle ilgili çözemediği pek çok gizem vardı. Kitaplarda kendi türüne dair hiçbir şey yazmıyordu. Bu, onun için büyük bir soru işaretiydi.
Cevapların denizde olmadığını, sonsuz mavilikte yıllar boyu sürüklenirken anlamıştı. Belki de cevaplar, hiç ayak basmadığı kara parçasında saklıydı.
Kitabın kapağını sertçe kapattı ve ardından gözlerini etrafta gezdirdi.
Çift ayaklı çoktan ortadan kaybolmuştu; öyle ki, guruldayan karnını doyuracak bir yengeç bile bırakmamıştı geride.
Ayağa kalktı. Yemek bulmak için bir insana ihtiyacı yoktu.
Denizin dipsiz mavi boşluğunda geçen uzun yıllar boyunca nasıl avlanması gerektiğini kendi kendine öğrenmişti ve şimdi kara parçası ona korkutucu değil, sadece keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibi görünüyordu.
Tıpkı yengeç avında yaptığı gibi gözlerini kısıp çevreyi kolaçan etti.
Bu insanlar ne yerdi acaba?
Bununla ilgili birkaç kitap karıştırdığını hatırlıyor gibiydi ve zihninde birden minik havai fişekler patladı: Çift ayaklıların yemek tarifleri kitabı!
O an, kitapta balık yediklerini gördüğünde hissettiği dehşet bir kez daha içinde kabardı. Göz bebekleri büyüdü, nefesi hızlandı. Fakat kafasını iki yana sallayarak kötü düşünceleri arkasında bırakmaya çalıştı çünkü yeni arkadaşı böyle bir şey yapmazdı.
Köpekbalıklarının aksine…
Yeni bacaklarıyla etrafta volta atmaya başladı. Her bir dolabı karıştırıyor, her bir rafı tek tek açıp inceliyordu.
Bu, yosunların arasında küçük balıklarla saklambaç oynamaya benziyordu ama bu sefer bir oyun değil, ciddi bir yemek arayışıydı.
Mutfaktaki yüksek dolaba doğru uzandı, parmak uçlarında yükselerek. Fakat ayakları onu desteklemekten çok köstek olur gibiydi ve dengesini kaybetmesine ramak kalmıştı. “Hain ayaklar!” diye homurdandı içinden. Azıcık daha uzanabilseydi ileride metal bir kutu onu bekliyordu; adeta “beni al” diye yalvarıyordu.
Tüm gücünü ayaklarına toplayıp kolu ile ileri atıldı ve… Metal kutu yuvarlanarak ayaklarının arasına düştü.
Eğilmek isterken kafası tezgahla çarpıştı ve tepetaklak kutunun yanına serildi. Kafasını ovuştururken bir yandan da sessiz zafer naraları atıyordu.
Parlak kutuyla bir süre bakıştılar. Tüm dolapları dip köşe aramasına rağmen bulabildiği tek şey bu olmuştu ve eğer içinden yemek çıkmazsa bu sefer gerçekten çok sinirlenecekti.
Fakat yeni bir sorunla karşılaştı. Kutu görünüşte bir kapağa sahip değildi. Yine de onu havada salladığında, içinde bir şeylerin varlığını haber veren hafif bir ağırlık hissetmişti. Keşke yanında denizde yengeç avlamakta kullandığı metal çatalı olsaydı…
Tam o anda zihninde bir ışık parladı.
Ayakları üzerinde doğrulup kafasını çarptığı tezgaha yöneldi. Kulbu tutup kendine doğru çektiğinde aradığı alet tam rafın ortasında durmuş, ona adeta göz kırpıyordu.
Mutlulukla dört dişli çatalı kavradı ve tüm gücüyle kutunun yassı yüzeyine hücum etti.
ÇAT.
Kutudan öyle bir koku yayıldı ki, burnundaki her bir doku çığlık atarak midesine haykırdı. Çatalı deliklerde gezdirerek kutunun üzerini örten ince metal plakayı yırtıp kenara fırlattı.
