novel oku, bölüm oku, kitap oku
2.Kısım: İç Mağara

8: Hazine

  • HiperTale
  • 30 Mart 2024 12:47:24
  • 0 yorum
  • 3

Karanlığa dalmak… Bilinmeyene girmek…

Bilinmeyene adım atmak, hiç de düşünüldüğü kadar kolay değildi. Alışa gelinmiş kalıpların dışına çıkabilmek, kendini değiştirmenin başlangıcıydı. Ve kendini değiştirmeye çalışanlar, dünyayı da değiştirirlerdi…

“Orada dur küçük Piç!”

Azman ve diğerleri Adam’ın kaçmaya çalıştığını görünce bağırdılar. Zira onlar, bu küçük mağaranın sınırlı dünyasında güçlü olanlardı ve ne isterlerse yapmaya ve almaya alışmışlardı. Kimse onların otoritesine karşı çıkmaz ve bir dediklerine, iki diyemezlerdi. İlk defa birileri sözlerinden çıkıyor, onları dinlemiyordu…

Böyle bir tepki beklemedikleri için önce şaşırdılar, sonra da öfkelendiler.

“Takip edin!” Azman hemen arkasından atlarken bağırdı. Adam’ın kısa ve zayıf bacakları ile karanlıkta çok fazla kaçabileceğine inanmıyordu. Fazla derinlere inmeden önce yakalamak en iyisi olurdu.

Tünel hafif bir eğimle aşağı doğru, bilinmeyen derin yerlere gidiyordu. Üstelik aşağı indikçe dallanıp, budaklanır ve gittikçe karmaşık bir hal alırdı. Zifiri karanlık ve gittikçe artan ısıyı da hesaba kattığınızda yolunuzu kaybetmek ve ölmek çok muhtemeldi.

Sonuçta burası dün yaşayanların mezarlığı, bugün yaşayacak yeni neslin doğumhanesi olacak kadar geniş bir yerdi. Gece olup karanlık çöktüğünde, tüm Terk-i Diyar’ın sığındığı, Yüce Dağların Cehennem Mağaraları idi.

Tüm bir alemi yutabilen bu mağaralar ne kadar büyüktü? Kimse bilmiyordu…

Taşkafa ve diğerlerinin bildiği tek şey, yaşlıların uyarılarıydı.

Bilinmeyen tehlikeleri çekmek istemiyorlarsa, karanlıkla uğraşılmamalıydı. Şafak sökünceye kadar, kendi küçük mağaralarında saklanmaları en iyisiydi. Zaten yaşlılara göre o tünellerde kayda değer hiç bir şey yoktu. Başka bir beşer mağarasına rastlamak, bu engin karanlıkta neredeyse imkansızdı.

O yüzden de araştırmak için hiç zaman ve kaynak harcamadılar.

Sadece Çataldil başından beri biraz meraklıydı. Çünkü eski şef Yanlı bir keresinde “Sadece en cesur olanlar karanlığa dalmalı ve getireceği tehlikeleri göğüslemeli. Sadece tehlikeyi göze alanlar, hazinelere ulaşabilir…” demişti ve daha fazla konuşmamıştı.

Sadece bundan bile, yaşlıların bazı cesur denemeler yapmış olabileceği ihtimalini düşünmüştü.

Bu sözlerden sonra Çataldil, eğer yeterince ararlarsa diğer beşerlerin mağaralarına ulaşabileceklerini çıkarmıştı. Eğer kendilerinden zayıf bir mağaraya denk gelirlerse istedikleri her şeyi alabilirlerdi ama güçlü bir mağaranın halkını rahatsız ederlerse, işte o zaman başları belada demekti.

Belki de tüm yaşlılar açlıktan veya yaşlılıktan ölmemiştir. Sayımızın ve kaynaklarımızın bu kadar kıt olması da böyle açıklanabilir mi?

“Unut gitsin… En yakın mağarayı bulmak bile çok fazla zamanımızı alır. Bunun yerine dışarı çıkmaya çalışmak daha iyi.” Çataldil koşmaya devam etti ve bu tür düşünceleri bir kenara bıraktı. “Zaten yakınlarda başka mağara olsaydı, bizden öncekiler çoktan bulurdu…”

“Huff! Huff!”

