Mağara tekrar sessizleşmişti. Sadece parlayan taşların sönmeye yüz tutmuş loş parıltısıyla aydınlanan karanlık ve içinde parlayan bir dizi ürkek göz…
Çoğu zaten bebekti ve ne olup bittiğinden bihaberdi. Biraz daha büyük olanlar ise her zaman yaptıklarını yapmaya yani yemek, oyun ve uyumaya devam ediyorlardı. Diğerleri ise birbirine bakıyor ve tüm yaşlılar gitmişken şimdi ne olacağını düşünüyordu. Sonuçta her sürüye bir lider gerekti.
Zebil ise atıldığı yerde pusmuş, korkudan titremeye devam ederken bakışları donuktu.
Boynundaki yanık yavaş yavaş iyileşirken, zihninde açılan yaralarla boğuşuyordu. Doğduğundan beri tanıdığı en güçlü kişi babası Şef Yanlı idi. En çok ondan korkar ve ona saygı duyardı. Büyüdüğünde onun gibi güçlü ve otoriter olmak istiyordu. Hayattaki en büyük hedefi, babası kadar güçlü olmak ve bir gün onun yerini alıp tüm Azgın Alev kabilesinin şefi olmaktı. Lakin izlediği savaş her şeyi değiştirmişti.
Bugün gerçek gücü görmüştü!
Babasını ve en güçlü iki adamını ezen kudreti iliklerine kadar hissetmişti. Hayır! Ölüme yaklaşmak değil, çaresizlik hissiydi onu bu kadar korkutan. Bu noktada kendisine söz veriyordu. Asla babası gibi olmayacaktı! Babası gibi kendini güçlü sanan zayıflardan olmayacaktı!
Mağaranın ruhpanı her zaman sessiz ve kendi halindeydi. Kimse onun bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordu. Lakin gücünü gösterdiğinde, bir şeytan gibi durdurulamazdı. Zebil’in yeni anlayışına göre, gerçekten güçlü insanlar böyle olmalıydı.
Hedefini çok küçük tutmuştu. Bugün şahit olduğu gerçek güce, ezici güce ulaşmalıydı. Gücün basamaklarını acımasızca tırmanmalıydı. Yaşlıların ölümüyle birlikte önce Azmış Mağaranın şefi olmalı sonra da tüm Azgın Alev kabilesinin. Lakin babasının karşılaştığı sonla bitmek istemiyorsa daha da ötesini hedeflemeliydi.
İşte tam bu anda Zebil kararını vermişti. Azgın Alev kabilesi gibi Azman Kavmine mensup olan kabilelerin bağlı olduğu Büyük Azman Kabilesine ulaşmalı ve otoritesini orada kurmalıydı. Adım adım güçlenecekti ve elinin altındaki tüm imkanları akıllıca kullanacaktı. Adamları sadece onu istediği güce ulaştıran piyonlardı. Onlara gereğinden fazla değer vermeyecekti.
Kararını verdiğinde sakince ayağa kalktı. Mağaradaki herkesin gözü üzerindeyken, hala titreyen ellerini yumruk yaptı ki, titredikleri fark edilmesin.
Kararlı adımlarla artık bir kül yığınından ibaret olan babasının cesedine doğru yürüdü önce. Titreyen elini yavaşça eskiden şef dediği dumanı üstünde et yığınına uzattı ve içinden zorlukla bir bıçak çıkardı.
Oradan istediğini aldıktan sonra da Adam’ı bıraktığı yere yöneldi. Artık elinde babasının hançeri vardı. Bu hançer kaba görünebilirdi ama malzemesi iyiydi ve Ayakız’ın ateşi ile bile yok olmamıştı.
O şefin sembolü olarak kullanılabilecek çok değerli bir “Tılsımlı Eser” idi. Keskinliği, dayanıklılığı gibi özellikleri özel tılsımlar ile güçlendirilmiş bir silah.
Yeterince olgun olanlar, onun ne yapacağını çoktan anlamıştı. Neyse ki birisi ondan önce davranmış ve Adam’ın önüne varmıştı.