Bir anda oda deniz gibi kokmaya başladı; tuzlu, lezzetli ve ağız sulandırıcı bir deniz gibi. Çatalı daldırdı ve kopardığı parçayı aceleyle ağzına götürdü.
Gözlerinin önünde sardalyalar dans etmeye başlamış, ahtapotlar çalgılarına uzanmıştı. Bu harika lezzetin yanında yengeçler ancak birer iştah açıcı olabilirdi.
Çatal bir daldı, iki daldı.
Bir kutu bitmişti, ardından başka bir metal kutuya uzandı.
Gözlerini kırpıştırarak açtığında, yanında kaç boş kutu biriktiğini sayamadı. Doygunluğun verdiği ağırlık öyle bir çökmüştü ki, gözlerinin ne zaman kapandığını bile hatırlamıyordu.
Yerinde doğruldu ve kutuları kenara itti. Fakat bu kez başka bir tür açlık başlamıştı; derinlerde, vücudunun çok daha eski, çok daha temel bir şeye özlem duyduğunu hissediyordu. Böyle bir hissi daha önce hiç tatmamıştı.
Susuzluk.
Odaya bakındı fakat çift ayaklıların eşyalarından başka gözüne bir şey çarpmadı. Burada keşfedilecek bir köşe kalmamıştı.
Ayaklanmaya çalıştı; bacakları titreyerek onu ileri taşıdı ve dengesini bulmak için tezgâhtan destek aldı.
Bakışları odanın çıkışına odaklanırken, aklı dün belli belirsiz gördüğü görüntülere gitti. Ateşler içinde yatarken —ki bu daha önce başına hiç gelmemişti, su her zaman onu hasta olmaktan korumuştu— çift ayaklının odaya bir girip bir çıktığını görmüştü.
“İlerideki merdivenler başka bir yere açılıyor olmalı,” diye geçirdi içinden.
Minik adımlarla merdivenlerin başına geldi ve ardından, bir bebek gibi emekleyerek aşağı doğru kaymaya başladı.
Keskin rutubet kokusu burnuna dolduğunda, suratını buruşturdu.
Ahşaplarla desteklenmiş pürüzlü taş duvarlardan destek alarak odanın içinde ilerlemeye başladı. İçerisi pek aydınlık sayılmazdı; keşke dalgalara kaptırdığı o ışıklı metal çubuk yanında olsaydı. O zaman burası da gün gibi aydınlanırdı.
Geniş masaya doğru ilerledi. Üzeri, sayfaları açık kitaplarla doluydu. Biraz göz gezdirince fark etti; bazı sayfalarda kendine benzeyen çizimler vardı. İçinde bir anda bir heyecan yeşerdi. Denizde okuduğu kitapların hiçbirinde böyle bir şeye rastlamamıştı. ‘Bu’ insan demek onun türünü tanıyordu. Yabancı değildi. Ve bu düşünce onu daha da sevindirdi.
Kitapları bırakıp odanın karanlık köşesine doğru yürüdü. Duvara yaslanmış devasa bir şekil duruyordu karşısında, ancak üzerine örtülen koyu yeşil kumaş yüzünden ne olduğunu seçemiyordu. Yaklaşıp örtünün bir köşesini kaldırdı.
Elini içeri daldırdığında tenini yalayıp yutan bir ıslaklık hissetti. Gözleri heyecanla ışıldarken geriye attığı adımla üst üste dizilmiş kolilerin üzerine düştü.
Sırtını sıvazlayarak oturduğu kutunun üzerinden kalktı. İçine göçmüş kartonu düzeltmeye çalıştı, fakat çarçabuk vazgeçti. Çünkü daha önemli bir görevi vardı: Önünde duran devasa su dolu tanka nasıl girecekti?
Kafasını kaşırken masanın önüne park etmiş dört ayaklı bir oturak gözüne çarptı. Eğer yanındaki kolilerden daha sağlam çıkarsa, tepeye tırmanmak için işine yarayabilirdi.
Su isteği vücudunda çığ gibi büyüyor, giderek dayanılması güç bir ihtiyaca dönüşüyordu.