Bu sırada Adam, var gücüyle koşarken nefes nefese kalmıştı. Önünü görmeden ve arkasına bakmadan, yarın yokmuşçasına kaçıyordu.

İlk defa güçlülerden gelen bir emre doğrudan itaatsizlik ederek karanlığa dalmış, kendisine artık çıkabileceği bir aydınlık bırakmamıştı.

Zifiri karanlık tünelde kovalamaca, ortalık iyice sessizleşip, tekinsiz bir hal alıncaya kadar devam etti.

“Siktir!”

Azman, bir yol ayrımına geldiğini fark ettiğinde öfkeyle sövdü ve koşmayı bıraktı. Soluklanırken diğerleri de hemen arkasında belirdi ve nefes nefese kalmış halde durdular.

“Çok derine indik!” dedi Demirderi. Artık ne bir ses ne de bir ışık kalmadığını görmek için etrafa baktıktan sonra, “Bence daha fazla takip etmeye gerek yok. Geri dönelim ve girişte bekleyelim.” Güçlü ve cesur olsa da aptal değildi. Kendine bir çıkış yolu bırakmadan karanlığa çok derinden dalmak akıllıca değildi.

“Evet, evet… Hadi geri dönelim artık,” diye ekledi Kocakafa da diğer kardeşleri Taşkafa ve Mankafa’nın da desteğini alarak. İri cüsselerine rağmen karanlıktan en çok onlar korkardı.

Çataldil, “Küçük piç çok hızlı kaçtı!” dedi. Yol ayrımına el yordamıyla göz attı ve “Muhtemelen ilerisi daha da karışıktır. Yolumuzu şaşırırsak geri dönemeyebiliriz.” diye de ekledi.

Üstelik karanlığın ürkütücü sessizliği, şimdiden rahatsız edici olmaya başlamıştı. “Kocakafa haksız değil…”

Adam’ın bile gittiği yer hakkında bilgisinin olmadığını düşündü. Sadece kaçıyor olması muhtemeldi. Eğer amaçsızca tünellerden birine girerlerse onlar bile kaybolabilir ve asla geri dönemezlerdi.

“Ne yapmalıyız?” Azman çok öfkeliydi ve öfkesini bir şekilde dışarı atması gerekiyordu ama şimdi bir karar vermeleri gerekiyordu. Takibe devam mı edecekler yoksa geri mi dönecekler?

O sırada Demirderi, “Bence geri dönelim. Işık ya da yiyecek olmadan, zaten bu sıcakta içeride fazla kalamaz.” dedi. “Mecbur çıkacak ve çıktığında derisini yüzmesi için onu şefe götürebiliriz!”

Azman vazgeçmeye isteksizdi ama o da aynı fikirde olmak zorunda hissetti. Şu anda sinirden kuduruyor olsa da, “Geri dönüp şefe bildirelim. Gerekirse bir kaç tane parlayan taş alıp, geri döneriz,” dedi. Zira şefin bu sefer ne kadar kararlı olduğunu biliyordu.

Daha sonra karanlık tünelin duvarlarına tutunarak geri dönmeye başladılar. Azman’ın sözlerine katılsalar da hepsi biliyordu ki bu kovalamaca burada bitmişti. Kimse tekrar bu ürkütücü yere gelmek istemiyorlardı.

Ayrıca parlayan taşlar kabile için çok değerliydi ve sayıları azdı. Mağara bile zar zor aydınlanırken, bir kaç tanesini önemsiz bir kişiyi aramak için tünellerde kaybederlerse Azmış Mağara için büyük kayıp olurdu.

Bu durumda şefin böyle bir şey istemesi ihtimal dışıydı. En iyi ihtimal, tünelin girişinde bir süre beklemek olurdu.


Karanlık tarafından korkutuldukları için hemen ayrılmaları talihsizlikti. Zira sessizleşip etrafı biraz dinleseler; bir yolun tamamen sessizken, diğerinin ise zayıf kurbağa vıraklamalarıyla uğuldadığını duyabilirlerdi.

