5. Bölüm
Ölü Tekne Mezarlığı
Günü aydınlatan ışık hüzmeleri, denizin derinliklerine süzülerek karanlık oyuğa ulaştığında, içeride bir silüet belirdi. Dışarı çıkıp esneyerek kollarını iki yana açtı. Soluk gri pullarla kaplı uzun gövde, suyun içinde nazikçe dalgalanırken kuyruğu bir sağa bir sola kıvrıldı.
Kuyruğunun hareketiyle, zemindeki soluk kum taneleri bir anlığına suda asılı kalarak kristal mavilikte bulanık bir perde oluşturdu. Boyunu aşan yosunlar, sabahın akıntısına teslim olmuş gibi usulca salınırken, kafasını yukarı kaldırdı.
Güneşin iç ısıtan sıcaklığını soluk teninde hissetmek istedi. Ama deniz buna izin vermedi. Suyun serinliği güneşin varlığını reddediyordu.
Suratı düştü. Sessizce oyuğa girdi. Bir süre içeride oyalandı. Dışarı çıktığında, koluna yırtık pırtık bir file çanta takmış, boynuna da ucunda metal bir parça asılı duran deri bir kayış geçirmişti.
Çantasıyla birlikte süzülerek akıntıyla dans eden kelp ormanına girdi. Kuyruğunu savurarak yosunların arasına karıştı ve hızla gözden kayboldu.
Kelp ormanının gölgeleri arasında ilerlerken renkli küçük balıklar, panikle yolundan çekildi. Telaşlı bu küçük bedenler arkadaş olarak fena sayılmazdı. Sohbet etmekten çekiniyor olsalar da varlıkları, yalnızlık hissini biraz da olsa hafifletiyordu.
Aniden elini uzatıp birini yakaladı. Avucunun içinde titreyen küçük bedenini dudaklarına götürüp minik bir öpücük kondurdu. Sonra nazikçe suya bıraktı. Bir an hareketsiz kalan balık, ardından yosunların arasına kaçtı.
Ormandan çıktığında düzlüğün sonunda yükselen tepe ve ardındaki çukurda saklı batık tekne mezarlığı karanlıklar içinde onu karşıladı.
Çantasını kollarının arasında sıkıca kavradı ve tepenin ardındaki karanlık sulara doğru tereddütsüz yola koyuldu.
Çok geçmeden batık teknelerin mezarlığına ulaştı.
Atmosfer birden değişmişti. Deniz burada nefes alamıyordu. Akıntı ise kum tanelerini yerinden oynatacak gücü bulamıyordu. Güneş ışınları buraya ulaşamıyor, bölgeyi karanlık ve soğuk bir mezarlığa çeviriyordu.
Bu bölgeye gelmek kendi güvenli sınırlarını aşmak demekti. Ama çift ayaklılardan geriye kalan hazineler bu riske değerdi.
Durgun kumların üzerinde sessizce ilerledi. Etrafına bakındı. İleride görece yeni sayılabilecek bir tekne enkazı belirdi.
Enkaza attığı her kulaçta göğsünde ince bir ürperti hissediyordu.
Onların bölgesine yaklaşıyordu.
Tüyleri ürperdi. Zamanında duyduğu korkunç hikayeler, zihninin derinliklerinde yankılandı. İçinde büyüyen korku, hikayeleri ilk dinlediği günkü gibi tazeydi.
Duyduğuna göre onlar daha derinlerde yaşıyorlardı; güneş ışığının hiç ulaşmadığı karanlık çukurlarda. Sadece acıktıklarında yüzeye çıkıyorlardı.
Bir kez… uzaktan görmüştü onları.
Tenleri, geceyi aydınlatan büyük küre gibi parlaktı. Saçlarıysa bir kalamarın mürekkebinden bile karanlıktı.