“Saçları!!!” Bir dişinin şok olmuş sesi duyuldu hemen.
“Neyden bahsediyorsun Yaralıgöz?” Zebil de az önce ününe geçip bağıran dişinin yanına gelirken sordu. Lakin Adam’ı gördüğü anda neyden bahsettiğini anladı.
Kabile adamlarından farklı olarak Adam zaten siyah renkli saçlarla doğmuştu. Lakin saçları şimdi yaşlanmış gibi tamamen beyazlamıştı. Sadece saçları da değil, kirpikleri hatta gözleri bile. Sanki gözlerinin karası akmış, yerine garip gümüşi bir renk bırakmıştı.
“Bu çocuk çok garip…” Yaralıgöz denilen iri kız, yanına çömelirken söylendi. “Hem saçlarını hem gözlerini ağartacak kadar ne olmuş olabilir?”
“Bilmiyorum.” dedi Zebil. Sımsıkı tuttuğu hançeri kaldırırken, “Ama öğrenmemize gerek yok! Annesi şefi ve adamlarımızı öldürdü. Ölmesi gerek!” diye konuştu. Kararlı konuşsa da zangır zangır titreyen elleri yüzünden hançerini kullanmayı bırakın, doğru düzgün tutmakta bile zorlanıyordu. Babasının külleri soğumadan intikamını almak istemişti ama Ayakız’ın uyarısıyla gelen travmayı da hafife almış görünüyordu.
Orada hareketsiz duran Adam’ın beyazlamış saçlarına ve ölü gibi ağarmış gözlerine baktığında, olduğu yerde donmuştu. Yaralıgöz onun çıkmazını fırsat bilip, bıçağı tutan elini yakaladı!
“O Kutsal Çocuk. Onu öldürürsen kabilemiz lanetlenebilir. Ayrıca Baharın Habercisi, o büyüdükçe baharın yaklaştığını bileceğiz. Bir şey yapmadan önce iyi düşün istersen.” dedi. Yüzüne düşen uzun kızıl saçları yüzünden, sadece tek bir gözü açıktaydı. Ve o göz sakin baksa da gizli bir öfkeyle dolu olduğu görülebilirdi.
“Kolumu bırak!” dedi Zebil. Zira Yaralıgöz’ün demir gibi tutuşu canını yakıyordu. Mağaranın yeni şefi olmaya karar verse de henüz en güçlü olmadığını biliyordu. Önce güçlü olanların desteğine ihtiyacı vardı.
Örneğin karşısındaki bu dişi, Yaralıgöz. Mağarada doğan ilk çocuktu ve şimdiden büyümüş, tamamen olgunlaşmış bir dişiydi.
Burada zaman kavramı belirsiz olduğundan bir yaş belirtmek anlamsızdı ama sırf görünüş açısından 20 civarında olduğunu düşünürdünüz. Buna göre Zebil, en fazla 14 ya da 15 görünüyordu.
O nerdeyse eski nesilden kabul edilebilirdi. Boyu şuan Zebil’in iki katıydı ve çıplak bedenini saran yaralarla dolu derisinin altında, patlayıcı güçle dolu belirgin kasları vardı. O çoktan çiftleşmeye hazır dişi bir aslandı. Zebil onunla şimdi çiftleşirse muhtemelen bir çocuk sahibi olabileceğini düşünüyordu. Ne yazık ki eski nesil ölmüşken, şu anda kızdırmaya cesaret edemediği biriydi.
Zebil, Yaralıgöz onu engellediği için çelişkili hissediyordu. Şimdi arkadaşı Azman’ı ya da biraz önce arkasına saklandığı iri kıyım üç çocuğu Yaralıgöz’ü tutmaları için çağırabilir ve Adam’ı öldürebilirdi ama bunu yaparsa, zaten babası ve adamları yüzünden ona öfke duyan bu dişi aslanı daha da kızdırabilirdi. Bir düşmanı öldürürken, başka birini yaratmak akıllıca değildi.