Adam bu yolu uzun zaman önce keşfetmişti ve kaçarken refleks olarak yiyeceğin olduğu yola kaçmıştı. Diğerleri, yolunu şaşırmasa da aç kalacağı için bir süre sonra çıkacağını düşünmüşlerdi ama yanılmışlardı. Burada içecek su ve yiyecek kurbağalar ile uzun süre dayanabilirdi.

Tek sorun mental durumdu. En ufak bir ışık kaynağı ya da konuşacak kimse olmadan karanlık bir tünelde ne kadar dayanabilirdi?

Sonuçta beşerler olarak yalnız birer yırtıcı değil, sürüsü ile yaşayan sosyal hayvanlardı.

Adam kendi kabilesi tarafından dışlanmış olması yetmezmiş gibi şimdi de karanlık bir kuyuya atılmış gibi hissediyordu. Kelimenin tam anlamıyla karanlığın dibini boylamış, hayatından başka bir şeyi kalmamıştı…

Doğduğundan beri boyun eğdiği güçlülere baş kaldırmanın verdiği heyecan ve karanlığın getirdiği bilinmezlikle gelen korku birleşmiş, Adam’ın durmadan önce saatlerce koşmasına neden olmuştu.

“Bu sefer çok derine indim…”

Adam nihayet kendine gelip, durmayı akıl ettiğinde önceki tüm rekorlarını kırdığını fark etti. Hiç gitmediği kadar uzaklara gelmişti. Kaçarken tamamen kulaklarına güvenerek bir kaç yol ayrımından geçmişti ama geri dönüş yolu hakkında hiç bir fikri yoktu.

Soluklanmak için oturdu ve yerde akan soğuk suyla yüzünü yıkadı. Ancak o zaman çevresini saran kurbağaların seslerini fark etti. “Çok fazla kurbağa var mı?”

Ellerini suya daldırdığında bile hemen etrafa kaçışan kurbağaları hissedebiliyordu. Guruldayan midesini susturmak için hemen bir tanesini yakaladı ve yemeye başlarken düşündü: Bu kadar kurbağa olduğuna göre uzun süre burada saklanabilirim.

Kıt kaynaklar yüzünden insanların öldüğü mağarada kalmaktansa burada kurbağalar ile ziyafet çekmek o kadar da kötü değildi.

“Yine de nasıl bu kadar çok kurbağa olabilir?” diye söylenirken, etrafını saran sesleri dinlemeye devam etti. “Belki de yakınlarda beslendikleri bir yer vardır.”

Adam biraz dinlendikten ve artık kimsenin onu takip etmediğine emin olduktan sonra yine ayaklandı ve kurbağaların uğultularını dinleyerek ilerlemeye devam etti. Belki ben de kurbağaların yaşadığı yerde yaşayabilirim…

Sadece yeterli yiyeceğe sahip ve güvenli bir yer olmasını umdu. Mağaranın girişi açılıp diğerleri gittikten sonra gizlice onları takip ederdi…

Adam düşüncelere dalmış, dikkatli bir şekilde karanlık tünelde ilerlerken, aslında farkına varmadan hedefine yaklaşmıştı…

Çok fazla yürümesine gerek kalmadan kurbağaların sesi, akan su sesi ile karışmaya başladı.

“Bir şelale!”

Adam hemen acele etti ve çok geçmeden parlak bir ışık gözlerini kamaştırdı. Suyun döküldüğü aydınlık yere ulaştığında kendisini büyük bir yeraltı gölüne bakarken buldu. Adam için deniz gibi olan, büyük bir göldü. Pek çok mağaradan dökülen sular burada birikmiş gibiydi ama en şaşırtıcı olanı bu değildi!

“Parlayan taşlar!” Adam’ı gölden daha çok şaşırtan şey, gölün içinde oluştuğu büyük mağaranın duvarları parlayan taşlarla doluydu. Bu da içerisinin hiç görmediği kadar aydınlık olmasına sebep oluyordu. Neredeyse gündüz gibiydi…

Ayrıca gölün tabanı da onlarla dolmuştu. Işıl ışıl aydınlanan mağaraya bakan Adam, “Yiyecek de var!” derken çok sevindi.

