8.Bölüm:
Kabusla Gerçek Arasında
Ayakları, bilinçsiz bedeninin ağırlığını sığ suda sürüklerken, altında kıpırtısız yatan çakıllar da uyanmış gibi sağa sola savrulmaya başladı. Her biri birbirine çarptıkça, karanlığı delen o çıtırtı yükseliyor; ürkek bir ezgi gibi yankılanıyordu suyun içinde.
Hiçlik Denizi’ne bir kulaç attı. Ne ilerliyor, ne de yerinde kalıyordu. Parmaklarının arasından süzülen su ve bedenini saran karanlık onu yutarken, kafasını yukarı kaldırdı.
Beyazlara bürünmüş bir figür… Sırtı dönüktü. Geceyi ay ışığı gibi aydınlatıyordu. Saçları suyun içinde yosun misali süzülüyor, görünmez dalgaların gelgitine eşlik ediyordu.
Elleri, figüre dokunacak kadar yaklaştı. Seslenmek istedi ama boğazı düğümlendi — suyun içinde kaybolan bir nefes gibi.
Tam o anda, derinlerden gelen bir ses yankılandı kulaklarında. Uzak, fakat tanıdık bir tınısı vardı.
“Görmek, anlamak değildir. Gözlerinin gördüğüne güvenme…”
Boğazındaki boğuk nefes usulca dudaklarından süzüldü.
“Tete?”
Ses kendi içinde çınlayıp kayboldu. Karşılık yoktu.
Beyaz figürü yeniden ararken gökyüzü gürleyerek üstüne çöktü. Başının üzerinde toplanan kara bulutlar, suyun yüzeyine delice vurmaya başladı — her damla, tenini bıçak gibi yarıyordu.
Karanlıkta bir halka dönmeye başladı etrafında. Suyun içinde savrulan kolları bir kuklanın iplerinden sarkıyor gibiydi. Ne yana çekilse, boşlukta o tarafa kayıyordu. Kuklayı yöneten elin onu bırakmaya niyeti yoktu.
Vücudu hiçlik denizinin dibine gömüldüğünde, acı su ciğerlerine doldu. Boşlukta asılı kaldığı anlarda su hafifçe yarıldı ve bir yüz belirdi.
“Onun yüzü…”
Ama tanıdık sima silinmişti. Yerini, soluk yeşil gözlerin karardığı, çehresi yabancılaşmış bir varlığa bırakmıştı. Ona doğru her kulaçta genişleyen çene, bir lokmada kendisini yutmaya hazırdı. Sivri dişler, sabırsızca yaklaşıyordu, tenini parçalamak için.
Gözlerini kapattı.
Kendini hiçliğin kollarına bıraktı.
Gözlerini yeniden açtığında, önünde suyla dolu dev bir fanus beliriverdi. “O” da içindeydi. Fanusun köşesine sinmiş, saçları cama yapışmış halde tüm masumluğuyla ona bakıyordu.
Teni solgun; saçları, grinin binbir tonunu taşıyordu. Bu renksizliğin ortasında, fanusun içine sızan kan, isyankâr bir kırmızılık gibi parlıyordu.
Geriye doğru bir adım attı.
Kız, bulanık suda çırpınmaya başladı. Yumruklarıyla cama vuruyor, her darbe yeni bir çatlağa yol açıyordu. Cam, onun sessiz çığlığıyla titreşiyor; her çatlak yüzeyi biraz daha kırılganlaştırıyordu.
Sonunda, darbeler karşısında pes eden fanus parçalandı.
Cam kırıkları ayaklarının dibine düştü — ve zaman bir anlığına durdu.
Tiz bir çınlama eşliğinde her şey silindi.
Ses yoktu.
Kız yoktu.
Fanus yoktu.
Sadece o ana hapsolmuş bir boşluk kalmıştı.
Arat yerinden fırladı.
Boğazı kupkuruydu, ciğerlerine oturmuş bir çığlık vardı.
Alnındaki teri tişörtü ile sildi. Üzerindeki örtüyü bir kenara fırlatıp haki koltuktan doğruldu. Sanki gerçekten suya girmiş gibi sırtı sırılsıklamdı. Tişörtünü sıyırarak çıkardı, yere bıraktı. Masanın üzerindeki deri kayışlı saate uzandı.
Alarm kurmaya alışık olmayan vücudu, ona bunun yalnızca bir rüya olmadığını hatırlatıyordu. Saat sabah altıyı gösteriyordu. Tepe pencereden bodruma sızan gri ışık bunu doğrular gibiydi. Saati cebine attı.
Derin bir nefes aldı, bedenini gerdi — kabusun ritmini üzerinden atmaya çalışırken yukarıdan bir ses geldi.
TAK.
Donakaldı. Gerçeklik üzerine çöktü.
Ama hangisi daha tuhaftı, karar veremiyordu: yaşadığı olaylar mı, yoksa onların zihninde yarattığı dehşetle harmanlanmış kabus mu?
Ahşap basamakları tırmanırken, rüyadaki çakılların hâlâ ayaklarının altından kayıyormuş gibi hissettirdiğini fark etti. Ama şimdi kendi evindeydi. Her ne kadar üst katta bir yabancı yatıyor olsa da… hiçliğin ortasında boğulmaktan daha güvenliydi burası.
Odanın kapısına vardığında kızı yerde buldu. Divandan kayıp düşmüş olmalıydı. Sırtı dönüktü — tıpkı rüyadaki beyaz figür gibi. Kalbi hızla çarpmaya başladı, bir adım geriye çekildi.