Geceyi yaran o gölgeler yüzeye doğru yükseldiler. Bir süre öylece süzüldüler. Denizin içinde titreşen şarkılarını duyabiliyordu. Sonra… etraflarını saran kırmızı bir dalgayla ve kollarının arasına aldıkları çift ayaklılarla birlikte geldikleri çukura geri döndüler.
İçi ürperdi.
Asla.
Asla, onlarla karşılaşmak istemiyordu.
Ömür boyu yalnız kalacaksa bile onların çukuruna inmeyi, bu yalnız hayata tercih etmezdi.
Düşüncelerini toparladı ve enkazın yosun tutmuş korkuluklarına vardı. Kötü hislerini geride bırakarak çürümüş ahşap gövdeye doğru süzüldü.
Batık, kıyıya ait devasa bir yabancı gibi soğuk kumların içinde sessizce yatıyordu.
Yosun kaplı halatların arasından dikkatlice geçerken kuyruğu aniden sıkıştı. İrkilerek geri çekildi. O anda, omzu soğuk bir metal parçasına çarptı.
Paslı çerçeve suda boğuk bir gıcırtıyla yerinden oynadı ve ardından ağır bir sessizlikle geriye devrildi.
Çift ayaklılardan geriye kalan her şey, tıpkı bu metal gibi soğuk ve sertti. Denize ait değildi.
Su altındaki her şey yumuşaktı: yosunlar, mercanlar, küçük renkli balıklar… hatta kendi kuyruğu bile.
İçinde bir ürperti hissetti. Bir anlığına kuyruğunu kavrayıp kollarının arasına sakladı. Sonra, kararlılıkla file çantasını omzuna geçirerek metal parçanın açtığı boşluktan enkazın içine süzüldü.
Dışarısı karanlıktı. Ama içerisi… ışığın bile yolunu kaybedeceği kadar kör bir boşluğa dönüşmüştü. Zifiri karanlık. Omuzları gerildi, geri dönmek için arkasını döndü. Çıkmak üzereyken odanın köşesindeki metal yığını arasından parlayan bir şey gözüne çarptı.
Korku kaçmasını; merak, nesneyi kavramasını söylüyordu. Bir an tereddüt etti. Sonra yavaşça metal yığınına yüzdü, karanlığı yararak.
Elleri parlak nesneye uzandı. Soğuk ve sertti, çift ayaklılara ait diğer her şey gibi.
Avuçlarının içinde havaya kaldırdı, çevirdi… Ve o an nesne birden ışık saçtı. Tüm oda bir anda gün gibi aydınlandı.
Şaşkınlıkla kendini geriye, nesneyi de öne fırlattı. Elindeki, ışık saçan metal parçası odada asılı duran bulanık suyu delerek yere düştü. Kendisi de odanın duvarına savruldu.
Duvara çarptığında turuncu bir şey süzülerek yukarı doğru yükseldi. Balon balığı?
Göz bebekleri büyüdü. Metal çubuğun aydınlattığı loş ışıkta turuncu balon tavana yükseldi. Ani bir refleks ile suda yükselen balona uzandı.
Parmakları yumuşak yüzeye dokunduğunda bu nesnenin, diğerleri gibi soğuk ve sert olmadığını fark etti.
Dokunduğu gibi balon içe çöktü, sonra hızla eski haline döndü.
Bir daha bastırdı.
Bir daha.
Eski haline geri dönüyordu.
Eğlenceli bir oyuna dönüştü.
Gülümsedi, turuncu balonu kolları arasına aldı. Küçük balıklara sarılmak gibiydi… ama çok daha büyük ve yumuşak.
Turuncu balonu biraz inceledikten sonra, yanlarında bulunan iki boşluğu fark etti. Kafasını deliğe sokmaya çalıştı.
Girmedi.
Biraz evirip çevirdi. Sonra, aklına bir fikir geldi.
Kuyruğunu delikten içeri zor bela geçirdi.
Fakat bir şeyler ters gitti. Balon onu hızla yukarı çekmeye başladı.