Adam taşlardan ve yosunlardan başka bir şey görmemişti. Ama şimdi yeşil bir denize, bir ormana bakıyor gibi hissetti. Gölün etrafı daha önce hiç görmediği asmalar, mantarlar ve çeşitli yosunlarla dolmuş, küçük bir ormana dönüşmüştü.

Hemen kendisini tünelden aşağı bıraktı ve engin gölün soğuk sularının, kendisini almasına izin verdi.

Gölün soğuk suyuna daldığında gözlerini açtı ve daha da şok edici bir manzarayla karşılaştı.

“Bunlar!”

Devasa bir hazineye bakıyordu!

Suyun altı, üstünden bile şok ediciydi!

Adam parlayan değerli şeylerden adeta bunalmış hissetti. Gölün tabanı, Adam’ın rüyalarında bile göremeyeceği şeylerle doluydu. Her çeşit farklı renklerde parlayan taşların yanı sıra, özellikle sarı renkli taşlar edata gölün tabanını kaplamıştı.

“Puaah!” Derin bir nefes almak için kafasını sudan çıkardı ve “Altınlar! Burada çok fazla parlayan altın var!” diye bağırdı.

Mağarada sadece Şef Zebil’in altınları vardı. Eski şeften kalan bir kese, kabilenin tüm birikimiydi. Bir keresinde hava atmak için herkesi toplamış ve altın kesesini göstermişti. Anlattıklarına göre dış dünyada çeşitli şeyler almak için kullanılan ve “Para Sistemi” denilen değerli bir madendi.

Buna göre üç çeşit altın vardı. Öncelikle ‘sıradan altın‘ vardı ki bu taşların arasından çıkarılan, normal madendi. Sarı renkli güzel görüntüsü dışında pek bir işlevi yok gibiydi ama şefin dediğine göre, bu şeyle istedikleri kadar yiyecek ve giyecek alabilirlerdi!

Bunlardan bir kaç tanesiyle artık aç ve açıkta kalmalarına gerek yoktu!

Sonra ‘Parlayan Altın‘ vardı ki, tıpkı diğer parlayan taşlar gibi doğal enerjinin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkardı.

Bu çok, çok daha değerliydi.

Öyle ki bir parlayan altın, bin sıradan altın değerindeydi! Ve işte şefte bunlardan bir kese vardı ama o tüm kabilenin birikimiydi. Dışarı çıktıklarında kabilenin giderleri için kullanılması gerekiyordu.

Oysa şimdi Adam’da bir mağara dolusu vardı ve hepsi ona aitti!

“Zenginim!” diye ani bir sevinç dalgasıyla bağırdı.

“HAHAHA!!!” Karanlık kuyuya düştükten sonra gelen, ani servet yüzünden kahkahası mağara boyunca yankılandı. Kurbağalar da vıraklayarak ona katılıyor gibiydiler. “Hepimiz zenginiz…”

Kurbağaların sesiyle sakinleşen Adam, “Haklısınız. Burada kapana kısıldıktan sonra altınların ne önemi var.” diye düşündü ve kendine geldi.

Sonra kafasını tekrar suya gömdü ve aşağılara doğru yüzerek, hazineyi daha dikkatli inceledi. Sadece şimdi, gözleri artık altınlar tarafından büyülenmediği için diğer şeyleri fark etmeye başlayabildi.

Mağarada sadece Şef Zebil’in gerçek bir silahı vardı( kemik ve taştan yapılmış basit silahları saymazsak). Ama burada şefin kemik bıçağından bile daha iyi görünen çok fazla silah vardı. Üstelik Adam’ın görebildiği kadarıyla çeşitli kıyafetler ve savaşmak için giyilen zırhlar da vardı.

“Oh!” Kontrol edemediği hayreti yüzünden boğulma tehlikesi yaşayan Adam, bir hışımla kendisini gölden çıkardı. Daha fazla bakarsa gerçekten boğulabilirdi.

Çıktıktan sonra soğuk zemine uzandı ve tavanı yıldızlar gibi süsleyen parlayan taşlara uzun süre baktı ve bundan sonra ne yapacağını düşündü. Burada yaşayabilirim… ilk düşüncesi bu olmuştu.