Sandalyeyi ittirerek tankın yanına çekti. Dengesini sağlamak için cam yüzeye elini koydu ve bir adım yükseldi. Ayağını savurup bedenini de onunla birlikte içeri çekti.
CUP.
Etrafa sıçrayan sular kolileri ıslatırken, tüm bedenine bir memnuniyet yayıldı. Su tenini sarıyor, ruhunu da kucaklıyordu. Olması gereken yer burasıydı; evi, tam da burasıydı. Ve bu suyun çağrısına karşı koyamazdı.
Huzur bedenini ele geçirdi. Bir ninni gibi çalındı kulağına, sessiz bir eşlikçi.
Suyun kucağında kıvrılıp yatarken gözlerini yavaşça yumdu.
Arat, kapıdan adımını eve attığında, suratına yoğun bir balık kokusu çarptı. Burnunu tutarak odaya girdi ve elindeki yemek tası elinden kayıp yere düştü. El çabukluğuyla devrilmeden dik duran tası kaldırıp tezgâha bıraktı. Adımlarını dikkatle atıyor, yerdeki ton balığı konservelerine basmamaya özen gösteriyordu.
Odadaki karmaşa, günün yorgunluğuyla birleşince Arat ilk defa patlama noktasına geldi. Önündeki açık çekmeceyi sinirle kapattı, ardından kapısı örtülü banyoya doğru ilerledi. Hışımla eli kapı kolunu yakaladı fakat içerisi boştu.
İçini kaplayan sinir, yavaş yavaş telaşa dönüşürken gözleri odayı taradı. Dağılmış kıyafetler ve yarı açık kitaplar dışında kimsecikler yoktu. Soğuk bir ter alnından aşağı süzüldü.
“Hayır, gitmiş olamaz.”
Bir ileri bir geri yürüyordu.
“Nereye gidecek ki?”
Zihninde bir cevap yanıp söndü:
“Bodrum!”
Ayakları dans edermişçesine basamakları hızla indi ve eli ışık düğmesini yakaladı. İçerisi aydınlanırken, bir kez daha dağınıklık başrolü eline almıştı. Arat dişlerini gıcırdattı.
Fakat sıktığı çenesini gevşetmesi uzun sürmedi. Bakışları masaya kilitlendiğinde, açık sayfalardaki görüntüler yüreğine oturdu.
Masada açık kalmış araştırmalarını okumuştu. Değerli kitaplarında süslenen, efsanelere konu olan ‘deniz kızları’ hakkında yazılmış her şeyi görmüş müydü gerçekten?
Şimdi ne düşünüyordu peki? Muhtemelen bir deli olduğunu. Var olmayan yaratıklara bu kadar takıntılı biri hakkında başka ne düşünülürdü ki?
Kalbine bir korku çöktü.
Fakat kafasını çevirdiğinde, zihnine çökecek olan korkular yanında hiç kalırdı.
Kitapların kapaklarını örttü, kağıtları bir destede toparlayıp masanın köşesine bıraktı. Kızı bulmaya çalışırken, “O” onun sırlarını bulmuştu. Günlüğü okumamış olmasını diledi ve eliyle defterleri kenara itti.
Sırtını masaya verip kollarını göğsünde kavuşturdu. Bir nefes verdi. Ve tam o anda gözleri, fanusun içinde duran “şeye” kenetlendi.
Gözbebekleri büyüdü.
Şok vücudunu öyle sarmıştı ki, milim kıpırdayamaz hale geldi. Zihni ona binbir oyun oynuyordu.
Aklından geçenler yıldırım hızında bir yanıp bir söndü. Ardından, yapabildiği tek şey fanusun yanına gidip üzerine örtüyü çekmek oldu. Bunu yaparken, canavarın inine dalan bir tavşan gibiydi; adımları sessizdi fakat içi kıyamet gibiydi. Tüm vücudu zangır zangır titriyordu.
Gücün terk ettiği kollarını çözüp, korkunun ele geçirdiği bacaklarını ileri savurdu ve merdivenleri ikişer üçer çıkarak bodrumdan kaçtı.
Kalbi kafesinden çıkmak ister gibi göğsünü dövüyordu. Elleriyle merdivenin trabzanına tutundu, dengesini yakalayıp hızla evin dışına fırladı.