Karmaşık bir iç ses eşlik ediyordu adımlarına. Yaralı birine yardım edecek kadar merhametliydi ama onu yatağına yatıracak kadar da kolay güvenen biri değildi. Şüpheyle yoğrulan bu denge, zihnini bulanıklaştırıyordu.
Parmaklarını dikkatlice kıza uzattı. Yardım etmek istiyordu, ama aynı zamanda teması sınar gibiydi. Parmakları tenine değdiği anda kız irkildi. Divana sırtını dayayıp büyük, ağlamaklı gözlerle Arat’a baktı.
Dün neredeyse cansız yatan kız, şimdi çok daha uyanık görünüyordu. Kendinde… ama tedirgin.
Arat’ın aklında tek bir soru vardı:
“Cevapları bu sefer bulabilecek miyim?”
Arat’ın uzattığı eli havada asılı kaldı. Kız, hiçbir şey demeden kendini divanın köşesine çekti, sessizce içine kapandı. Arat ısrar etmedi. Elini yavaşça geri çekip yumuşak bir tonla sordu:
“İyi misin?”
Yanıt yoktu. Kız hâlâ gözlerini ondan ayırmıyor, sessizce tetikte bekliyordu. Göz göze geldiklerinde, ürkeklik yerini büyümekte olan bir meraka bıraktı.
Bir süre öylece kaldılar. Aralarındaki mesafenin fiziksel boyutu her ne kadar az olsa da bir o kadar da birbirlerine yabancılardı.
Tanımadık bir yüzle kurulan ilk sessizlikti bu — hem tedirgin edici hem heyecanlı.
Arat bakışlarını kaçırdı. Gözleri, kızın üzerine giydirdiği yağmurluğa kaydı. O an fark etmediği bir sıcaklık, yanaklarından boynuna doğru yayılıyordu. İçinde tarifi zor bir mahcubiyetle yerinden kalktı.
Giysi dolabının kapağını açtı. Düzensizliğe aldırmadan rastgele bir tişört çekti. Eğilip arkalara baktığında siyah bir şort gözüne ilişti. Eskiden üzerine olmayan ne varsa dolabın derinlerine itmişti — şimdi o saklanan parçalar işe yarayacaktı.
Dolabı kapatıp kıza doğru yöneldi. Göz teması kurmamaya dikkat ederek kıyafetleri divana bıraktı. Kızın bakışlarında bir huzursuzluk vardı.
“Belki de… yarasına sebep olduğun için,” dedi içinden bir ses.
İç sesi susturup kıza doğru eğildi.
“Bunları… giyebilirsin. Daha rahat edersin,” dedi, sesi yumuşak ve temkinliydi.
Kız, yanında duran kumaş parçalarına baktı. Tişörtü iki parmağıyla kaldırıp inceledi — dokusu ona yabancıydı ama sanki ilgisini çekmişti. Sonra gözleri bir an Arat’ın çıplak göğsüne kaydı.
Arat o anda fark etti: Hâlâ üstsüzdü. Terli tişörtü çıkardıktan sonra yukarı koşmuş, o hâliyle kıyafet uzatmıştı. Kendisi bu durumdayken bir başkasına “rahat et” demesi ironikti.
Parmağıyla önce kızın üstündeki yağmurluğu daha sonra elindeki tişörtü gösterdi.
“Onu… senin için getirmiştim.”
Kız, ilk anda yalnızca Arat’ın yüzüne baktı. Ne dediğini tam anlamamış gibiydi. Sonra birden, üzerindeki yağmurluğu çıkarmaya yeltendi. Parmakları düğmelere uzandığında, Arat’ın gözleri bir an irileşti.
“Hop! Hey, hayır… şey… banyoda değiştirsen daha iyi olur,” dedi. Kelimeler ağzında birbirine dolanmıştı. Gözlerini kaçırıp eliyle banyoyu işaret etti.
Sesindeki ani yükselme kıza etki etmişti; bir anda durdu. Arat’ın sözleri yavaş yavaş ulaşıyor gibiydi ona. Dizlerini kendine çekerek doğrulmaya çalıştı ama ayağa kalkmakta zorlandı.
Durumu fark eden Arat, temkinle elini uzattı. Kız önce tereddüt etti ama sonra onun elini tutarak doğruldu. Ayağa kalktığında birden sendeledi.
“Bacağın mı acıyor?”
Arat, pansuman yaptığı bölgeyi işaret etti. Kız, sargıya baktığında şaşırdı. Sanki yeni fark etmişti yaralı bacağını, bir yabancıya aitmiş gibi şaşkınlıkla inceledi.
“Yürümene yardım edebilirim,” dedi Arat. Bu kez daha sakin bir sesle.
Kız cevap vermedi ama başını hafifçe eğerek onay verdi. Arat, dikkatlice kolunun altından kavradı. Teması minimumda tutarak ona eşlik etti — mesafeyi koruyarak birlikte banyoya doğru yürüdüler.
Banyonun kapısına vardıklarında Arat ışık düğmesine uzandı, loş sarı bir ışık içeriyi aydınlattı. Kapıyı yarım aralayıp başıyla içeri işaret etti.
“Üstünü burada değiştirebilirsin,” dedi, elindeki kıyafetleri çamaşır sepetinin üzerine bırakırken.
“Bir şeye ihtiyacın olursa seslen yeter.”
Ardından sessizce kapıyı kapattı.