Başı aşağıda, tavana doğru yükselirken bir an panikle çırpındı. Kuyruğunu ne kadar sallasa da yukarı yükselmeye devam ediyordu.
Hemen kuyruğunu geri çıkardı. Birkaç derin nefes aldı, sonra çantasını açarak turuncu balonu içine yerleştirdi.
Bu sırada yerde unuttuğu ışıklı metal parça aklına geldi.
Tereddütle yaklaştı. Bir süre öylece durup onu izledi. Dokunmalı mıydı?
Belki de yanlışlıkla onu uyandırmıştı.
Yavaşça kuyruğunu uzattı. Ucuyla hafifçe ışıklı yüzeye dokundu. Nesne bir anda yanıp sönmeye başladı.
Odanın içi bir an parlayıp sonra kararmaya başladı. En sonunda loş bir ışık, odanın köşelerine sinerek asılı kaldı.
Odanın köşesine, çekildi temkinli bir şekilde. Kollarını file çantasına sardı. Göğsüne bastırdığı turuncu balonun yumuşaklığı ona bir şekilde güven veriyordu.
Bekledi.
Biraz daha bekledi.
Sonra titrek bir nefes alarak ışıklı metale uzandı ve onu kaptığı gibi odadan dışarı fırladı.
Bir elinde turuncu balon, diğer elinde ışıklı metal çubuk… Hızla tekneyi terk etti ve kelp ormanının güvenli gölgelerine doğru yöneldi.
Tekneden ayrılırken son bir kez dönüp karanlık mezarlığa baktı. Bugün buldukları, daha önce karşılaştığı hiçbir şeye benzemiyordu. Son elli yılını bu tekne mezarlığının çevresinde geçirmişti. Ama hiç bu kadar farklı, bu kadar “canlı” eşyalar bulduğunu hatırlamıyordu. İçinden geçirdi:
“Çift ayaklılara bak sen… Her gün yeni bir şey icat ediyorlar.”
Süzülerek yosunların arasına daldı.
Baba kayaların aksi yönüne yüzüp mercan kayalıklarına ulaştığında çantasına uzandı. İçinden kırmızı kapaklı cam bir kavanoz çıkardı. Elbette, bunun bir kavanoz olduğundan haberi yoktu. Bu, onun için yengeç avlamakta kullandığı özel bir tuzaktı.
Ardından dört dişli, parlayan bir metal çubuğu çıkardı. Bu da, yengeç yakalamakta birebirdi.
Çift ayaklılar gerçekten her şeyi düşünmüştü. “Hayat karada çok kolay olmalı,” dedi içinden. “Her şey için bir aletleri var.”
Bir an durdu. Hayal kurmaya meyilli düşüncelerden sıyrılıp, yengeç avına odaklandı.
Bir elinde kırmızı kapaklı yengeç kapanı, diğerinde parlak çatal; yosunların arasına gizlendi.
Çok geçmeden mercan kayalıklarındaki küçük çatlaklardan irili ufaklı yengeçler çıkmaya başladı. Kumları eşeliyor, birbirleriyle itişiyorlardı.
Bakışları sertleşti, ardından metal çubuğu sıkıca kavradı. Ve bir anda, tabanca karides gibi öne fırladı.
Bir… iki… üç!
Yengeç kapanı, ağzına kadar dolmuştu bile.
Bir memnuniyet duygusuyla başını kaldırdı.
Denize ve bugün ona sunduklarına içinden teşekkür etti. Çift ayaklılara da. Ardından çantasını sıkıca kavrayarak, oyuğuna doğru yola koyuldu.
Gökyüzü, akıntıyla titreşen kumları kızıla boyamaya başlamıştı bile. Kelp ormanının gölgelerini arkasında bırakarak oyuğun karanlık kollarına yüzdü.
Oyuğa vardığında, girişteki ağı sola doğru kıvırıp içeri girdi. İlk olarak turuncu balonu çantasından çıkardı. Kaçmaması için diğer aletlerin arkasına dikkatlice sıkıştırdı.