Gece esintisi suratına çarptı ve ona gördüğü imgeleri hatırlattı. Bugüne kadar sadece kitaplarda gördüğü resim, şimdi gözünün önünde bir yanıp bir sönüyordu.
Fanusu av dükkanından satın alırken, tam da bu amaçla kullanmayı planlamıştı. Fakat bu planlar gerçekten işlemeye başladığında ve fanusun içindeki “o şeyi” gördüğünde, tüm zihni altüst olmuştu.
“Evimde bir deniz kızı var.”
Cümle, ağırlığıyla göğsüne oturdu. Senelerdir konuyla içli dışlı olmasına rağmen, bu kelimelere kendi bile inanmakta zorlanıyordu.
Ayaklarını peşinden sürüyerek gecenin izinde ilerledi. Eliyle ahşap barakanın kapısını kavradı ve bir çırpıda kendini içeri attı. Aklına hücum eden düşünceleri, imgeleri, fikirleri kontrol altına almaya çalışıyordu. Her şey giderek dev bir girdaba çekiliyordu.
Kendini köşede üst üste yığılmış duran ağların üzerine bıraktı. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre öylece kaldı. Göğüs kafesini sıkıştıran nefes düzene girene dek kıpırdamadı.
Tekrar doğrulduğunda, bakışları baraka duvarına dizilmiş sıra sıra zıpkınlara kaydı. Kafasında bir plan şekilleniyordu ve her geçen dakikayla detaylar berraklaşıyordu.
Büyükbabasının günlüğündeki cümleler yankılandı zihninde:
“Üzerlerindeki insan teni, içlerindeki canavarı gizleyemez.”
Hayır.
O kızın gözlerinde masumiyetten başka bir şey yoktu.
Ama günlükte yazanlar…
Okkalı bir tokat gibi midesine çöktü. Bu ikilem başını döndürüyordu. Eğer kız ona zarar vermek isteseydi, neden onu dalgaların arasından kurtarsın ki?
“Bunu öğrenmenin tek bir yolu var.”
Duvardaki zıpkını çekip çıkartırken, masanın köşesine sinmiş ilk yardım kutusuna da uzandı. İçindeki sakinleştiriciyi el çabukluğuyla cebine attı.
Aşağıda, usulca uzanan her neyse onunla yüzleşmeye hazırdı.
Kuyruğunu gererek fanusun cam yüzeyine çarptığında irkilerek kafasını uzandığı zeminden kaldırdı. Suyun onu çağırdığını hatırladı; öyle gelmişti buraya. Fakat şimdi, dışarı çıkmak istiyordu. Tanktaki oksijen giderek tükenirken, etrafını saran karanlık panik duygusunu büyütüyordu. Kendini hapsolmuş hissediyordu.
Elleri kaygan cam yüzeyde bir çıkış ararken, ilk defa gerçekten bağırmak istedi. Biliyordu, suyun içinde kimse onu duyamazdı. Yine de ciğerlerindeki hava boşalana kadar bağırmak istedi.
Etrafa saçılan baloncukların arasında yumrukları camı yakaladı. Darbe üstüne darbe indirirken, kalın camı yalnızca sıyırıp geçebildi. Fakat bir tanesi, yüzeye ince bir çatlak bıraktı.
Devasa fanus gözlerinin önünde parçalanırken, Arat yalnızca merdivenlerde durup suyun zemini yutuşunu izleyebildi. Zıpkının soğuk metal yüzeyi tenine değiyordu. Sabah gördüğü rüya, şimdi gözlerinin önünde kanlı ve canlı bir şekilde yaşanıyordu.
Kız, cam kırıkları içinde uzanmış, elini yardım istercesine Arat’a uzatıyordu.
Arat, son basamağı da inip yıllardır beklediği ‘o’ karşılaşma anı ile yüzleşti. Fakat beklediği bu değildi. Karşısında çırpınan, can çekişen, zararsız bir kız yatıyordu. Bir canavar değil.
Bedenini kaplayan korku ve öfke yerini yavaş yavaş daha şefkatli bir duyguya bırakırken, elindeki aleti yere fırlattı.