Kız banyoya adım attığında etrafındaki her şey ona yabancıydı. Gözleri, şekerciye girmiş bir çocuğunki gibi etrafı süzüyor; gördüğü her yeni nesneyi merakla inceliyor, ne işe yaradıklarını çözmeye çalışıyordu. Keşke şu çift ayaklıyla konuşabilseydi — o zaman her şey daha kolay olurdu.
Ayakta kalmakta zorlandığı için lavabonun kenarlarına tutundu. O sırada aklına onun uzattığı kumaş parçası geldi. Karaya çıkan diğer deniz kızlarından duymuştu — buradakiler bedenlerini örtmek için böyle şeyler kullanıyordu.
Denizdeyken o da ölü teknelerin içinden kumaşlar bulmuş, denemişti. Belki böylece onlara daha çok benzeyebilirdi. Ama her seferinde hareketleri kısıtlanmış, kuyruğuna dolanan o çirkin yeşil elbiseden bıkıp vazgeçmişti.
Lavabonun kenarını bırakıp aynaya yaklaştı. Soluk gözleri yansımayla buluştu. Sanki çehresine her geçen saniye biraz daha renk geliyordu. Karada geçirdiği her dakika onu canlandırıyor… belki de gerçekten bir insana dönüştürüyordu.
Çamaşır sepetinde duran tişörte uzandı. İki ayak üzerinde durmak, suda uyumak gibiydi. Akıntıya bırakıldığında ne kadar rahatsa, şimdi de aynı o his — yalnız daha dengesiz. Yer, her an altından kayıp gidecekmiş gibi.
Tişörtü eline alıp çevirdi. Yeşil elbiseye benziyordu: başını geçirecek bir açıklığı ve iki kol bölmesi vardı. Diğer kumaş parçasıysa neye yaradığını çözemediği bir gizemdi; onu sepetin üstünde bıraktı. Tişörtü başından geçirip üzerine çekmeden önce yağmurluğun düğmelerini teker teker açıp yere bıraktı. Kumaş dizlerine kadar uzanıyor, orada bitiyordu.
İşi bittiğinde teşekkür etmek için dışarı çıkmak istedi. Kapının koluna uzandı, ama nasıl çalıştığını tam anlayamadı. Kendine çekmeyi denedi, kapı yerinden kıpırdamadı.
Arat ise o sırada dolabın raflarını karıştırıyordu. Hızlıca bir tişört, kareli bir gömlek ve kot pantolon aldı, üzerini giyip divanın yanından geçerek mutfağa yöneldi.
Ahşap kulübe büyük değildi ama bir kişiye yetecek kadar rahattı. Giriş ve bodrumdan oluşuyordu. Holün sonunda bodruma inen eski merdivenler, sağdaki kapı ise yaşam alanına açılıyordu. Köşede bir yatak, karşısında divan; onun ilerisinde ise mutfak denilebilecek küçük bir alan vardı. Arat burada pek vakit geçirmezdi — nadiren hazırladığı kahvaltılar dışında.
Mutfak dolabından bir kutu mısır gevreği aldı, kaseye döktü. Buzdolabından sütü çıkarırken odada sadece o, düşünceleri ve gevreğin üzerine dökülen sütün sesi vardı.
Tezgaha yaslandı. Kaşığını kaseye daldırırken tatsız gevreği çiğnedi, kendini azarlar gibi söylendi:
“Yardıma ihtiyacın olursa seslen mi? Ne yapacaksın, sen mi giydireceksin?”
Kaşığı yavaşça kaseye bıraktı.
“Salak…”
Kollarını göğsünde kavuşturdu, bir süre daha orada öylece kaldı. Sonra gözleri kapıya kaydı. Kapı kolunun zorlandığını fark etti. Sessiz adımlarla banyoya yaklaştı.
“İşin bitti mi? Her şey yolunda mı?” diye seslendi.
Cevap gelmedi.
“Kapı kolu bazen tutukluk yapar. Açayım ben.”
Kolu indirip kapıyı kendine doğru çekti. Tam o sırada kız sendeleyip önüne düştü. Arat refleksle eğilip onu yakaladı. Gözleri bir an çamaşır sepetindeki şorta takıldı. Ardından kıza döndü — üzerinde sadece verdiği tişört vardı.
“Giymek istemiyorsan… seni zorlayamam tabii,” dedi.
“Sadece elimde bunlar vardı, kusura bakma.”
Kız gözlerini yerden kaldırmadı. Sessizdi. Ama ifadesinde utanma da yoktu.
Arat, sessizce kızın koluna girdi. Onu yatağın kenarına götürdü. Kız otururken, kendisi de odanın köşesinden bir sandalye çekip karşısına yerleşti.
Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Ama artık bu sessiz yabancının kim olduğunu ve neden yardım etmek zorunda hissettiğini anlamak istiyordu.
“Dün olanları hatırlıyor musun?” diye sordu, temkinli bir tonla.
Kız başını hafifçe çevirdi. Gözlerinde anlam veremediği bir boşluk vardı. Korkudan çok… belki merak? Ama onu anlayıp anlamadığına Arat tam emin olamıyordu.
“Bacağın için… üzgünüm,” dedi ardından. “Benim yüzümdendi.”
Cevap yine gelmedi.
“Pansuman yaptım,” diye devam etti. “Ama hâlâ acıyorsa… bir ağrı kesici verebilirim.”
Kızın bakışları bacağına kaydı. Parmakları sargının etrafında dolaştı. Ardından Arat’la göz göze geldiler. Kısa bir an. İkisi de hızla bakışlarını kaçırdı ama Arat, onun yüzündeki tedirginliği görebilmişti. Suçlamak gibi bir hakkı yoktu zaten.
