6. Bölüm
Mağara
Kolları, iki bedeni de taşımaktan yorulduğunda ve pes etmek üzereyken, kara parçası silik bir silüet gibi karşılarında belirdi.
Karaya bu kadar yaklaşmak genelde onu tedirgin ederdi. Fakat bu sefer içindeki duygular tamamen farklıydı. Vücudunu saran acı, zihninin kalan son köşelerini de ele geçirmeden mağaraya ulaşmak istiyordu artık.
Hep gittiği bu yol, bu sefer bitmek bilmeyen bir mesafeye dönüşmüştü. Ne zaman varacaklardı? Derken, mağaranın girişi önlerinde belirdi.
Mağaranın denizin altına açılan ağzından yüzerek içeri girmeleri gerekiyordu. Ancak bir sorun vardı: Çift ayaklıyı nasıl içeri sokacaktı, eğer suyun altında nefes alamıyorsa?
Kollarında hala gözleri kapalı olan çift ayaklıyla mağaranın girişinde durdu, bir süre çözüm düşündü. Bu esnada hem kollarını hem de yaralı kuyruğunu dinlendirmek için kendine zaman kazandı. Turuncu balonu kendinden uzaklaştırarak çift ayaklıyı kıyıya doğru itti.
Sırtını kıyıya döndü, denizin yüzeyinde uzanarak arkalarında bıraktığı hırçın dalgaları izledi. Fırtına bulutları yavaş yavaş onlardan uzaklaşıyordu. Bu içini rahatlattı. Fakat önlerinde yeni bir sorun belirmişti: Mağaraya nasıl gireceklerdi?
Biraz mağaranın çevresinde yüzdü, başka bir giriş aradı. Bu sırada turuncu balona sarılmış çift ayaklı, kıyıya yakın bir noktada suyun üzerinde sakince süzülüyordu.
Artık başka çaresi kalmamıştı. Turuncu balonu nazikçe çift ayaklının kollarından sıyırdı ve dikkatlice, yeni sarılma dostunu kıyıya bıraktı. İçinden seslendi: “Beni burada bekle. Sakın bir yere ayrılayım deme. Şu çift ayaklıyı içeri koyar koymaz seni almak için geri döneceğim, dostum.”
Çift bacaklının gövdesini kavradığı gibi suya daldı mağaranın içine doğru süzülerek yüzdü.
Suyun altında fazla kalmamaya özen gösteriyordu. Ne de olsa şu çift bacaklılar kendisi gibi değildi; nefes alabilmeleri için suyun yüzeyinde olmaları gerekiyordu.
Mağaranın tavanı, su yüzeyinden yansıyan ışıklarla titreşiyordu. Ay ışığı, dalgaların hareketiyle kırık çizgiler halinde parıltılarını serpiyordu her bir yüzeye. Yerden tavana olan yükseklik, üç kuyruk darbesi uzunluğunda ölçülebilirdi -onun gözünden bakıldığında epey yüksek sayılırdı.
Karanlık oyukta ilerledikçe, kayaların çakıla dönüştüğü bir kıyı belirdi karşısında. Ufalanmış taşlar, sanki yıllardır kimsenin dokunmadığı, unutulmuş bir sınır gibi uzanıyordu önünde. O sınıra kadar yüzdü… ve durdu.
Daha ileri gidip gidemeyeceğini bilmiyordu. Bu mağara karaya en çok yaklaştığı noktaydı. Ama o çakılların ötesine geçmeyi hiç denememişti. Suyun içinde özgürdü; ama taşın, toprağın, karanlık boşluğun olduğu yerlere dair içinde bastıramadığı bir ürperti vardı.
Korku muydu bu?
Ne zaman başladığını hatırlamıyordu artık. Kara korkusunun, içten içe onu ne zaman kemirmeye başladığını…
Omuzlarında uzanan çift ayaklıyı çakılların üzerine usulca bıraktı. Ancak o zaman fark etti: Daha önce yalnızca küçük balıklar ya da turuncu balon dışında kimseye sarılmamıştı. Şimdi ise kolları, yabancı bir bedenin ağırlığını kavrıyordu.