Kırık camları botlarının altında ezerek ağlayan kıza yaklaştı.
Koltuğun kenarından kaptığı örtüyü omuzlarına sardı ve belinden kavradığı gibi kucağına aldı.
Damlalar, adımlarının gerisinde ince bir iz patikası oluştururken Arat ahşap barakanın açık kapısından içeri daldı. Her ne kadar kızın yüzüne doğrudan bakmamaya özen gösterse de, titreyen göz bebeklerinin farkındaydı. Kızın beline sardığı kollarındaki baskıyı azaltıp onu ağların üzerine dikkatlice bıraktı. Bir kez daha doktorculuk oynaması gerekecekti.
Arat, ilk yardım dolabından aldığı cımbız ve antiseptik solüsyonla kıza doğru yaklaşırken, kız tenine batan camlara aldırış etmeden ağların üzerinde köşeye çekilmişti.
Korkuyordu.
“Yardım etmeye çalışıyorum,” dedi Arat, temkinle biraz daha yaklaşarak.
“Lütfen izin ver.”
Kız, çatık kaşlarının altındaki bakışlarını yere sabitleyerek yavaşça öne geldi.
Arat, solüsyona batırdığı pamuk ve cımbızla cam batıklarını teker teker çıkartmaya başladı. Kız, her bir cımbız temasında iç çekerek irkiliyordu. Arat, çıkardığı cam parçalarını yanına aldığı metal bir kabın içinde topladı ve işi bitince kabı arkasındaki geniş masanın üzerine bıraktı.
“Neyse ki derin bir kesik yok,” dedi ve kızın bacağını işaret ederek ellerini arkasındaki masaya dayadı.
“Dikişe ihtiyacın olmayacak.”
Sabah kıza verdiği tişört ıslanmış ve kanla lekelenmişti. Islak saçlarının arasından korkak bakışlarla Arat’a göz gezdirdi. Ardından duvardaki sivri uçlu aletlere kaydı bakışları. Gözlerinde başlayan tedirginlik vücuduna yayılmıştı ve aralarındaki bir buçuk metrelik mesafeden bile tir tir titrediği hissediliyordu. Küçük bir kedi yavrusu gibiydi.
Başka biri yaşananlara tanık olsa, her şeyin tam bir delilik saçması olduğunu düşünebilirdi. On dakika önce bu barakada korkuyla nefes nefese kalan Arat ile şimdi kıza pansuman yapan Arat aynı kişi değildi.
Ve kız, Arat’tan onun kızdan korktuğundan daha fazla korkuyordu.
Bu çok belliydi.
Kız yine ağların ötesine, köşeye doğru çekildiğinde, Arat bir süre onu sessizce izledi. Sırtı masaya yaslanmış, elleri kenarları sıkıca kavrarken kız ürkek bir şekilde titriyordu. Arat, etrafta serbestçe dolaşmasına izin veremeyeceğini biliyordu; düşüncesi bile içini ürpertiyordu. Fakat ne yapabilirdi ki? Suya geri mi götürecekti onu? Hayır, böyle nadir bir fırsatı yakalamışken, bulduğu ilk ‘deniz kızını’ kendi elleriyle denize geri bırakamazdı.
İçinde gitgide ufalan korkuyu bastırıp elini kıza uzattı. Kız, çekinerek bakışlarını Arat’ın gözlerinde gezdirdi. Temkinli bir kararsızlıkla Arat’ın elini kavradı. Tenleri temas ettiğinde Arat, kızın avucundaki hafif kararsızlığı hissetti ve kendi elinin de ne kadar sıcak olduğunu fark etti.
Arat, kolunu hızlıca uzatıp kızı kendine çekti. Kız, bir an irkilerek Arat’ın göğsüne çarptı. Islak tişörtü, soğuk bir duvar gibi Arat’ın üzerine yapışmış şimdi onun bedenini sarmalıyordu. Kızın narin silueti o an, Arat’ın kolları altında kayboldu.