Bu sessizlik artık sadece bir şaşkınlığın veya şokun sonucu gibi gelmiyordu. Arat düşünmeye başladı: Dilsiz mi? Yoksa konuşmaktan mı korkuyordu? Ya da… tamamen başka bir şey mi?
Derin bir nefes aldı.
Bu kez daha doğrudan sordu:
“Adın ne?”
Kızın gözleri parladı. Sanki tüm söyledikleri arasında yalnızca bunu anlamıştı. Saçlarını omzunun gerisine savurdu ve boynundaki deri kayışın ucundaki metal etiketi gösterdi.
Arat önce anlayamadı. Sandalyenin ucuna yaklaşıp yazıyı okumaya çalıştı. Gözleri kısıldığında, birden yüzü değişti. Ardından istemsiz bir kahkaha patladı. İki elini kayışa götüren kız, irkilip hafifçe geri çekildi.
Arat, gözünden süzülen yaşa dokunarak gülmesini bastırmaya çalıştı.
“Adın… Şanslı mı?”
Sesi hâlâ kıkırdamayla karışıktı.
“Yani gerçekten… boynundaki köpek tasmasını gösterip isminin Şanslı olduğuna inanmamı mı bekliyorsun?”
Arat’ın kahkahası, sorduğu sorunun ciddiyetini gölgede bırakmıştı. Kız, karşısındaki adamın neden güldüğünü anlamaya çalışıyordu. Boynundaki kayışı çıkardı, sessizce yatağın bir köşesine fırlattı.
Denizdeki arkadaşları, karadakilerin her birinin kendine özgü bir ismi olduğunu söylemişti. Seren bir gün yine teknelerde dolaşırken bu değerli deri kayışı bulmuştu. Metal plaka üzerinde yazan ‘ismi’ biri terk etmiş olabilirdi. Ve eğer bu kayışın üzerindeki adı sahiplenirse, çift ayaklıların arasına daha kolay karışabileceğini düşünmüştü. Ama karşısındaki adam şimdi, bu seçimiyle alay ediyordu sanki — bu ismin ne kadar saçma olduğunu ona göstermek ister gibi.
Canı sıkıldı. Kollarını birbirine doladı, başını çevirip bakışlarını odanın uzak bir köşesine sabitledi. Bu tepkiyi beklememişti. Oysa bu adam… ona hep yardım etmişti. Onu karaya taşıyan, korkularıyla ilk kez yüzleştiren oydu. Onca yalnızlıktan sonra farklı bir dünyanın kapısını aralayan kişi. Belki de karadaki ilk dostu…
Ama şimdi — ona gülen kişi, yine oydu.
Kız, seçtiği isme, kendi çabalarına böylesine kahkaha atılmasını kaldıramamıştı.
Arat, gözündeki yaşları silerken yatağın köşesine fırlatılan kayışı eline aldı. Parmakları yıpranmış deride gezinirken bir yandan da kızın gözlerini yakalamaya çalıştı. Gülmeyi biraz abarttığını şimdi fark ediyordu.
Sessizliği bozmak ister gibi, sesi naif ama kararsızdı:
“Hakkında bir şey bilmeden sana nasıl yardımcı olabilirim ki? Eğer… konuşursan…”
Cümlesi havada asılı kaldı. Birden eli cebine gitti. Antika saatini çıkarıp baktı.
“Ha siktir.”
Yelkovan akrebi kovalamaya başlamıştı — zaman hızlanmış gibiydi. Sandalyeyi geriye itti, aceleyle ayağa kalktı. Masanın üzerini gözden geçirdi, ardından kapıya yönelip başını dışarı uzattı. Telefon ortalıkta yoktu.
O anda hatırladı.
Tabii ya… arabada kalmıştı. Dün akşam alelacele Tete’nin peşinden Eski Kent’e gitmiş, ardından doğrudan tekneye geçmişti. Ceket bile almamıştı.
Alnına hafifçe vurdu. Kapının arkasındaki kot ceketi omuzlarına geçirip arkasını döndü.
“Kusura bakma… çıkmam gerekiyor,” dedi, yüzüne telaşla karışık bir tebessüm yerleştirerek.
“Ama döndüğümde… sohbetimize kaldığımız yerden devam ederiz.”
Kapıdan çıkmadan önce bir an durdu. Sanki bir şey daha söylemek üzereydi ama kelimeler gelmedi. Dudağının kenarında durup dağıldılar.
Tabii… konuşursa.
Kapıyı kilitleyip çıktı.
Toprak yolda ilerlerken, nemli kumlar ayaklarının altında birikiyor, her adımda hafifçe dağılıyordu. Ağaçların arasından geçen rüzgâr, gömleğinin eteğini dalgalandırıyor; kulağına ormanın sessizce fısıldadığı o eski ezgiyi taşıyordu.
Yolun sonunda otobüsün motor sesi uzaktan duyuldu. Durağa varmadan önce kısa bir ıslık çaldı, şoför aracı durdurdu. Gıcırdayarak açılan kapıdan içeri adımını attığında, koltuklar kasabanın sabah sessizliğini yansıtırcasına boştu.
Cam kenarındaki koltuğa oturdu. Başını cama yasladı. Gözleri, dağların denizle buluştuğu o tek çizgiye kilitlendi ve yol boyunca başka hiçbir yere bakmadı.
Kasaba merkezine vardığında otobüsten indi, turizm ofisine çıkan dar sokaklara yöneldi. Kaldırım taşlarının tanıdık sesi, sabahın sessizliğinde yankılanıyordu.