Derin bir nefes aldı ve göl suyunun serinlettiği bedeninde dolaşan ısıyı fark etti. Bu içsel güçtü!

“Bu kadar çok parlayan taşın, içgüç geliştirmeye de faydalı olduğu ortaya çıktı.”

Adam ve kabiledeki diğerlerinin parlayan taşlar hakkındaki bilgisi sınırlıydı. Kırmızı, mavi, yeşil ya da beyaz gibi farklı renklerde parladıkları ve ortamı aydınlatmak ve ısıtmak için kullanılabilecekleri dışında, bebeklerin hayata tutunmasında da etkili oldukları deneme yanılma yoluyla öğrenilmiş ve nesiller boyunca aktarılmış bir bilgiydi.

Yaygın inanışa göre doğadaki enerjilerin taşlaşmış halleriydi. Yoğun enerji içerdikleri bilinse de taşlaşmış oldukları için, içlerinde hapsolmuş enerjiyi kullanmanın bir yolu olmadığına inanılıyordu. Sadece zaman içinde çok az bir salınım olurdu ki bu kadarı da ancak bebeklere yeterdi.

Tabi ki nadir olmalarından ve beşerlerin parlak şeylere duyduğu derin açgözlülük yüzünden çok fazlasına sahip değillerdi. Sadece şimdi, Adam onların nasıl kullanılacağını kafa yorabilirdi.

Yeni yaşam alanını gezmeye başladığında, her yere dağılmış kurbağaları daha iyi gördü. “Burası onların evi olmalı…”

Daha sonra gölün etrafında yürüdü ve dikkat çekici asmalara ulaştı. “Bunlar mağara resimlerindeki ağaçlar olabilir mi?” Daha önce yosunlardan başka bitki görmemiş Adam, sadece diğer çocukların konuşmalarından ve mağara resimlerinden bildiği ağaçları düşünebildi. Söylediklerine göre sert gövdeleri olan devasa yosunlardı…

“Bunlar o kadar büyük görünmüyor…” Belki de kökleri gölden beslendiği için mağaranın duvarları tamamen bu asmalarla kaplanmıştı. Adam, asmaların garip mor meyvelerine ulaşırken, “Bakalım tadı nasılmış?” diye meraklandı.

Isırdığında, yosunların aksine sulu ve lezzetli olduklarını gördü. Bir anda ağzına hücum eden yoğun şekerli tat yüzünden, “Lezzetli!” diye övmeden edemedi.

Hiç bu kadar tatlı bir şey yemeyen Adam, hemen daha fazlasıyla midesini doldurmaya başladı. Netice de daha çocuk sayılırdı ve her çocuk gibi tatlı şeyleri severdi. Lakin bir sorun vardı ki, bir süre yemeye devam ettiğinde başı dönmeye başlamıştı.

Güm!

Çok geçmeden kendisini yerde buldu. Tüm mağara etrafında dönüyor gibiydi.

“Hehehe…” Adam ilk defa sarhoş olmuştu. “Bu kurbağaların niye aptal gibi ortalıkta dolaştığı şimdi anlaşıldı…”

Sanki tüm sorunları uçup gitmiş gibiydi. Eğer şimdi geri dönerse Zebil ile kapışabileceğini ya da Lilith’e boyun eğdirebileceğini hissetti.

Bu aptal cesareti çok tehlikeliydi ve bağımlısı olmak kolaydı. Adam daha sonra bu meyvelerden çok fazla yememesi gerektiğine karar verdi ve görünüşlerinden dolayı onlara ‘mor üzümler’ ismini verdi.

Yattığı yerde gözleri bir köşeye takıldığında, etrafında dönen mağara bile yavaşlamış gibiydi. Taşları eritircesine duvara işlenmiş, bir şekildi.

İlk etapta bir ele benziyordu ama taşları eriten ısı yüzünden bir güneş sembolüne dönüşmüştü…

Adam zaten sarhoş edici üzümler yüzünden kendinden geçmenin eşiğe gelmişti ki, gözleri bu sembolle buluştuğunda, çok eskilerden, doğumundan bir anı hatırladı.

İlk vizyonunu hatırladı…

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset