824d4ef1 acba 4a53 828f 82ade9b6e05b.png

6. Bölüm: Mağara

  • 1 Nisan 2025 01:18:28
  • 0
  • 23
  • 1


6. Bölüm 

Mağara


 

Kolları, iki bedeni de taşımaktan yorulduğunda ve pes etmek üzereyken, kara parçası silik bir silüet gibi karşılarında belirdi.

Karaya bu kadar yaklaşmak genelde onu tedirgin ederdi. Fakat bu sefer içindeki duygular tamamen farklıydı. Vücudunu saran acı, zihninin kalan son köşelerini de ele geçirmeden mağaraya ulaşmak istiyordu artık. 

Defalarca gittiği bu yol, şimdi bitmek bilmeyen bir mesafeye dönüşmüştü. Ne zaman varacaklardı? Derken mağaranın girişi belirdi önlerinde.

Mağaranın, denizin altına açılan ağzından geçmeleri gerekiyordu. Ama bir sorun vardı: Çift ayaklı, suyun altında nasıl nefes alacaktı?

Kollarında hâlâ baygın yatan o bedeni taşıyarak mağara girişinde durdu. Çözüm düşünmek için kendine zaman kazandı. Aynı zamanda hem kollarını hem de yaralı kuyruğunu biraz olsun dinlendirdi. Turuncu balonu nazikçe ondan uzaklaştırıp çift ayaklıyı kıyıya itti.

Sırtını kıyıya döndü. Yüzeyde süzülürken geride kalan hırçın dalgaları izledi. Fırtına bulutları yavaşça uzaklaşıyordu. Bu, içini hafifletmişti. Ama şimdi başka bir sorun vardı: Bu mağaraya birlikte nasıl gireceklerdi?

Mağaranın çevresinde biraz yüzdü, farklı bir giriş aradı. O sırada turuncu balona sarılmış çift ayaklı, kıyıya yakın bir noktada suyun üzerinde sakince süzülüyordu.

Artık başka yolu kalmamıştı. Balonu, çift ayaklının kollarından dikkatlice sıyırdı. Onu kıyıya bıraktı. İçinden fısıldar gibi seslendi:

Beni burada bekle. Sakın bir yere ayrılayım deme. Şu çift ayaklıyı içeri koyar koymaz seni almak için geri döneceğim, dostum.” 

Yabancının bedenini kavradı ve mağaranın içine doğru daldı.

Suyun altında uzun süre kalmamaya özen gösteriyordu. Sonuçta bu çift ayaklılar, kendisi gibi değildi; nefes almak için yüzeye ihtiyaç duyuyorlardı.

Mağaranın tavanı, su yüzeyinden yansıyan ışıklarla titriyordu. Ay ışığı, dalgaların hareketiyle kırık çizgiler halinde her yere parıltılar saçıyordu. Yerden tavana olan yükseklik, onun gözünde üç kuyruk darbesi kadar vardı — oldukça yüksekti.

Karanlık oyukta ilerledikçe, kayaların çakıla dönüştüğü bir kıyı belirdi. Ufalanmış taşlar, yıllardır dokunulmamış, unutulmuş bir sınır gibi uzanıyordu. O sınıra kadar yüzdü… ve durdu.

Daha ileri gitmeye cesareti yoktu. Burası karaya en çok yaklaştığı yerdi. Oysa çakılların ötesine hiç geçmemişti. Suyun içinde özgürdü; ama taş, toprak ve karanlık boşluk… içini titreten, bastıramadığı bir ürperti yayıyordu.

Bu korku muydu?

Ne zaman başlamıştı bu karaya karşı tedirginlik? Hatırlamıyordu artık. Sessizce kemirmişti içini, fark ettirmeden.

Omuzlarında taşıdığı bedeni, çakılların üzerine usulca bıraktı. Ancak o an fark etti: Daha önce yalnızca küçük balıklar ya da turuncu balon dışında kimseye sarılmamıştı. Şimdi ise, kolları yabancı bir vücudun ağırlığını taşıyordu.

Bu da sarılmak sayılır mıydı?

Kafasını iki yana salladı. Hayır.