Ofis kapısındaki çan tıngırdadı. Lidya, masasından başını kaldırdı. Elindeki kalemi bırakıp hızla ayağa kalktı, birkaç adımda Arat’a ulaştı.
“Telefonunu açmayınca bir an kaçtığını sandım,” dedi, sitemkâr bir sesle.
Arat, ceketini vestiyere asarken omzunu silkerek karşılık verdi:
“Arabada kalmış. Kaçmadım.”
Kısa bir duraklamayla ekledi:
“Henüz.”
Lidya hafifçe yerinde sağa sola döndü. Gözlerinde o tanıdık, muzır parıltı belirdi.
“Sürprizim var.”
Arat geri dönmeden cevap verdi.
“Lidya… gerçekten, şakalarınla uğraşacak modda değilim.”
“Of… ama bu sefer ciddiyim.”
Arat başını kaldırdı. Gözleriyle onu süzdü.
“Peki. Dinliyorum.”
Lidya bir adım geri çekilip arkasındaki kişiyi eliyle işaret etti. Arat’ın bakışları yavaşça onun gösterdiği yöne kaydı.
Arat’ın yüzü bir anda buruştu. Hiçbir şey söylemeden doğrudan masasına yöneldi. Lidya sessizce arkasından geldi. Sarışın kız ise olduğu yerde duruyor, saç uçlarıyla oynamaya devam ediyordu.
Lidya, Arat’a iyice yaklaşarak fısıldadı:
“Seni görmeye geldiğini söyledi…”
Göz ucuyla kıza baktı, sonra kaşını kaldırdı.
“Bu… dünkü kız, değil mi? Yanılmıyorum?”
Arat sandalyesine geçip masadaki evraklarla uğraşmaya başladı. Ağzının kenarından belli belirsiz bir yanıt döküldü:
“Maalesef…”
Lidya ellerini beline koyarak masanın önünde dikildi.
“Sabahın köründe müdürle birlikte geldiler. Reklam, rehberlik, bir şeyler anlattı… pek çözemedim. O yüzden, sen devralsan iyi olur.”
Sonra arkasını döndü, eliyle kızı yanlarına çağırdı.
Kız, tek kelime etmeden yürüdü. Omuzları dik, adımları ölçülü. Masanın önündeki koltuğa oturdu, bacak bacak üstüne attı. Gözlerinde tanıdık bir ukalalık parlıyordu.
Arat, sabrının sınırlarına yaklaşmıştı. Bir Lidya’ya, bir kıza baktı — gözleri kısıldı, ifadesi sertleşti. Ama Lidya çoktan ortadan kaybolmuş, masasına geri dönmüştü.
Arat, elindeki sayfaları usulca bıraktı. Ellerini masanın ortasında birleştirdi, parmaklarını kenetleyip karşısındaki kıza baktı.
Konuşmasını bekliyordu.
Kız çenesini hafifçe yukarı kaldırarak söze girdi:
“Selam, Arat.”
Arat cevap vermedi. Sessizliği kalkan gibi kuşanmıştı.
“Müdürünle ne konuştuğumu merak ediyor musun?”
Sinsice kıvrılan bir gülümsemeyle bakıyordu.
“Uzatma,” dedi Arat, sesi kısa ve netti.
Kız, güneş gözlüğünü saçlarının arasından çıkarıp masaya bıraktı.
“Peki… o zaman direkt konuya giriyorum.”
Konuşurken dudaklarının kenarı yukarı kıvrılıyordu. Bu durumdan keyif aldığı belliydi.
“Birkaç hafta Filyos’ta kalmaya karar verdim. Bu süreçte Kumsal Turizm’le birlikte çalışacağız. PR, içerik üretimi falan… Müdürünüz inanılmaz tatlı biri.”
Bir an durdu. Sakızını çıkarıp masadaki kül tablasına yapıştırdı.
“Bana yardımcı olması için bir rehber ayarlamayı bile teklif etti. Harika, değil mi?”
Arat sandalyesine yaslandı. Bakışları “neden yine ben” der gibi odada gezindi. Tam o anda kız hafifçe masaya eğildi.
“Ah, en önemli kısmı unuttum! Bil bakalım müdür kimi önerdi?”
Parmağıyla onu işaret etti. Kısa bir duraksamayla tepkisini ölçtü.
“Ofisin en kalifiye elemanı senmişsin. Ben de ‘en iyisi’nden başkasıyla çalışmam dedim.”
Tırnaklarıyla oynamaya başladı, sesi aniden ciddileşti. Bakışları hâlâ kendi ellerindeydi.
“Bu burada bitmedi demiştim… hatırlıyorsun, değil mi?”
Son cümleyi sahte bir gülümsemeyle süsledi.
Arat’ın alnındaki çizgiler derinleşti. Kafasının içinde bir yerlerde dönen çarkların gürültüsü yüzüne yansımıştı. Tam yardım istemek üzere Lidya’ya dönecekken, Lidya zaten çoktan anlamış, onun yanına gelmişti.
Kız gözlüğünü tekrar kafasına taktı. Soğuk, kendinden emin bir ifadeyle koltuktan kalktı. Lidya’nın eşliğinde ofisten çıkarken geride yalnızca keskin bir sessizlik bıraktı.
Kapı kapandığında Lidya geri döndü. Arat’a şöyle bir baktı, ardından hafifçe gülümsedi.
“Senin şansın bende olsun istemezdim, Arat Bey.”
‘Bey’ kelimesini özellikle vurguladı — dünkü karmaşaya ince bir gönderme.