Ardından ışıklı metal çubuğu çıkardı. Ama… ışık giderek güçsüzleşiyordu. Onu da dikkatlice oyuğun bir başka köşesine yerleştirdi.
Şimdi ziyafet vaktiydi.
Ağdan ördüğü perdeyi sonuna kadar kaldırdı, kayalıkların keskin kenarlarına tutturdu. Sonra üst yarısını ters bir şekilde oyuktan dışarı sarkıtarak uzandı. Kafası aşağı doğru sallanırken, yukarı kaldırıp yüzeyin bulanık resmine baktı.
Suda titreyen yıldızları seçebiliyordu.
Gökyüzündeki kızıltılar yavaş yavaş soldu.
Ve ardından…
Sonsuz siyahlığın içinde, sayısız ışık parladı. O an, gökyüzü, ışık saçan bir okyanusa dönüşmüştü.
Elleri yavaşça kavanozdaki yengeçlere giderken, zihni çoktan hayallerle dolmuştu.
Işıklı çubuktan yayılan loş parıltı, içeriyi dolduran tatlı akıntıyla birlikte titreyerek oyuğu aydınlattı.
Kuyruğu, bir kedininki gibi sağa sola sallanıyordu.
Ve denizin içi yıldızlarla bir olmuştu.
Seyre daldığı manzara birden bulanıklaşmaya başladı. Suyun yüzeyi çalkalanıyor, yıldızlı gece yavaşça siliniyordu.
Gözlerini kıstı, bir süre daha gökyüzündeki yıldızları seçmeye çalıştı. Ama artık hiçbir ayrıntıyı göremiyordu. Denizi fırtına kaplamıştı.
İçini bir sıkıntı bastı.
Elindeki son yengeci de ağzına atıp sessizce oyuğa geri çekildi.
Neyse ki içerisi hâlâ aydınlıktı.
Zeminde uzandı, dirseklerini yere dayayıp başını iki eli arasına aldı. Loş ışığın dalgalı suda yansıyışını izlemeye koyuldu.
Sonra… aklına turuncu balon geldi. Acaba ne işe yarıyordu?
Merakı yeniden alevlendi. Daha önce böylesini görmemişti.
Sıkıştırdığı yerden dikkatlice çıkardı. Sağa sola çevirdi, döndürdü, sıkıştırdı. Sonra iki eliyle kavrayıp havaya kaldırdı.
Aslında havaya kaldırmasına gerek bile yoktu. Çünkü turuncu balon suya meydan okur gibi yukarı kaçıyordu. Kaçmasına izin vermemek için daha sıkı tuttu.
Balondaki boşlukların içine yine kafasını sokmaya çalıştı. Ve yine sığmadı.
Bir süre düşündü. Daha da dikkatle inceledi. İki deliği vardı. Tıpkı kendi iki kolu gibi.
O anda anlamıştı. “Buldum!” dedi içinden, heyecanla.
Bu, bir çift ayaklı icadıydı. İki delik ayaklar içindi.
Sonra kuyruğuna gözü kaydı. “Belki de kolları içindir?” dedi içinden tekrar, hayal kırıklığıyla.
Merakla kollarını deliklerden geçirdi.
Ama… yine ters gitti bir şeyler. Bu sefer balon suratına yapıştı.
Canı sıkıldı. Ne demeye icat etmişlerdi ki bunu? Sarılmak için mi?
Balonu kendine doğru çekti ve sıkıca sarıldı.
Yumuşacıktı. Küçük balıklara sarılmaktan çok daha tatmin ediciydi. En azından kaçmıyordu.
Fakat sarılmak içinse neden iki deliği vardı ki?
Hayır. Kesinlikle kollar içindi o iki delik. Bunu yapanlar böyle planlamış olmalıydı.
Biraz evirip çevirdi balonu. Sonra kollarını tekrar deliklerden geçirdi. Bu sefer, balon sırtına oturdu. O anda yukarı yükselmeye başladı ve tavanın zeminine yapıştı. İnmek için kuyruğunu çırptı.
Bir daha.
Bir daha.
Ama balon onu bırakmaya niyetli değildi.
“Ne güçlü bu balon,” diye düşündü.
“Denizi hiç sevmiyor galiba. Hep kaçmak istiyor.”
Ama… o, kaçmasına izin vermeyecekti. Bu onun sarılma balonuydu. En azından kendisi böyle karar vermişti.
Bir keşif yapmış olmanın gururuyla gülümsedi. Bugün bir sarılma arkadaşı edinmişti. Her ne kadar denizi sevmese de… bu da bir şeydi.
Hem de… geceyi gündüze çeviren bir alet de bulmuştu.
Bugün en mutlu günü olmalıydı.
Balonu dikkatlice yerine geri koydu. Sonra oyuğunu toparlamaya koyuldu. Kuyruğuyla zemindeki yengeç kabuklarını süpürüp, yan yatmış ışıklı çubuğu düzeltti. Şimdi ışık tavanı aydınlatıyordu.
Sonra köşede duran kırık aynaya yüzdü. Boynundaki deri kayışı düzeltti. Ardından yansımasına baktı. Bakışları rengi solmuş, mat yeşil gözlerine odaklandı.
O anda içini hüzün kapladı. Unutulmaya yüz tutmuş anılar zihnine doluşmaya başladı.
Elli küsür yıl… Bunca zaman bu koyda yalnız yaşamıştı. Ne gitmeye cesaret edebilmişti ne de karaya ayak basmaya.
Gözlerini ilk açtığı o günü hatırladı. Soğuk suyun ciğerlerine dolduğu ilk an…
Fakat o anın öncesi yoktu. Ne kadar derinlere inmeye çalışsa da anıları o noktada kesiliyordu. Belki de o gün doğmuştu. O yüzden buradan kopamıyordu.
Dile kolay…
Elli beş yıl.
Tabii doğru hesapladıysa. Bir noktadan sonra zamanı takip etmek güç olmuştu.
Düşüncelere daldı gitti. O sırada ipini kurtarıp yüzeye doğru süzülen turuncu balonu fark etmedi bile.
Gözlerini kapattı, aynadan uzaklaştı.
Ağ perdesini kapatmadan önce, son bir kez gökyüzünün bulanık tablosuna bakmak istedi. Oyuğa gidip başını dışarı uzattığında yukarı doğru hızla uzaklaşan turuncu bir şekil gördü. Bir an nefesi kesildi. Sonra hışımla geri döndü.
Balon…
Kaçıyordu.
Çok sevgili balonu bıraktığı yerden kurtulmuş denizden ve ondan hızla uzaklaşıyordu.
Bir anlık şok yerini öfkeye bıraktı. Öfkeli gözler oyuğun girişinden ileri doğru baktı. Etraf zifiri karanlıktı. Yıldızlar bile denizi artık aydınlatmıyordu.
Kaşlarını çattı. Artık daha fazla düşünecek zamanı kalmamıştı. Bir karar vermesi gerekiyordu. Tam o anda ışıltılı çubuğu kaptı ve oyuktan fırladı.
Kuyruğunu denizdeki akıntıya meydan okurcasına çırparak turuncu balonun peşinden son sürat yüzmeye başladı. Elindeki ışık yüzgeç vurduğu suları aydınlatıyordu.
Biraz daha…
Biraz daha yaklaşsa…
Çok az kalmıştı.
Elleri ileri doğru uzandı.
Ve…
Yakalayabildiği tek şey dalgaların deniz yüzeyinde oluşturduğu köpükler oldu.
Gözleri hızla sağa sola kayarken dalgalara direnmeye çalışıyordu. Ama dalgalar, etrafı görmesini neredeyse imkânsız hale getiriyordu.