Acı, bulanık bir sis gibi çökmeye başlamıştı zihnine. Geri çekildi. Çakıl taşlarının keskinliği ayasına batmadan önce uzaklaştı. Suyun kenarındaki kayalıklara yaslandı. Tenine değen taşların soğukluğu bir an için sis dalgasını dağıttı ama bedenine yük olan yorgunluk, artık tüm vücudunu sarıyordu. 

Yarası zonkluyordu. Kuyruğu ağırlaşmış, omuzları düşmüştü. Gövdesini taşlara dayadı, kolunu yukarı kaldırıp kayaya attı ama bu sadece kaymamak içindi. Ardından, derin bir iç çekişle acısını mağaranın serinliğine bıraktı.

Girişten süzülen ay ışığı, mağaranın içini aydınlatmaya yetiyordu ama derinliklerde hâlâ bir karanlık hüküm sürüyordu. Işığın ulaşamadığı yerlerde gölgeler birikiyor, taş duvarlarda yankılanan sessizlikte büyüyordu.

Gözleri karanlığa alışmaya başlamıştı. Gölgelerin arasından sıyrılmaya çalışan ‘o’ silüete odaklandı. Çakılların üzerinde, hareketsiz yatan yabancıya. Gözleri ile değil, sezgileriyle görüyordu onu.

Suyun içinden dalgalanarak geçen ışık hüzmesi, bedenin üzerinden süzülürken bir anlığına onu belirginleştirdi. Solgun, cansız bir beden… Karanlığın ortasında, soğuk zemine huzurla serilmişti.

Çakılların üzerinde yatmak nasıl bir histi acaba?

Kendini, suyla taşların buluştuğu o sınırda yatarken hayal etti. Güvenli bölgesinden uzakta, sadece hikâyelerden bildiği bir çift ayaklıyla yan yana. Merak ediyordu: Ne kadar benziyorlardı? Bir kuyruğu eksikti, hepsi bu. Geri kalan her şey, neredeyse aynıydı.

Göz kapakları yarı aralıktı, artık kendi ağırlıklarını bile taşıyamıyorlardı. Tutunduğu kayadan kayan kolu suya çarptı. Yüzüne sıçrayan serinlikle irkildi. Kafasını iki yana sallayıp kendine gelmeye çalıştı ama zihnini kaplayan sis, her yana yayılmıştı.

Son gücünü toplayarak kayadan ayrıldı. Bedenini öne doğru itti. Kollarıyla çakıllara tutunup kendini sürüklemeye başladı, hareketsiz yatan yabancıya doğru…

Önce elleri ulaştı taşlara, ardından solgun gövdesi, en son da can çekişen kuyruğu sert çakılla buluştu.

Avuçları yere bastıkça taşlar derisine battı, ama acıyı hissedecek hali kalmamıştı. Birkaç karış daha ilerledi. Yarası taşlara değdikçe sızladı, ama yalnızca iç çekti.

Son bir çabayla, kendini yabancının yanına bıraktı.

Zihninde düşünceler birer birer silinirken, biri geri dönüp onu dürttü.

Turuncu balon.

Sarılma dostu.

Geride kalmıştı. Belki hâlâ dalgalar arasında sürükleniyor, kayalara çarpa çarpa yoruluyordu. Belki o da bırakmak üzereydi kendini hırçın denize.

Yanında olsaydı…

İkisi birlikte çift ayaklının yanına kıvrılıp dinlenebilirlerdi. Sessizliği paylaşabilirlerdi. Hem bir söz vermişti ona — geri döneceğine dair.

Şimdi hareket etmeliydi.

Doğrulmaya çalıştı. Ama beden bu çağrıya kulak asmıyor, onu ıslak zemine sabitliyordu.

Bir kez daha denedi.

Fakat bu kez iradesi, bedeninin ağırlığını yenemedi.

Galiba… bu, sarılma balonuyla son vedalarıydı.

Gözlerini tavana çevirdi. Suyun yansımaları mağaranın taşlarında titreşiyor, gökyüzündeki yıldızlar gibi göz kırpıyordu. Elleri yukarı uzandı — sanki yıldızlara dokunmak ister gibi. Sonra ağır ağır düştü ve ıslak zemine çarptı.

Tavandaki ışık soldu, buğulandı… ve tamamen söndü. Karanlık çöktü gözlerinin önüne.