Arat yalnızca göz devirdi. Yorum yapmadan sandalyesine gömüldü.
İkili sessizce masalarında çalışmaya döndüler. Zaman ilerledikçe kasabanın güneşi gökyüzünde yer değiştiriyor, ofisin içi yavaş yavaş soluk bir sessizliğe bürünüyordu.
İş çıkışına doğru yaklaşırken Lidya, elinde iki karton bardakla Arat’a yaklaştı. Masasına geldi, karşısındaki koltuğa oturup birini onun önüne bıraktı.
“Tete’den duydum… dün küçük bir kaza geçirmişsin. Geçmiş olsun.”
Arat, bardağı kavrayıp iki avucunun arasına aldı. Sıcaklık parmak uçlarına yayıldı. Bir yudum aldıktan sonra başını hafifçe salladı.
“Teşekkür ederim. Uzun bir geceydi… üstüne bu sabah da tuzu biberi oldu diyebilirim.”
Lidya, onun yüzündeki yorgunluğu hissetti. Gözleri uykuluydu, omuzları düşük. Onu biraz olsun neşelendirecek bir şeyi hatırladı.
“Aslında sana bir şey soracaktım,” dedi neşesini bozmadan.
Arat’ın kaşları anında çatıldı.
“Lidya, başka gün yokmuş gibi… bugün benden bir şey isteme, lütfen.”
Lidya ellerini havaya kaldırdı. Sesi bozulmuş gibiydi ama tanıdık enerjisini kaybetmedi.
“Hey! Kaptan, daha cümlemi bitirmemiştim. Yemeğe gelmek ister misin diyecektim. İnci tanem elleriyle sarma sarmış.”
Arat’ın yüz ifadesini yokladı.
“Hem seni özellikle o çağırdı. Gelmezsen bozulur, biliyorsun.”
Arat, başını yana eğdi. Bardağı parmaklarının arasında sağa sola çevirdi.
“Bilemiyorum, Lidya… yorgunum.”
Gözlerindeki çizgiler sabaha kıyasla daha da derinleşmişti. Ama Lidya ısrarcıydı.
“Hadiii, kırma bizi. Hem uzun zamandır seni soruyor.”
Bir an durdu. Arat’a döndü.
“Dürüst olayım mı? Bazen… seni, öz torunundan daha çok önemsiyor gibi davranıyor. Ama ne kadar uğraşsam da buna kızamıyorum işte.”
Yanaklarına yayılan gülümseme, gözlerindeki ışıltıyla birleşti. Kısa bir sessizlik oldu. Arat gözlerini kaçırdı, iç çekti. Kabul ettiğini belli eden o baş eğişiyle sordu:
“Saat kaçta?”
Lidya sevinçle ayağa kalktı. Hızlı adımlarla kapının yanındaki askılığa yöneldi.
“Hemen şimdi!”
Montunu alırken hâlâ oturan Arat’a dönüp gülümsedi.
“Hadi, kalk da ceketini giy. Yemekler soğumadan yetişelim.”
Beraber kasabanın taş döşeli sokaklarında yürümeye başladılar. Sokak lambaları yeni yeni yanıyor, akşam yavaş yavaş kasabanın üzerine iniyordu. Turist mevsimi henüz açılmadığı için her şey sakindi; tozlu yolların üzerinde sessizlik ağır ağır geziniyordu. Gökyüzü, soluk bir turuncuyla boyanmıştı.
Lidya ve anneannesinin evi, kasabanın kalbindeki tarihi Filyos Sokağı’nda yer alıyordu. Eskiden dedelerinden kalma, yaşlı bir taş yapıydı burası. Annesinin ölümünden sonra, anneannesi evi terk etmeyi reddetmişti. Sanki oradan ayrılırsa, kızından kalan tüm anılar da peşinden kaybolacakmış gibi hissediyordu. Lidya da yanında kalmıştı. Yalnız kalmasına gönlü razı gelmemişti.
Maviye boyalı eski kapının önüne geldiklerinde, Lidya zile bastı.
İnci, kucağındaki yün yumaklarını ve şişleri kenara bıraktı, ardından kapıya yöneldi. Araladığında yüzü aydınlandı. Arat’ın ellerini tuttuğu gibi onu içeri çekti. Evin içi, o tanıdık sesle doldu:
“Aaa, serserim gelmiş!”
Heyecanı sadece sesine değil, yüzüne de yansımıştı.
Kapının kenarında durmuş Lidya, kollarını göğsünde kavuşturmuş halde onları izliyordu. Dudaklarını bükerek gülümsedi.
“Anneanne… torunun da geldi, farkındaysan. Kapıdan sadece Arat girmedi.”
Lidya bir eliyle anneannesine sarılan Arat’ı nazikçe iterken diğer eliyle de tontişinin pamuk yanaklarını sıkıyordu.
“Tamam tamam, hadi… önce banyoya. Eller yıkanmadan sofraya oturulmuyor, biliyorsun.”
Lidya, Arat’ı sollayıp üst kattaki banyoya koşturdu. O sırada Arat, İnci’ye dönüp hafifçe gülümsedi.
“Teşekkür ederim bugünkü davetin için. Midem zil çalıyor. Uzun zaman oldu, yemeklerini özledim.”
İnci ellerini beline koydu, kaşını kaldırarak yarı ciddi, yarı şefkatli bir tonda çıkıştı:
“Hayırsız evlat! O zaman neden bu kadar zamandır uğramıyorsun? Her sabah Lidya’ya tembih ediyorum: ‘Arat’ı da getir,’ diye!”
Arat iki elini kaldırarak savunmaya geçti, merdivenlerden inen Lidya’yı işaret etti.
“Suç benim değil! Buradaki hanımefendi hiçbir şey demedi. Sürekli randevulara koşturuyor. Unutmuştur belki.”
Masaya oturmak üzereyken sırtına iddialı bir şaplak indi. Lidya, omzunun üzerinden anneannesine dönüp mahcup bir gülümseme attı.
“Ama anneanne…”
İnci, her zamanki ustalığıyla tabaklara dolmaları yerleştirirken, sofra yavaş yavaş sohbetle doldu. Gecenin kızıllığı camlardan süzülürken, evin içi küçük ama sıcak bir kalabalıkla ısındı.
Yemek sonrası Arat, tabakları toplamaya koyulmuştu. O sırada Lidya mutfağa doğru seslendi:
“İnci tanem, biliyor musun… dün Arat’ın başına neler gelmiş?”
İnci, belindeki bezi ellerine silerken mutfaktan çıktı. Masaya yanaşırken gözlerinde meraklı bir ifade vardı. Arat, tabaklardan birini hâlâ tutuyordu ama diğer eliyle hızla Lidya’ya sus işareti yaptı.
Faydasızdı.
Lidya’nın gözlerindeki kıvılcım çoktan alevlenmişti.
“Fırtınada tekneyle açılmış… sonra da botla terk etmiş tekneyi! Tete anlattı.”
İnci’nin yüz ifadesi, Tete ismini duyar duymaz değişti. Gözleri anlık bir duraksamayla derinleşti. Ardından kendini toparlayıp Arat’a yanaştı.
“Doğru mu bu, çocuğum?” dedi.
“Yine gece gece tekneyle denize mi açılıyorsun sen? Kalpten gideceğim bu gidişle… ikiniz de!”
Lidya hemen araya girdi, ellerini havaya kaldırdı.
“Anneanne, ben ne yaptım şimdi? Denize açılan benim sanki… burada suçlu başka biri,” diyerek başıyla Arat’ı işaret etti.
“Masum torununa yüklenme öyle.”
İnci, elindeki bezi masaya bıraktı. Koltuğuna doğru yürürken kitaplığın önünde durdu, ardından başıyla Arat’ı yanına çağırdı. Raflardan birinden kalın bir ansiklopedi uzattı.
Yüzünde hâlâ biraz kırgınlık vardı ama… Arat’ı torunu gibi gördüğü belliydi. O kırgınlık, uzun süre kalacak türden değildi.
Arat, kapağı inceledi. Koyu yeşil arka planın üzerine siyah harflerle yazılmıştı: Mitolojik Deniz Canlıları Ansiklopedisi.
Yazar ismini gördüğünde kısa bir anlığına başını kaldırdı. Lidya, onun bakışını yakalayarak gülümsedi.
“Oktay hediye etmişti,” dedi. “Anneannemin mitolojiye ilgisini iyi bilir.”
Arat, başını çevirip İnci’ye baktı.
“Gerçekten çok güzel bir kitap.”
İnci gülümsedi.
“Sana hediye ediyorum. Teknelerle uğraşmayı bırak, daha güvenli bir hobi edin.”
Ansiklopediyi Arat’ın ellerine bıraktı, sonra koltuktaki köşesine yerleşti. Koltuğun yanından bir yumak çekti aldı.
“Teşekkür ederim, İnci. Ama bu sana gelmiş bir hediye, alamam,” dedi Arat, kitabı özenle tutarken.
İnci, elindeki ipi sararken homurdanarak karşılık verdi:
“Laf yetiştirme de şu yaşlı kadının hediyesini al artık. Otur şuraya.” Kaşısındaki koltuğu işaret etti.
Arat, gülümsedi. Teşekkür edercesine başını eğerek kırmızı koltuğa yerleşti.
“Bu hafta kitapçıya uğramayı düşünüyorum. İstediğin bir şey olursa Lidya’yla haber gönder.”
İnci, ipin bir ucunu Arat’a uzattı.
“Hâlâ o İtalyan’ın kitapçısına mı gidiyorsun? Kapatmadı mı o antika dükkânı?”
“Evet. Epey eski biliyorum ama… aradığım kitaplar hep oradan çıkıyor.”
İnci, yumağı toparlayıp koltuğun yanındaki sepete bıraktı. Ardından yarım kalmış örgüsünü dizlerine alıp şişleri ustaca hareket ettirdi.
Arat, bir an duraksadı. Sonra çekinerek İnci’ye baktı.
“Tete’yle neden görüşmüyorsunuz, İnci?”
İnci elindeki şişleri dizine koydu. Gözleri Arat’a döndü, yüzüne kısa bir ifadesizlik oturdu.
“Bugün de… sofrada onun adını duyunca bir garip oldun,” dedi Arat.
Sesi çekinceliydi ama içindeki merak ağır basıyordu.
“Biliyorum, haddimi aşıyor olabilirim. Ama Tete de senin adını duyunca susuyor. Sadece… merak ettim.”
İnci, dizlerindeki şişleri yavaşça yanına bıraktı. Titrek gözlerini camdan dışarı denizin üstüne kondurdu.
“Tevfik ve ben… eski dostuz.”
Kısa bir duraksama anında kelimeler genzine dizildi.
“Bizim yaşımıza gelince… bazen insanlar birbirinden uzaklaşır, oğlum.”