Suyla birlikte savrulmaya başladı. Işık çubuğu elinden kaydı ve derin sulara çökmeye başladı. Fakat o balonu bulmaya odaklanmıştı. Fark etmedi bile…
Hırçın suyun yüzeyinde savrulmaya devam etti.
Bir oraya…
Bir buraya…
Sonra birden turuncu balonu gördü.
Balon, Baba kayalara yaslanmış soluklanıyordu. Sanki dalgalar ona da fazla gelmişti.
O da, ritme dayanamayıp kendini kayaların kucağına atıvermişti.
Hızla atıldı. Fakat yüzmesine gerek bile kalmadı. Çünkü akıntı onu bir çırpıda kayalara savurdu.
Şimdi, ikisi birden dinleniyordu kayalara yaslanmış. Ama su, ikisini de rahat bırakmıyordu. Düşmanca saldıran dalgalar, kayalara çarptıkça üstlerine devriliyordu.
Balonun bir kez daha elinden kayıp gitmesine izin veremezdi. Bu yüzden hızla iki kolunu da balonun deliklerinden geçirdi. Bu sefer balon, ona sevgiden değil, korkudan sarılıyordu.
Denize odaklandı. Dalgalar, ikisini de daha fazla hırpalamadan hızla suya dalmaya karar verdi. Ama görünmez bir el sanki onu geri çekiyordu. Deniz de oyuğa dönmesini yasaklıyordu.
Tekrar denedi.
Nafile.
Ya balon gitmek istemiyordu…Ya da deniz ona küsmüştü. Ve onu geri kabul etmiyordu.
O, balon ve denizle boğuşurken, koca dalgaların arasından tanıdık bir figür belirdi.
Ama bu alışkın olduğu bir manzara değildi. Bu görüntü onun için suyun yüzeyine değil derinlere aitti.
Daha önce suyun üstünde durmayı başaran bir tekne ölüsü görmemişti.
Belki de…
Bu tekne hâlâ ölmemişti.
Hayranlık ve korku içinde tekneyi incelerken farkında olmadan kayalıklara daha da yaklaştı.
Ve o anda…
Daha önce hiç duymadığı bir ses duydu.
“Hey!”
Donup kaldı.
Bu ses… ne denizin uğultusuna benziyordu ne de yunusların söylediği şarkılara.
Şu ana kadar duyduğu her sesten farklıydı. Sanki kendine ait bir ruhu vardı. Bir daha duymak istedi sesi, emin olmak için.
Kuyruğunu hızla suya vurdu, kayalıkların üzerinde biraz daha yükseldi.
Tekneye odaklandı.
Ama ses kesilmişti.
Yine de emindi, yaşayan tekne konuşmuştu.
Ölü olmayan tekneler… böyle sesler mi çıkarıyordu?
“Kim bilir,” dedi içinden.
Tam o sırada, bir dalga onu kayalıklara yapıştırdı. Çarpmanın etkisiyle, keskin kayalar, kuyruğundaki pulları sıyırarak geçti. Fakat soluk tenine dokunamadılar.
Yeni arkadaşı onu korumuştu.
Balon…
Kayaların tenine dokunmalarına izin vermemişti.
İçten içe sevindi. Eğer yardım etmeseydi onun gerçekten denizi sevmediğini düşünmeye başlayacaktı.
Tam o sırada teknenin üzerinde bir figür belirdi. İki bacaklı.
Gözleri büyüdü, hatta fal taşı gibi açıldı.
Figürü daha iyi görebilmek için sıkıca kayalıklara tutundu. Fakat kayalıklara çarpan dalgalar bir perde gibi önünü kapatıyor, görüşünü kısıtlıyordu.
Dalgalarla savaşarak kayalıklara tutunmaya çalışıyordu. Ve o anda…
İnce bir sızı yayıldı kuyruğuna.
İrkildi.
Bu kayalar iyice düşman kesilmişti ona. Canını yakmak için ant içmiş gibiydiler.
Ama… Bu seferki acı, farklıydı.
Ellerinden biri kayadan kaydı, dengesi bozuldu.