Zihni, bilinçsizliğe sürüklenmeden önce son bir kez yabancıya döndü. Korktuğu karada, sadece efsanelerden bildiği bir çift ayaklının yanında yarı uyanık yatıyordu.

Belki de bu, gözlerini son kez kapatışıydı.

Bilinci sönmeden önce derin bir nefes aldı. Burnuna taşın, tuzun ve yabancının kokusu karıştı. Nefesini çakılların üzerine bırakırken, ikisi de sessizce, yan yana uzanıyordu.

O sırada mağaranın içinde yalnızca gelgitlerin nazik sesi yankılanıyordu. Dalgalar kıyıyı yalıyor, çakılların arasında hafif bir hışırtı bırakıyordu.

Sudan süzülen ay ışığı, tavanda dans ediyor; sonra onların solgun yüzlerine değiyordu.

İkisini, karanlığın ortasında, parıltılı bir sessizliğe sarıyordu.

Bir süre sonra Arat’ın göz kapakları titredi. Önce yalnızca karanlık… sonra gri… derken puslu, belirsiz şekiller belirmeye başladı.

Nefes almaya çalıştı. Ciğerlerine sanki taş dolmuştu. Ağzında paslı bir tat… dilinin ucunda tuz. Boğazı yanıyor, göğsü sızlıyordu. Öksürdü. Rutubetli havayı güçlükle içine çekti. Bir kez daha öksürdü, sonra derin bir iç çekişle gözlerini tavana dikti.

Teknedeydim…” dedi kendi kendine.

Bir an duraksadı. “Sonra… denize düştüm.

Kaşları çatıldı. “Eminim… bir çift göz bana doğru yüzüyordu. Yeşil. Ve…

Nefesi hızlandı. “Kuyruk da… gördüğüme yemin edebilirim.

Yattığı yerden başını çevirdiğinde fark etti. Yanında bir kız uzanıyordu — boylu boyunca. Çıplak ve bilinçsizdi.

İçini ani bir panik kapladı. Gücünü toplayarak yerinde doğruldu. Gözleri aşağı kaydı. Bacağındaki sıyrıktan sızan kan, çakılların arasına yayılmıştı. Kızıl ışıltı, kayalıklardaki köpükleri andırıyordu.

Zihnini zorladı. Zıpkınla kayalıklara doğru yaptığı atışı hatırladı ama… vurduğu neydi?

Kafasını iki yana salladı. Bu düşünceleri kovalamak istiyordu. Dirseğine yüklenip biraz daha yaklaştı.

Tenine yapışmış kum taneleri, buruşmuş dudakları, alnında birikmiş ter damlaları… Solgun, kırılgan bir beden. Hayalet kadar sessiz.

Ateşini kontrol etmek istedi, ama eli havada kaldı. Saçlarının gölgelediği bedenine istemsizce göz gezdirince yüzü kızardı. Sırtındaki sarı yağmurluğu çıkarıp bir örtü gibi üzerine serdi.

Mağaranın serinliği tenine işliyordu. Islak gömleği derisine yapışmıştı.

Etrafına bakındı. Girişi bulmaya çalıştı. 

Nasıl gelmişlerdi buraya? 

Dışarısı… şu duvarların ardında olmalı,” diye mırıldandı. Ama görünürde açıklık yoktu. Yalnızca suyun içinden yansıyan gümüşi ışık vardı. Ay ışığı gibi kırılıp tavana vuruyordu.

Su altından geçmek gerekiyor…

Bu fikir bile ciğerlerini sızlattı. Hele ki yanında taşıyacağı biri varken.

Bir an durdu.

Kimdi bu kız? Nereden çıkıp gelmişti? Cevapsız sorular zihnini meşgul ediyordu ama duygusu netti: Endişeliydi. Hem de tanımadığı biri için.

Ayrıca…

Teknedeki anı birden gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıktı.

Ne olursa olsun… onu burada ölüme terk edemem.

Gerçek, zamanı geldiğinde ortaya çıkacaktı.

Ayağa kalktı. Dizleri titredi, sırtı zonkluyordu. Dalgaların itişini hâlâ kemiklerinde hissediyordu.