Saniyelik bir duraksama yaşandı; ne o ne de kız nefes almaya cesaret edebildi. Bu kadar yakın olmak ikisi için de iyi değildi. Karşılıklı bir korku söz konusuydu.
Sonra Arat, refleksle onu belinden kavrayıp kucağına aldı.
Evin kapısından hışımla içeri girerek kızı yatağa bıraktı. Kız, şaşkın bakışlarla Arat’ı izliyordu.
Arat, hiç oyalanmadan banyoya yöneldi. Küvetin tıpasını çektiği anda, minik bir girdap suyu içine çekmeye başladı. Kızın çevresinde su olmasını istemiyordu; bodrumda gördüğü görüntüden sonra, bir daha böyle bir sahneye dayanabileceğini sanmıyordu.
Suyun tamamen yok oluşunu izledikten sonra geri döndü. Kızın bileğinden yakalayıp onu sürükler gibi çekiştirdi ve banyoya götürdü.
Eli, kızın narin bileğini savururcasına bıraktığında, bir an için göz göze geldiler. Arat’ın keskin tavrı, anlık bir kırılmayla yerini hafif bir tereddüte bırakır gibi oldu. Fakat hemen ardından kapının kolunu kavradı ve aralarına ahşaptan bir set çekerek kızı içeri, kendisini de dışarı kilitledi.
Yandan çektiği sandalyeyi kapı kolunun altına sıkıştırdıktan sonra, elleri kafasında, yatağın ıslak yüzeyine aldırış etmeden oturdu. Bakışlarını tavana kilitleyip derin bir nefes aldı.
“Ahh!” diye iç çekerek yerinden doğruldu ve odada volta atmaya başladı. Arada bir kapıya yöneliyor, kilidin sağlam olduğundan emin olmak istercesine kolu yokluyordu.
“Düşün,” dedi kendi kendine.
“Eğer olaylar böyle gelişmeseydi, onu teknede yakalasaydın ne yapardın?”
Bir ileri bir geri yürüyordu yıpranmış halının üzerinde. Kafasındaki düşünceler yavaşça dinginliğe kavuştuğunda planı da netleşmişti. Şimdilik banyo kapısı kilitli kalacaktı; onunla iletişim kurmanın bir yolunu bulana kadar.
Ama önce…
Önce ‘onun’ hakkında daha fazla bilgi edinmesi gerekiyordu.
Ve bu görevin birincil anahtarı, büyükbabasının mürdüm kapaklı günlüğünde saklıydı.
Aşağı indiğinde yerler cam kırıklarıyla kaplıydı. Zemini saran su, koltuğun eteklerini ıslatmış, duvarların çeperlerine sinsice işlemişti.
İlk önce bodrumu temizlemesi gerekiyordu. Cam parçalarını süpürüp, merdiven boşluğunda duran kova ile birkaç eski püskü bezi aldı ve yerleri silmeye koyuldu.
Ay, gökyüzünde tepeye yükselmişti. Arat’ın yorgun silueti, ıslak duvarlarda soluk bir gölge gibi titreşiyordu.
Sonunda kendini haki koltuğa bıraktı. Havalanan toz zerrecikleri, nemli zeminle buluşarak ağır bir koku yaydı. Cebinden telefonunu çıkardı ve Lidya’ya bir mesaj yazdı:
“Yarın yokum.
Hasta yatıyorum.
Müdüre haber geçersin.
Sağol.”
Gönder tuşuna basıp telefonu kenara bıraktı. Omuzlarını gererek derin bir esneme hissetti sırtında. Sonra kendini toparlamaya çalıştı.
“Hayır, uyuya kalamazsın,” diye mırıldandı.
Gözlerini kırpıştırıp masadaki günlüğe uzandı. Sararmış sayfalar parmaklarının arasından kayarken, günlük en sonunda göğsüne düştü ve Arat, gün ağarıncaya kadar orada, derin bir sessizlik içinde kaldı.
Tepe camından içeri dolan sabah ışığı gözlerini kamaştırdığında, yavaşça koltukta doğruldu. Tam o sırada yukarıdan gelen güçlü bir gümbürtü kulaklarını doldurdu.
Ve artık tamamen uyanıktı.