Acı giderek büyüyordu.
Tuzlu su her temas ettiğinde sanki bıçaklar batıyordu etine.
Gözleri kayalara çarpıp duran köpüklere takıldı. Beyaz köpükler… kızıla boyanıyordu.
Zihni bulanıklaştı. Düşünceler dağınık hale geldi. Beynini acının yankıları ele geçirmeye başladı.
Ellerini kuyruğuna götürdü ve o anda fark etti.
Bir metal parçası saplanmıştı.
Keskin.
Soğuk.
Sert.
Yengeçlere sapladığı aletlere benziyordu…
Ama bu, çok daha keskindi.
Eli titredi. “Bu, benim kullandıklarıma benziyor…Yengeç avlarken.”
Metal parçasını kavradı, çekip çıkardı.
Tarif edilemez bir acı bedenini sardı.
Boğazından bir inilti koptu.
Suyun içinde bir hale gibi kırmızı renk yayılmaya başladı.
Artık doğru düşünemiyordu.
Eline aldığı metal parçasını öfkeyle savurdu.
Geri dönmeliyim.
Hemen.
Bedenini adrenalin ele geçirdi.
Buradan kaçmalıydı, denizin güvenli sularına geri dönmeliydi. Yani oyuğuna.
Tüm gücüyle suya daldı. Daldığı gibi bir güç onu geri çekti.
Turuncu balon gitmesine izin vermedi.
Göz bebekleri titredi.
Yapacak bir şey yoktu, yolları ayrılmalıydı.
Kollarından turuncu balonu sıyırıp kayalıklara doğru fırlattı.
Şimdi… denize dönebilirdi.
Tüm gücüyle derinlere doğru yüzmeye başladı.
Ama o anda…
Bir çift kahverengi göz fark etti.
Gökyüzündeki yıldızlardan farksızdı gözler. Bir ışık parıltısı gibi…
Fakat çok geçmeden o ışık sönmeye başladı.
Göz kapakları kapanıyordu.
Ve…
Ona uzanan eller, denizin derinliklerine dalmaya başladı.
Zihni bulandı.
Çok geçmeden bir şey hatırladı. İki bacaklılar… denizde nefes alamıyordu.
Kuyruğundaki sızı katlanılmaz hale gelmişti ama yine de bedenini terk etmekte olan son gücüyle suya daldı.
Çift ayaklının kolunu yakalayıp suyun yüzeyine çekmeye çalıştı fakat bedenindeki güç tükeniyordu.
Kolları pes etmek üzereydi…
İkisi de denizin yüzeyinde, dalgalar arasında savruluyordu.
Kahverengi gözler kapanmıştı artık, kendisine bakmıyordu.
Ama o, onları açık görmek istiyordu…
Ve o anda… turuncu dostunu fark etti. Balon, kayalıkların eteğinde tepiniyordu. Bir o tarafa bir bu tarafa savruluveriyordu. Namussuz kaçmaya çalışıyordu belli ki.
Çift ayaklıyı da sürükleyerek ona doğru yüzdü. Balonu kaptığı gibi deliklerinden çift ayaklının kollarını geçirdi. Böylece su üstünde kalabileceklerdi.
Ama bedeni çok yorulmuştu. Kuyruğundaki sızı tüm bedenine yayılmaya başlamıştı. Kolları ağırlaşıyor her seferinde daha da az kuyruk çırpıyordu.
Hızlı bir karar vermesi gerekiyordu. Şayet daha fazla burada kalırlarsa akıntıya kapılacaklardı. Ve… köpekbalıklarına yem olacaklardı.
Bir an durdu ve düşündü. Çift ayaklıyı oyuğuna götüremezdi. Kendisi de karaya çıkamazdı…
Yapabileceği tek bir şey vardı.
“Hazır mısın, dostum?” dedi içinden. Ve var gücüyle yüzmeye başladı. Kollarının arasında, çift ayaklıya sarılarak.