Başka bir çıkış olmalı,” diye geçirdi içinden, mağaranın karanlık tarafına ilerlerken. Elini pürüzlü duvara koydu; parmakları taş yüzeyde gezinirken temkinli adımlarla yürümeye başladı. Gözleri karanlığa alışıyordu artık. Arkasını döndü — ay ışığı çoktan geride kalmıştı. Onu artık takip edemezdi. Derin bir nefes alıp yoluna devam etti.

Adımlarının altındaki çakıllar seyrekleşti, yerini taş zemine bıraktı. Duvarlar daralmıştı; kollarını iki yana açsa, parmak uçları iki kenara birden değecekti. Bir girintiyle karşılaştı. Ellerini uzatıp tümseği yokladı, ardından içine daldı. Parmakları duvarlarda geziniyordu. Bu, karanlıkta yönünü koruyabilmek için tek dayanağıydı.

Fakat yüzey değişmişti.

Taş artık doğal ve pürüzlü değildi. Sert, düzgün çizgiler hissediyordu. İnsan eli değmiş gibiydi.

Adımlarını sürdürürken, geçidin hafifçe yukarı eğimli olduğunu fark etti. Sanki yol, onu yüzeye çıkarıyordu.

Zihninde eski bir hikâye canlandı. Zamanında bu sularda yaşadığı söylenen korsanlar…

Belki bu geçit, onların açtığı bir yoldu.

Düşüncelere daldı. Suyun altından çıkmak… kendisi için bile zorken, kızı o hâliyle taşımak neredeyse imkânsızdı. Kanaması artabilir, boğulma riski vardı. Hayır — en iyi seçenek, burayı takip etmekti. Önce kendi gözleriyle görmek zorundaydı nereye çıktığını.

Kararlılıkla geri döndü. Mağaraya vardığında kız hâlâ bıraktığı yerde yatıyordu.

Yavaş adımlarla yaklaştı. İçinde bir huzursuzluk vardı — özellikle de kızın kim olduğuna dair hiçbir fikrinin olmaması. Bu belirsizlik kafasını kurcalıyordu. Ama daha fazla oyalanamazlardı. Zamanları daralıyordu.

Eğer şanslılarsa… bu geçit korsanların açtığı, dışarıya uzanan bir yol olabilirdi.

Eğilip kızın yanına çöktü. Gözleri sarı yağmurluğa takıldı. Usulca çekip aldı. Ardından kızın omuzlarını kavrayıp onu yavaşça doğrulttu. Yağmurluğu dikkatlice giydirdi, düğmelerini hızla ilikledi. İçini kemiren o garip hissi bastırmaya çalışarak kızı kucağına aldı.

Yürümeye başlamadan önce, son bir kez kızın yüzüne baktı. Soluk teni, grimsi sarı saçlarıyla neredeyse bütünleşmişti. Saçlarının arasından, boynuna bağlı deri bir kayış belli belirsiz görünüyordu. Bakışlarını yüzünde gezdirdi. Kirpikleri ay ışığında parlıyordu, koyu kaşlarıysa yüzüne belirgin bir ciddiyet katıyordu.

Başka bir yerde karşılaşmış olsalar, gördüğü en güzel kızlardan biri olabilirdi.

Kaşlarını çattı. O an, derinlere batarken zor bela seçebildiği gözler geldi aklına.

Acaba…

Cümleyi tamamlayamadı. Cevabı olmayan bir soruydu bu. Gözlerini sıkıca yumdu, zihnini sakinleştirmeye çalıştı.

Uyanmadan hiçbir şey netleşmeyecekti.

İç geçirip arkasını döndü. Çakılların çatırdayan sesleri eşliğinde, kızı kucağında taşıyarak mağaranın derinliklerine doğru yürümeye başladı.

Bedeni tükenmişti ama adrenalin, onu ayakta tutuyordu. Kucağındaki kızı taşımaya yetiyordu belki — ama bu böyle uzun sürmezdi. Kasları titriyordu. Gücü eriyordu.

Tam o sırada, tünelin ilerisinde bir ışık belirdi. Adımları hızlandı. Çıkış mıydı?

Yaklaştıkça ışığın bir açıklıktan değil, yamaca açılan dar bir aralıktan geldiğini fark etti. Havanın kokusu da değişmeye başlamıştı. Nem azalmış, taş duvarlardan yükselen rutubet kokusu ağır bir şekilde yayılmıştı. Yerlerden kalkan tozlar, pencerenin önünde ay ışığıyla dans eder gibi kıvrılıyordu.