Bu da sarılma sayılır mıydı ki?
Kafasını iki yana salladı. Hayır.
Acı, bulanık bir sis gibi çökmeye başlamıştı zihnine. Geri çekildi. Çakıl taşlarının keskinliği ayasına batmadan önce uzaklaştı. Suyun kenarındaki kayalıklara yaslandı. Tenine değen taşların soğukluğu bir an için sis dalgasını dağıttı ama bedenine yük olan yorgunluk, artık tüm bedenini sarıyordu.
Yarası zonkluyordu. Kuyruğu ağırlaşmış, omuzları çökmüştü. Gövdesini soğuk taşlara yasladı, kolunu yukarı uzatıp kayalığa attı ama bu sadece düşmemek içindi. Sonra derin bir iç çekişle acıyı saldı mağaranın serinliğine.
Girişten içeri sızan ay ışığı, içeriyi aydınlatmayı başarıyordu ama mağaranın geri kalanına derin bir karanlık hakimdi. Işığın ulaşamadığı köşeleri yutan gölgeler, sessiz bir yankı gibi eko yapıyordu taş duvarlarda.
Ama onun gözleri, karanlığa alışmaya başlamıştı. Gözleri gölgelerin içinden sıyrılmaya çalışan bir silüete odaklandı. Çakılların üzerinde, hareketsizce yatan yabancıya. Gözlerinden çok sezgileriyle görüyordu onu.
Suda dalgalanan ışık hüzmesi, bedenin üzerinden geçerken kısa anlığına silüeti belirginleştirdi. Solgun, cansız bir beden… Karanlığın ortasında, soğuk zeminde huzurla yatıyordu. Çakılların üzerinde uzanmak nasıl bir histi acaba?
Bir an, kendini suyla çakılların birleştiği sınırda yatarken hayal etti. Güvenli bölgesinden uzakta, sadece hikayelerden duyduğu bir çift ayaklıyla yan yana… Merak ediyordu, ne kadar benziyorlardı birbirlerine. Bir kuyruğu eksikti; geri kalan her şey, neredeyse kendisiyle aynıydı.
Göz kapakları yarılandı, artık kendi ağırlıklarını bile taşıyamıyorlardı artık. Kolu, tutunduğu kayadan kaydı ve suya çarptı. Yüzüne sıçrayan suyla birlikte irkildi. Kafasını iki yana sallayarak kendine gelmeye çalıştı ama zihnini bulandıran sis dalgası her yeri kaplamıştı.
Sonra, var gücüyle kendini kayadan sıyırdı. Bedenini öne attı. Kollarıyla çakıllara tutunup kendini ileri çekti. Yabancının hareketsiz yattığı kıyıya doğru…
Önce elleri ulaştı taşlara, ardından solgun gövdesi, en sonunda da can çekişen kuyruğu sert çakıllarla buluştu.
Avuçları yere bastıkça çakıllar avuç içine battı, ama acıdan şikayet edecek takati kalmamıştı. Yorgun bedenini biraz daha sürükledi. Taşlar yarasına değdikçe acıyla iç çekti.
Son bir hamleyle, kendini yabancının yanına bıraktı.
Düşünceler zihnininden yavaş yavaş silinirken, bir tanesi ansızın gelip onu sertçe dürttü.
Turuncu balonu…
Sarılma dostu…
Geride kalmıştı. Belki hâlâ dalgalar arasında sürükleniyor, sert kayalıklara çarpıp duruyordu. Ve kim bilir, o da yorulmuştu artık suyun üzerinde kalmaktan.
Yanında olsaydı…
İkisi birlikte çift ayaklının yanına kıvrılıp dinlenebilirlerdi. O anın sessizliğini paylaşabilirlerdi.
Ayrıca bir söz vermişti — geri döneceğine dair.
Harekete geçmeliydi.
Şimdi…
Doğrulmaya çalıştı. Fakat vücudu bu çağrıya kulak asmıyor, onu ıslak ve soğuk zemine mıhlıyordu.
Bir kez daha denedi.
Ama bedeninin ağırlığı, iradesinin önüne geçmişti.
Bu sefer gerçekten de… sarılma balonuyla yolları ayrılacak gibiydi.
Gözleri tavana, sudaki dalgaların yansımalarına kilitlendi. Işık parçacıkları, gökyüzündeki yıldızlar gibi titreşiyor, mağaranın taşlarına düşüp kayboluyordu. Elleri yukarı uzandı — sanki yıldızlara dokunmak ister gibi — sonra ağır ağır geri düşüp ıslak zemine çarptı. Tavandaki ışık silikleşti, buğulandı… en sonunda da tamamen söndü. Gözlerinin önüne karanlık indi.
Zihni, bilinçsizliğe son yolculuğunu yapmadan önce bir kez daha yabancıya döndü. Korktuğu kara parçasında, yıllardır sadece hikâyelerden bildiği bir çift ayaklının yanında yarı uyanık yatıyordu.
Belki de bu, gözlerini son kez kapattığı andı.
Bilinci kapanmadan önce derin bir nefes aldı. Burnuna taşın, tuzun ve yabancının kokusu karıştı. Islak çakıllara nefesini verirken, ikisi de soğuk zeminde yan yana, bilinçsizce uzanıyordu.
Bu sırada mağaranın içinde gelgitlerin nazik dokunuşu yankılanıyordu. Dalgalar, kıyıyı usulca yalayıp geçiyor, çakılların arasında ince bir hışırtı bırakıyordu.
Sudan doğru süzülen ay ışığı tavanda dans ediyor, sonra ikisinin solgun yüzlerine vuruyordu; onları karanlığın ortasında parıltılı bir sessizliğe sarıyordu.
Bir süre sonra Arat’ın göz kapakları titredi. Görüntü önce karanlıktı, ardından griye döndü. Sonra puslu, belirsiz şekiller belirmeye başladı.
Nefes almaya çalıştı. Ciğerlerine sanki su değil, taş dolmuştu. Ağzında acı bir tat… dilinin ucunda tuz ve pas. Boğazı yanıyordu. Öksürdü. Rutubetli havayı zorla içine çekti. Sonra bir kez daha öksürdü. Göğsü sızladı.
Sağ dirseğine dayanarak doğrulmaya çalıştı. Kolları bedenini taşıyamadı. Sırt üstü tekrar uzandı. Derin bir iç çekişle gözlerini tavana dikti. Düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu.
“Teknedeydim…”
Bir an duraksadı.
“Sonra… denize düştüm.”
Kaşları çatıldı.
“Eminim… bir çift göz bana doğru yüzüyordu. Yeşil. Ve…”
Nefesi hızlandı.
“Kuyruk da… gördüğüme yemin edebilirim.”
Gözleri bir anlığına devrildi. Yattığı yerden başını çevirdi. Bakışları yana kayınca fark etti. Yanında bir kız uzanıyordu — boylu boyunca. Çıplaktı. Bilinci kapalı görünüyordu.
İçini ani bir panik kapladı. Gücünü toparlayıp yerinde doğruldu.
Gözleri aşağı kaydı. Bacağında açık bir sıyrık vardı. Kan, çakılların arasına sızmış, henüz kurumadan ıslak ışıltısıyla parlıyordu. Baba kayalıkların üzerindeki köpükler gibi, şimdi de çakıllar kızıla boyanmıştı.
Zihnini zorladı. Kayalıklara doğru zıpkınla atış yaptığını hatırlıyordu. Ama vurduğu şey neydi?
Kafasını iki yana sallayarak bu düşünceleri uzaklaştırmaya çalıştı. Ardından sol dirseğine yüklenip omzunun üzerinden biraz daha yaklaştı.
Yakından bakınca, tenine yapışmış kum tanelerini ve çakıl izlerini seçebiliyordu. Cildi soluktu; neredeyse bir hayalet gibi. Dudakları tuzlu sudan buruşmuştu. Alnında ter damlaları birikmişti.
Ateşini kontrol etmek için alnına uzandı, ama eli havada kaldı. Bakışları ıslak saçların örtmeye çalıştığı bedene kayınca, yüzü kızardı. Ellerinden destek alarak biraz daha doğruldu. Sarı yağmurluğunu omuzlarından sıyırıp, bir örtü gibi kızın üzerine bıraktı. Mağaranın serin havası, ıslak gömleğine yapıştıkça içi ürperdi.
Etrafına bakındı. Girişi bulmaya çalıştı.
Nasıl gelmişlerdi buraya?
Mağarayı incelerken, suyun altındaki gümüşi ışığı fark etti. O ışık, duvarlara ve tavana ay ışığı gibi yansıyordu. “Dışarısı… bu duvarların ardında olmalı,” diye mırıldandı. Ama ortada bir açıklık yoktu. Gözlerini kıstı, dikkat kesildi. Yine de bir çıkış göremedi. İç çekti.
Dışarı çıkmak için suyun altından geçmeleri gerekiyordu. Düşüncesi bile ciğerlerini sızlattı. Ve o kızı… yaralı bir şekilde, suyun altında taşıyamazdı.
Bir an durdu.
Kimdi bu kız? Nereden çıkıp gelmişti? Cevapsız sorular zihnini meşgul ediyordu ama duygusu netti: Endişeliydi. Hem de tanımadığı biri için.
Ayrıca…
Teknedeki görüntüler bir anda gözünün önünden geçti. Dişlerini sıktı. Ne olursa olsun, diye düşündü, yaralı birini burada ölüme terk edemem.
Gerçek… zaten kız kendine geldiğinde ortaya çıkacaktı.
Ayağa kalkmak için çakılların üzerinde doğruldu. Dizleri titredi, sırtı zonkluyordu. Dalgaların itişini hâlâ kaslarında hissediyordu.
“Başka bir çıkış olmalı,” diye geçirdi içinden, mağaranın karanlık tarafına doğru ilerlerken. Elini pürüzlü duvara koydu, taş yüzeyde dolaştırarak temkinli adımlarla yürümeye başladı. Işık azdı ama gözleri karanlığa alışıyordu artık. Arkasını döndü. Ay ışığı, çoktan geride kalmıştı — onu daha fazla takip edemeyecekti. Derin bir nefes aldı ve ilerlemeye karar verdi.
Adımlarının altındaki çakıllar seyrekleşiyor, taş zemine dönüşüyordu. Mağaranın duvarları daralmıştı; iki kolunu yana açtığında, parmakları her iki duvara da değiyordu. Derken karşısına bir girinti çıktı. Önündeki tümseği elleriyle yokladı, büyük bir adımla içine daldı. Duvarlara dokunarak ilerlemeye devam etti. Geri dönerken yönünü bulabilmek için bu pürüzlü yüzey onun tek rehberiydi.
Fakat duvarın dokusu değişmişti.
Artık mağaradaki gibi doğal, sert pürüzlü değildi. Elleriyle yüzeyi yokladığında, biçimsiz taşlar yerine düz ve düzenli çizgiler hissetti. İnsan eli değmiş gibiydi.
Yavaşça ilerlerken yerdeki eğimi de fark etti. Sanki geçit, onu hafif bir yokuşla yukarı, yüzeye taşıyordu.
Zihninde bir görüntü belirdi: Zamanında bu sularda yaşadığı söylenen korsanların hikâyeleri.
Belki bu geçit… onlar tarafından açılmıştır.
Belki bu, mağarayı dış dünyaya bağlayan bir yoldu.
İlerlemeyi durdurdu. Birkaç adım geride kaldı, durduğu yerde düşündü.
Suyun altından geçerek dışarı çıkmaları mümkün değildi. Kendi için bile riskliydi, kız içinse imkânsız. Hem kanaması artabilirdi… hem de suyun altı… onun için doğru yer değildi. En iyi şansları, bu geçidi takip edip nereye çıktığını görmekti. Kendi gözleriyle.
Kararlılıkla arkasını dönüp mağaraya doğru ilerlemeye başladı. Geri döndüğünde, kız hâlâ bıraktığı yerde, bilinçsizce yatıyordu.
Yanına temkinli adımlarla yaklaştı. Onunla ilgili bir şeyler içini huzursuz ediyordu. Özellikle… nereden çıkıp geldiğine dair hiçbir fikrinin olmaması. Bu belirsizlik, zihnini bulanıklaştırıyordu. Ama daha fazla vakit kaybedemezlerdi. Buradan çıkmanın tek yolu, tüneli takip etmekti.
Eğer şanslılarsa — bu, zamanında korsanların kullandığı bir geçit olabilirdi. En iyisini umarak kızın yanına çöktü.
Gözleri, gelişigüzel üstüne fırlattığı sarı yağmurluğa takıldı. Usulca çekti, ardından kızın omuzlarını kavrayıp onu yavaşça doğrulttu. Yağmurluğu dikkatlice kollarından geçirip, hızla düğmeleri ilikledi. İçinde beliren o ürpertici hissi bastırmaya çalışarak, kızı kucağına aldı ve ayağa kalktı.
Karanlığa doğru yürümeye başlamadan önce, son bir kez kızın yüzüne baktı. Soluk teni, grimsi sarı saçlarıyla neredeyse bütünleşmişti. Saçlarının arasından, boynuna bağlı deri bir kayış belli belirsiz görünüyordu. Bakışlarını yüzünde gezdirdi. Kirpikleri ay ışığında parlıyordu, koyu kaşlarıysa yüzüne belirgin bir ciddiyet katıyordu.
Uzaktan bakınca fark etmemişti ama… Başka bir yerde karşılaşmış olsalar, gördüğü en güzel kızlardan biri olabilirdi.
Kaşlarını çattı. O an, o yeşil gözler geldi aklına.
“Acaba…”
Cümleyi tamamlayamadı. Zihninde, cevabını bilmediği bir soru çınladı. Gerildi. Gözlerini sıkıca yumdu. Düşüncelerini toparlamaya çalıştı, düşünce denizinden sıyrılmak için.
Gözlerini görmek istiyordu. Ama uyanana kadar beklemek zorundaydı.
İç geçirip arkasını döndü ve ayaklarının altında çatırdayan çakıllar eşliğinde mağaranın derinliklerine doğru yürümeye başladı.
Bedeni bitkin düşmüştü ama adrenalin, hem ayakta kalmasına hem de kucağındaki kızı taşımaya yetecek gücü sağlıyordu. Yine de… bu şekilde fazla ilerleyemezlerdi. Tükenmeye başlamıştı.
Tam o sırada, ileride bir ışık belirdi. Adımları hızlandı. Çıkış olabilir miydi?
Yaklaştıkça, ışığın bir açıklıktan değil, yamaçtan dışarıya açılan bir pencere benzeri aralıktan geldiğini fark etti. Tünelin havası da değişmeye başlamıştı. Nem azalıyordu. Taş duvarlardan yükselen rutubet kokusu, ağır bir şekilde havayı sarıyordu. Yerlerden kalkan tozlar, pencerenin önünde ay ışığında bir anlığına dans eder gibi parladı.
Arat açıklığa yaklaştı. Dışarı baktı. Ama ilerleyebilecekleri bir yol yoktu. Zaten pencere, bir insanın geçmesi için fazlasıyla dardı.
Bu da demekti ki… tünel ileride başka bir yere açılıyordu.
Ama nereye?
Ağırlaşan adımlarla, eğimli tünelde ilerlemeye devam ettiler. Arat’ın nefesi düzensizdi; ciğerleri sızlıyor, alnından süzülen ter gözlerini yakıyordu. Kucağındaki kız, her adımda daha da ağırlaşıyor gibiydi. Bacakları titriyordu ama duramazdı. Adrenalin, tükenen gücünün yerini almıştı.
Bir süre sonra dar geçit genişlemeye başladı. Tünel açıldı ve…
Kendilerini küçük bir odacığın eşiğinde buldular.
Tavan alçaktı ama altında ezilmiyorlardı. Odanın duvarları, kaba taşlarla örülmüş gibiydi — zamana karşı direnmiş, eski bir yapının izlerini taşıyordu. Yamaç tarafındaki duvarda bir el geçecek kadar dar bir açıklık vardı; oradan sızan ay ışığı, içeriyi puslu bir şekilde aydınlatıyordu.
Ama Arat’ın asıl dikkatini çeken şey, odanın sonundaki eski ahşap kapı oldu.
Yavaşça diz çöktü. Kucağındaki baygın kızı nazikçe yere bıraktı. Elini kızın alnında gezdirdi, ter damlalarını hissetti. Nefes alıyordu ama yüzü öncesinden daha solgundu. Ateşi gittikçe artıyor gibiydi. Yarası da pek iyi görünmüyordu.
Ayağa kalktı, kapıya yöneldi.
Kapının üzerinde daha önce hiç görmediği türden, ağır ve paslı bir kilit yer alıyordu. İlk bakışta sıradan bir kilit gibi görünüyordu… Ama dikkatlice bakıldığında, üzerinde zar zor seçilen bir sembol vardı — taşın yüzeyine ustaca oyulmuş, neredeyse göze görünmekten çekinen bir iz.
Gözlerini kıstı, sembolü incelemeye başladı. Bir an için bakışları parladı. Bu… tanıdık mıydı? Belki de sadece yorgun zihninin bir oyunu. Derin bir nefes aldı, ardından kilidin paslı gövdesine uzandı ve kendine doğru sertçe çekti.
Kapıyı açmak için güçlü bir darbe yeterli olabilirdi. Ama elinde bir şey yoktu.
Odaya göz gezdirdi. Ne yerde ne duvarlarda işe yarar bir cisim göremedi. Sonra aklına yamaçtaki pencere geldi. Eğer uzanabilirse… belki dışarıda bir taş parçası bulabilirdi.
O sırada, odanın köşesinde uzanan kızın nefes alışları ağırlaşmıştı. Her soluğu daha gürültülüydü; o küçücük odanın içinde yankılanıyor, Arat’a zamanlarının azaldığını hatırlatıyordu.
Hızla yanına gitti. Elini burnunun yakınına uzattı. Nefesi düzensizdi. Derin, ama boğuk. Vakitleri yoktu.
Aceleyle arkasına döndü, dar koridordan geçip pencerenin bulunduğu bölüme yöneldi. Eliyle pencerenin dışını yoklamaya başladı. Soğuk kayalık duvarlardan başka bir şey gelmiyordu eline. Derken… Parmak uçlarına yükseldiği sırada, keskin yüzeyli küçük bir taş parçasına denk geldi. Denge kurarak onu kavradı, sıkıca tuttu.
Geri döndüğünde, yerde uzanan kıza bir göz attı. Solgun yüzü sabit, göğsü neredeyse fark edilmeyecek kadar yavaş inip kalkıyordu. Arat’ın içinde kısa bir tedirginlik belirdi, ama durmadı. Doğruca kapıya yöneldi.
Taşın keskin kenarını kilide vurdu. Sonra…
Bir.
İki.
Üç.
Her darbede taş, avuç içine batıyor, kenarları elini kanatıyordu. Canı acıyordu — ama bu ikinci plandaydı. Bu kapı açılmalıydı.
Darbenin sesi, taş duvarlarda yankılanarak mağaranın içini doldurdu. Boğuk ve metalik bir çınlama gibi yayıldı. Son vuruşta, paslı kilit yerinden sıyrıldı.
Arat’ın ayaklarının dibine düşerken çatladı, birkaç parçaya ayrıldı. Yankısı hâlâ odanın taş duvarlarında dolaşıyordu.
Arat’ın göz bebekleri büyüdü. Adrenalin yeniden damarlarında dolaşmaya başlamıştı. Elindeki taşı refleksle bir köşeye fırlattı. Kilit düştüğü anda kapı hafifçe aralandı. İçeriden soğuk bir hava üfledi — tarihle yoğrulmuş tozlu bir rüzgâr.
Tahmini doğruysa… bu kapının nereye açıldığını biliyordu.
Bir anlığına dünkü sohbet geldi aklına. Kaledeyken turistlerle arasında geçen kısa konuşma…
Ne demişti o sarışın kız? “Küçücük bir odayı nasıl bulamıyorsunuz?”
Şimdi burada olsaydı, herhalde gözlerine inanamazdı.
Arat, içinde büyüyen o tuhaf heyecanla adımını içeri attı. Ahşap zemin, ayaklarının altında hafifçe gıcırdadı. Kapı, onları eski eşyalarla dolu tozlu bir odaya götürmüştü.
Bir an durdu. Gerçekten burada mıydı?
Gömleğinden damlayan tuzlu su, yere her düştüğünde tozla karışıyor, ayaklarının altında ince bir çamura dönüşüyordu.
Tarihi dokuyu bozmak istemiyordu — ama buradan sağ çıkabilirse… Bu odadaki her eşya, her taş, her iz… onun için altın değerinde olacaktı.
Arat, gözlerini odanın dört bir yanında gezdirdi. Eski mobilyalar, raflar, duvar boyunca uzanan kitaplıklar… Her şey yerli yerinde ama terk edilmiş gibiydi.
Yavaşça içeri ilerledi. Duvarlara, taşlara, mobilyalara dikkatle bakıyordu.
Bir şey…
Bir detay…
Bir çıkış…
Sonra gözleri kitaplıktaki yamuk duran kitaplara takıldı. Rafa yaklaştı, parmakları yüzeyde gezinirken hafif çıkıntılı bir taş bloğa dokundu.
Klik.
Zemin hafifçe titredi. Tozlar havalandı. Kitaplığın arkasından gelen tıkırtıyla birlikte, raylı bir mekanizmanın hareket ettiğini fark etti.
Ellerini kitaplığın kenarına koydu, ileri geri yokladı. Rayına oturmuştu.
Derin bir nefes aldı, ve kitaplığı kendine doğru çekti.
Ağır bir hırıltıyla kitaplık yana kaydı.
Arkasındaki geçit, gözleri önünde açıldı.
Ve Arat…
Bu geçidin nereye açıldığını çok iyi biliyordu.
O lanet mağaradan kurtulmanın ve kaledeki o meşhur gizli odayı gerçekten keşfetmenin verdiği tatmin, içini kısa süreliğine doldurdu. Mutluluk, dudaklarının kenarına yerleşti. Giderek genişledi… Ve yüzünde kocaman bir gülümsemeye dönüştü.
Ama bu gülümseme uzun sürmedi. Gerçeklik bir anda geri döndü.
Buraya kadar gelmeyi başarmışlardı — evet. Ama kaleden çıkıp eve ulaşmak için önlerinde hâlâ uzun bir yol vardı.
Ahşap zeminde bıraktığı çamurlu izleri takip ederek taş odaya döndü.
Yerdeki beden hâlâ hareketsizdi. Eğildi. Kızı yeniden kucağına aldı.
Tam o an… Boğuk ama kırık bir ses yükseldi:
“Hmm…”
Arat yutkundu. İçindeki panik, sessizce kıpırdamaya başladı.
Artık sadece çıkmak istiyordu. İçinden bir ses, fısıltıyla haykırıyordu: “Daha fazla oyalanma. Sadece git.” Ama o sesi bastıran başka bir şey vardı. Sürmekte olan bu kabusun elle tutulur gerçekliği.
Sanki bir rüyadan uyanmıştı.
Dalgalar…
Mağara…
Zıpkın…
O yeşil gözler…
Hepsi birer sis parçasıydı şimdi. Ama bu taş duvarlar, bu ağır hava, kucağındaki solgun beden… Bu — gerçeğin ta kendisiydi.
“Buradan çıkmalıyız.”
“Hemen.”
Kızı daha sıkı kavradı kollarında. Kararlı adımlarla ilerledi. Ahşap zeminin gıcırdayan tahtalarını arkalarında bıraktılar. Geçitten geçtiler.
Tünelin serin havası yüzlerine çarpıyor, karanlık adımlarını yutuyordu. Arat, koridordaki uğultuyu duymaya başladı. Yankılar… sesin bile kaybolmak üzere olduğu yer altı derinliği…
Çamurlu ayak izleri, geçidin içinde ilerledikçe silinmeye başladı.
Ve sonunda… Karanlık, ikisini de içine aldı. Gizli tünelde ilerleyerek gözden kayboldular.