“Şuna da bakın hele! Ne kadar da yaşlanmış. Sanki çok ömrü kalmamış gibi ha,” birden Adam’ın başında başka bir çocuk belirdi ve “ne dersiniz?” diye imalı bir şekilde sordu. Sanki kavgaya gerek yok demeye çalışıyordu.
Zebil tam çelişkiye düşmüşken bu çocuk imdadına yetişmişti. Gelen Çataldil idi. Kardeşlerinden biriydi ve son derece kurnazdı. Zehirli bir dili olmasına rağmen, ondan daha zayıftı. Zebil onu idare edebileceğinden emin olmasa, şimdiye çoktan ayağını kaydırırdı.
“Patron, ay! Yani Şef demek istedim.” diye hemen kaygan dilini çalıştırdı. “Bu yaşlı bebek için aramızda kavga etmeye gerek yok. Kendi haline bıraksak bile çok yaşamaz gibi görünüyor.”
Zebil onun bir planı olduğunu bildiği için hemen sordu, “Peki ne yapalım? Onu öylece bırakmayı önermiyorsun ya? Babamızı duydun.”
“Bence babamızın öcünü almaya gerek yok. Katil zaten öldü. Eski neslin kinlerini bir tarafa bırakalım ve yeni nesil olarak birlikte hareket edelim diyorum.” Sözlerini konuşurken arada Yaralıgöz’e kaçamak bir bakış attı. Yaralıgöz ise sanki ilgisi yokmuş gibi ifadesiz kaldı ama yine de Zebil’i tutan elini gevşetti.
Bunu iyi işaret olarak alan Çataldil ise orada ölü gibi uzanan Adam’ı dürterken konuşmaya devam etti. “Ayrıca Şef onu öldürmemizi değil, sadece ölmesini istemişti. Benim önerim ise onu Lilith’in yanına koyalım ve bırakalım yaşaması ya da ölmesi tamamen Pan’ın iradesi olsun.”
Zebil bu öneriyi duyduğunda ilk başta işini şansa bırakmak istemedi ama düşününce mantıklı olduğunu gördü. Bu kurnaz kardeşi gerçekten derin düşünüyordu…
Ruhpanlar, pan yılanları tarafından seçilirlerdi. Önceki ruhpan Ayakız’ın pan yılanı ölmüştü ama ölmeden önce sonraki ruhpanı, yumurtasını yanına bırakarak seçmişti. Bu da Lilith idi.
Lilith şimdilik küçük bir yılan yumurtasına sarılarak uyuyan bir bebekti. Lakin o yılan yumurtadan çıktığında beslenmesi gerekecekti ve beslenmeye en yakındaki bebeklerin kanı ile başlayacaktı.
Büyükler onları bu konularda bilgilendirmişti. Yeni ruhpan, diğer bebeklerden ayrı bir yerde büyümeliydi. Bu hem sadece kurban olarak sunulan bebeklerin öleceği ve bu sayede gereksiz zayiatlardan kaçınılacağı için iyiydi. Hem de ruhpanın eğitiminin bölünmemesi için gerekliydi. Zira ruhpanlık zordu ve eğitim daha bebekken başlardı.
Pan yılanı yumurtasından çıktığında ve ruhpanı ile bağlantı kurduğunda; ona bilmesi gerekenleri öğretecek, dünyanın gizemlerini kulağına fısıldayacaktı. Bu yüzden pan yılanlarına aynı zamanda “Fısıldayan Yılan” da denilirdi.
Kararını veren Zebil, Yaralıgöz’e baktı. “Ne diyorsun?”
“Daha sonra ne olursa olsun müdahale edilmeyecekse…” Yaralıgöz şartını söyledikten sonra anlaşmış gibi tutuşunu bıraktı ve “o zaman kaderine Yüce Pan karar versin!” dedi. “Hem gerçekten bir Kutsal Çocuk ise yılan ona zarar vermez, değilse de lanetlenmekten korkmamıza gerek kalmamış olur. ” diye düşüncesini açıkladı.