Arat bir şey diyemedi. Kalbine oturan suçlulukla yalnızca başını eğdi. İçinden geçen tek şey: “Keşke sormasaydım.”
O anın sessizliğini Lidya’nın ayak sesleri böldü. Elinde bir tepsi, üzerinde ince belli bardakta çayla içeri girdi.
“Ne kaynatıyorsunuz bakalım?”
Sesi neşeliydi ama ortamın tonunu hissetmişti.
Arat toparlandı, koltuğun kenarındaki ceketine uzandı. Saatine göz attı.
“Yemek için teşekkür ederim, İnci. Ama ben artık yavaş yavaş kalksam iyi olur. Dünden sonra erkenden dinlenmek istiyorum.”
İnci, başıyla onayladı. Bir şey söylemedi ama yerinden kalkıp Lidya’yla birlikte onu girişe kadar uğurladı. Arat’ın eline yemek dolu bir sefer tası tutuşturdu.
Arat kapıdan çıkarken durdu. Ceketinin yakasını düzeltti, ardından Lidya’ya döndü. Sesi ciddi ama içinde o tanıdık çekinceyle sarmalanmıştı:
“Lidya… bana olan iyilik borcunu hatırlıyorsun, değil mi?”
İnci içeride koridora doğru yürürken, Lidya gözlerini kısıp ona baktı.
“Yoksa benden bir şey mi isteyeceksin?”
Arat başını hafifçe salladı.
“Evet. Ama… soru sormak yok. Anlaştık mı?”
Lidya gözlerini devirdi.
“Arat…”
“Söz ver. Soru sormayacaksın.”
Omuzlarını düşürerek başını salladı.
“Peki. Söz.”
Arat bir an duraksadı, ardından cümlelerini toparlayarak konuştu:
“İstediğim şey… biraz tuhaf gelebilir. Ama… giymediğin birkaç kıyafeti ödünç verebilir misin? Sadece birkaç tişört, eşofman falan…”
Lidya, kapının pervazına yaslanmıştı. Kaşları hafifçe kalktı ama bir şey demedi. Arat, bakışlarını kaçırarak ekledi:
“Ve şey… bir de… hiç açılmamış bir iç çamaşırı. Eğer varsa tabii.”
Son cümle, neredeyse tek nefeste çıkmıştı. Lidya’nın kaşları bu kez şaşkınlıkla kalktı.
“Ne için kadın çamaşırı istiyor olabilirsin acaba?”
Her kelimesi ayrı bir şok.
“Soru sormayacaksın demiştim.”
Lidya kollarını kavuşturdu.
“Bunun biraz haksızlık olduğunu sen de biliyorsun.”
Arat sesini alçalttı.
“Lütfen… gerçekten mecbur kalmasam istemezdim.”
Lidya derin bir nefes aldı. Sonra parmaklarını ağzına götürüp hayali bir fermuar çekti, başını sallayıp içeri gitti.
Birkaç dakika sonra elinde küçük bir paketle geri döndü. Paketi Arat’a uzattı.
“Al bakalım. Çok bir şey yok ama birkaç tişört, hiç giyilmemiş bir pantolon, biraz çorap ve… istediğin çamaşırdan bulabildim. İşine yararlar mı bilmem.”
Arat paketi alırken gözlerinde açık bir minnet vardı.
“Sen bir tanesin, Lidya.”
Paketi kolunun altına sıkıştırdı. Lidya’nın omzuna hafifçe yumruk atıp arkasını döndü. Tam kapıdan çıkarken Lidya arkasından seslendi:
“Bu iyiliği üç borcuma sayarım!”
Arat elini kaldırıp başparmağını gösterdi.
“Tamam!” diyerek yürümeye devam etti.
Sokağın ucuna vardığında, taş döşeli yolun sessizliğinde yankılanan adımlarıyla arabasına ulaştı. Elindeki paketi ve yemek tasını arka koltuğa bıraktı, ardından direksiyonun başına geçti. Dün yan koltukta unuttuğu telefona uzandı.
Ekran açıldığında, ardı ardına gelen bildirimler karanlık arabanın içinde yüzüne yanıp sönmeye başladı.
3 mesaj – Lidya
7 cevapsız çağrı – Tete
Hepsi tanıdık ve telaşlıydı.
Parmakları ekranın en altına kaydı—gözleri, tanıdık ama rahatsız edici bir sessizlik taşıyan satıra takıldı.
“Neler sakladığını biliyorum.”
Tanınmayan bir numaradan, saat 03:13’te gelmişti. Tıpkı önceki haftalarda olduğu gibi. İlk mesaj geldiğinde bunun bir yanlışlık olduğunu düşünmüştü. İkinci seferde, birinin onunla dalga geçtiğini. Ama mesajlara eşlik eden takip edildiğine dair huzursuz içgüdü, bunun bir şaka olmadığını apaçık gösteriyordu.
Her seferinde yaptığı gibi, bu mesajı da tereddütsüz sildi. İçeriği değişse de, her mesajda aynı kalan bir şey vardı: Gönderenin kimliği hep belirsizdi.
Bir süre elinde tuttuğu telefonu ceketinin cebine geri koydu. Ardından başını kaldırıp ön cama, sonra dikiz aynasından çevreye göz gezdirdi. Sokak, rahatsız edici bir sessizlik içindeydi.
Arat far koluna uzandı. Işıklar bir anda boşluğu yırtarak sokağı doldurdu. Son bir kez dikiz aynasından Lidya’nın evine baktı.
Vites kolunu kavradı, motoru çalıştırdı ve içindeki ürperti büyümeden sokaktan uzaklaştı.