Açıklığa vardı. Dışarı baktı. Fakat pencere, bir insanın geçemeyeceği kadar dardı. İlerleyebilecekleri bir yol değildi.

Demek ki tünel devam ediyordu.

Eğimli zemin boyunca ilerlemeye devam etti. Soluğu kesik kesikti. Kolları sızlıyor, alnından süzülen ter gözlerini yakıyordu. Kucağındaki beden her adımda biraz daha ağırlaşıyordu. Ama duramazdı. Adrenalin, tükenen gücünün yerini almıştı.

Bir süre sonra tünel genişledi. Önlerinde bir odacık açıldı.

Tavan alçaktı ama başlarını eğmelerini gerektirecek kadar değil.

Duvarlar, kaba taşlarla örülmüştü — eski, unutulmuş bir yapının izlerini taşıyordu. Yamaca bakan yanda dar bir yarık vardı; oradan süzülen ay ışığı içeriye loş bir aydınlık serpiyordu.

Ama Arat’ın gözleri odanın sonundaki kapıya takıldı.

Yavaşça diz çöktü, kızı yere bıraktı. Alnına dokundu. Terliydi. Nefes alıyordu ama yüzü öncekinden daha solgundu. Ateşi çıkıyordu. Ve yarası — kötü görünüyordu.

Ayağa kalktı, kapıya yöneldi.

Kapının üzerinde daha önce hiç görmediği türden, ağır ve paslı bir kilit yer alıyordu. İlk bakışta sıradan bir kilit gibi görünüyordu… Ama dikkatlice bakıldığında, üzerinde zar zor seçilen bir sembol vardı — metalin yüzeyine ustaca oyulmuş, neredeyse göze görünmekten çekinen bir iz.

Gözlerini kıstı, sembolü incelemeye başladı. Bir an için bakışları parladı. Bu… tanıdık mıydı? Belki de sadece yorgun zihninin bir oyunu. Derin bir nefes aldı, ardından kilidin paslı gövdesine uzandı ve kendine doğru sertçe çekti.

Kilidi kırmak için güçlü bir darbe yeterli olabilirdi.

Etrafa bakındı. Ne yerde ne duvarlarda işe yarar bir cisim göremedi. Sonra aklına yamaçtaki pencere geldi. Eğer uzanabilirse… belki dışarıda bir taş parçası bulabilirdi.

Aceleyle koridora geri döndü. Dar yolu takip ederek pencereye ulaştı. Eliyle dışarıyı yokladı. Soğuk kayalık yüzeyden başka bir şey gelmiyordu eline. Derken… parmakları keskin bir yüzeye değdi. Küçük bir taş parçası. Güçlükle kavradı. Dengede kalmak için parmak uçlarında yükselip tutundu. 

Taşı havaya atıp yakaladı. 

İş görür.

Odaya vardığında doğruca kapıdaki kilide yöneldi. Güçlü bir kaç darbe paslı metali parçalamak için yeterliydi. Taşı elinde kavradı, sivri yüzeyi kilide vurdu.

Bir.

İki.

Üç.

Her darbede taş, avuç içine batıyor, kenarları elini kanatıyordu. Canı acıyordu — ama bu ikinci plandaydı. Bu kapı açılmalıydı.

Kilidin sesi, taş duvarlarda yankılanarak mağaranın içini doldurdu. Boğuk ve metalik bir çınlama gibi yayıldı. Son vuruşta, paslı kilit yerinden sıyrıldı.

Arat’ın ayaklarının dibine düşerken çatladı, birkaç parçaya ayrıldı. Yankısı hâlâ odanın taş duvarlarında dolaşıyordu.

Arat’ın göz bebekleri büyüdü. Adrenalin yeniden damarlarında dolaşmaya başlamıştı. Elindeki taşı refleksle bir köşeye fırlattı. Kilit düştüğü anda kapı hafifçe aralandı. İçeriden soğuk bir hava üfledi — tarihle yoğrulmuş tozlu bir rüzgâr.

Tahmini doğruysa… bu kapının nereye açıldığını biliyordu.

Bir anlığına dünkü sohbeti hatırladı. Kaledeyken, turistlerle geçen o kısa anı…

Ne demişti o sarışın kız?

Küçücük bir odayı nasıl bulamıyorsunuz?

Şimdi burada olsaydı… gözlerine inanamazdı.

Arat, içinde büyüyen tuhaf bir heyecanla adımını attı. Ahşap zemin ayaklarının altında hafifçe gıcırdadı. Kapı, onları tozla örtülmüş, eski eşyalarla dolu bir odaya açmıştı.

Bir an durdu. Gerçek miydi bu?

Gömleğinden damlayan tuzlu su, yere her düştüğünde tozla karışıyor, ayaklarının altında ince bir çamura dönüşüyordu.

Tarihi dokuyu bozmak istemiyordu — ama buradan sağ çıkabilirse… Bu odadaki her eşya, her taş, her iz… onun için altın değerinde olacaktı.

Gözleri odanın dört bir yanında dolaştı. Eski mobilyalar, raflar, duvarı kaplayan kitaplıklar… Her şey yerli yerindeydi, ama terk edilmiş gibiydi.

Yavaşça ilerledi. Detaylara, taşlara, mobilyalara dikkatle baktı.

Bir iz…

Bir detay…

Bir çıkış…

Sonra bakışları kitaplıktaki yamuk duran kitaplara takıldı. Rafa yaklaştı, parmakları yüzeyde gezinirken hafif çıkıntılı bir kitaba dokundu. İçeri bastırdı.

Klik.

Zemin hafifçe titredi. Tozlar havalandı. Kitaplığın arkasından gelen tıkırtıyla birlikte, raylı bir mekanizmanın hareket ettiğini fark etti.

Ellerini kitaplığın kenarına koydu, ileri geri yokladı. Rayına oturmuştu.

Derin bir nefes aldı, ve kitaplığı kendine doğru çekti.

Ağır bir hırıltıyla kitaplık yana kaydı.

Kitaplığın arkasındaki geçit açığa çıktı.

Ve Arat…

Bu geçidin nereye açıldığını çok iyi biliyordu.

Lanetli mağaradan kurtuluş ve kaledeki efsanevi gizli odayı keşfetmenin verdiği tatmin, göğsünü doldurdu. Mutluluk, dudaklarının kenarına yerleşti. Giderek genişledi… Ve yüzünde kocaman bir gülümsemeye dönüştü.

Ama bu gülümseme uzun sürmedi. Gerçeklik hızla geri döndü.

Evet, buraya kadar gelmişlerdi. Ama kaleden çıkıp eve ulaşmak için hâlâ yolları vardı.

Ahşap zeminde bıraktığı çamurlu izleri takip ederek taş odaya döndü. Yerdeki beden hâlâ hareketsizdi. Eğildi. Kızı yeniden kucağına aldı.

Tam o sırada — Boğuk ve kırık bir ses:

Hmm…

Arat yutkundu. İçindeki panik, sessizce kıpırdanmaya başladı.

Artık sadece gitmek istiyordu. İçinden bir ses, fısıltıyla haykırıyordu: “Daha fazla oyalanma. Sadece git.” Ama o sesi bastıran başka bir şey vardı. Sürmekte olan bu kabusun elle tutulur gerçekliği.

Sanki bir rüyadan uyanmıştı.

Dalgalar…

Mağara…

Zıpkın…

O yeşil gözler…

Hepsi birer sis parçasıydı. Ama şimdi bu taş duvarlar, bu ağır hava, kucağındaki solgun beden… Bu — gerçeğin ta kendisiydi.

“Buradan çıkmalıyız.”

Hemen.

Kızı daha sıkı kavradı kollarında. Kararlı adımlarla ilerledi. Ahşap zeminin gıcırdayan tahtalarını arkalarında bıraktılar. Geçitten geçtiler.

Tünelin serin havası yüzlerine çarpıyor, karanlık adımlarını yutuyordu. Arat, koridordaki uğultuyu duymaya başladı. Yankılar… sesin bile kaybolmak üzere olduğu yer altı derinliği…

Çamurlu ayak izleri, geçidin içinde ilerledikçe silinmeye başladı.

Ve sonunda… Karanlık, ikisini de içine çekti. Gizli tünelde ilerleyerek gözden kayboldular.

Bu sayfanın içeriğini kopyalayamazsınız