“Oldu o zaman.” dedi Çataldil, Adam’ı nazikçe tuttu ve başını şefkatle okşarken biraz ileride, ufak bir kayanın ardında mışıl mışıl uyuyan Lilith’in yanına götürdü. Çok doğal bir şekilde sanki bebeği öleceği yere değil de, daha rahat bir yere götürüyormuş gibi yapması Zebil’in bile omurgasından aşağı bir ürperti gönderdi.
“Tch!” Yaralıgöz, Çataldil’in hareketlerini küçümseyerek arkasını döndü ve “Ah… yorgunum.” derken, güzel vücudunu esneterek uzaklaşmaya başladı. İşin doğrusu Zebil ya da bu mağaradaki herhangi bir veledi umursamıyordu. Büyükler öldüğü için şimdi onu durdurabilecek kimse yoktu.
Nihayet özgürdü…
O zaman neden o veledi kurtardım diye düşündü kendi kendine uzaklaşırken.
HAA! GÜM!
Duvardan çıkıntı yapan bir kayayı tek yumrukta toza indirgerken, “Boş ver! Annesi bir keresinde yaralarımı iyileştirip, beni kurtarmıştı. Şimdi ödeştik sayalım.” diye söylendi.
Zebil’e göre ise Adam’ın pan yılanı tarafından kanı emilerek ölmesi en muhtemel sonuçtu. Bu yüzden meseleyi çözmüş gibi hissetti ve rahat bir nefes aldı. Lakin canını sıkan mesele Yaralıgöz’ün tavrıydı. Normalde kendinden başkasını umursamayan bu sert ve başına buyruk dişi, yeni doğmuş bir velet için ayağa kalkmış ve istediğini yapmasını engellemişti. Bunda özel bir neden bulamayan Zebil, sadece ona karşı çıkmak istediğini düşünebildi.
Onun gücünü tanıyordu ve o güce ihtiyacı vardı. O yüzden şimdilik onunla iyi geçinmeli ve gücünden istifade etmeliydi. Daha sonra güçlendiğinde bu dişiyi bastırıp, kendisine boyun eğdirirdi.
Sonra yumurtanın yanına yatırılmış, cansız çocuğa baktı. Bir an için saçlarının neden beyazladığına kafası takıldı ama aklına bir şey gelmediği için düşünmeyi bıraktı.
Sadece Yaralıgöz, kısmi bir tahmin yapabilmişti. Çünkü kısa yaşamına rağmen, çektiği zorluklar yüzünden onun da birkaç beyaz teli vardı. Geceyi atlatmak kolay değildi sonuçta. Ama o bile daha yeni doğmuş bir bebeğin, bir anda yaşlanmasının nedenini tahmin edememişti.
Doğduğunda Adam’ın gece gibi simsiyah olan saçları ve gözleri, o zaman kimse fark etmese de annesinin ölümünden sonra gündüz gibi bembeyaz olmuştu. Çünkü annesinin alev alev yanışını görmüş ve alevlerin içerisinde yok olup gittiğini hissetmişti.
Annesinin gökleri yakmak istercesine kükreyen alevlerinde, şu anki küçücük bedeninin ve aklının kaldıramayacağı şeyler görmüştü.
Bir an için yıldızların ötesine bakmış ve perdenin arkasından sahnelere şahit olmuştu…
Annesinin yanan sureti, cayır cayır yanan bir ağaca dönüşmüştü gözlerinde. Devasa gövdesi ve göklere uzanan yaprakları ile kutsal bir ağaçtı.
Onu çağırıyordu! Çünkü bilinmeyen bir kötülük iş başındaydı. Onu yavaş yavaş tüketiyordu. Aydınlık azalıyor, karanlık güçleniyordu. Fazla vakit kalmamıştı…
Adam bunu unutsa bile, daha bebekken ilk vizyonunu görmüştü…
Bilinmeyen karanlık ise uyuduğu gölgeli yerlerde kıpırdanmış, izlendiği hissi ile rahatsız edilmişti bir kere…
Her şey değişmek üzereydi…