10. Bölüm
Yıldızların En Parlağı
Baharın sesleri ormanı sararken kuşlar yuvalarından çıkmış, güneş tepeye yükselmişti. O sırada ahşap kulübede çıt çıkmıyordu.
Yaprakların hışırtısı çevreye huzur yayıyordu ki birden kapı sertçe gümbürdeyerek yerinde sarsıldı. Küvete yaslanmış gözlerini ovuşturan genç kız, dışarıdan gelen boğuk sesi dinledi.
“Arat!”
Ses giderek yaklaşıyordu.
“Evde olduğunu biliyorum. Aç şu kapıyı!”
GÜM. GÜM. GÜM.
“Arat!”
Ses, özellikle bu ismi çağırır gibi vurguluyordu. İçinden tekrarladı: Arat.
Ardından bir sessizlik çöktü. Kapı, gıcırtıyla menteşelerinde kımıldadı.
Eşiğin arkasında, uykulu gözlerle Arat belirdi.
“Ne işin var burada? Evimi nasıl buldun?” diye sordu, sesi yorgun ama sert.
“Hoşbulduk.” Sarışın, gözlerini devirdi. “İçeri davet etmeyecek misin?”
Adım atmak üzereyken Arat ayağını kapıya yaslayarak onu durdurdu.
“Dün ofis, şimdi evim. Beni takip etmekten yorulmadın mı?” Kaşları çatılmış, suratı asıktı.
Kızın yüzü ekşidi. “Saçmalama, takip ettiğim falan yok. İş için geldim.”
Arat, yüzüne bakmadan kapıyı üzerine çekti. “Bugün izinliyim.” Yarım ağızla ekledi: “Yarın ofise gel. Evime değil.”
Sarışın, kapanan kapıya ayağını dayadı. “Kapına kadar geldim. Gerçekten beni kovuyor musun?”
Arat, onun ayağını itip aradaki mesafeyi kapattı. “Evet, kovuyorum. Hastayım, seninle uğraşacak halim yok.” Kapıyı bir kez daha sertçe örttü.
“Ahh!”
Dışarıda kalan kız, sesini yükseltti:
“Arat!”
İsmini ne kadar tekrarlasa da kapı ardında sessiz kaldı. Sonunda, arkasına bakarak tısladı:
“Senin kadar kaba bir adam daha görmedim!”
Dudaklarının arasından bir kaç sinirli söz daha döküldü:
“Hödük herif!”
Ve toprak yolda gözden kayboldu.
Arat esneyerek mutfağa yöneldi.
Ocağın üzerine kaynaması için su koyduktan sonra dünden kalan dağınıklığa göz gezdirdi.
El çabukluğuyla kıyafetleri alelacele katlayıp dolabın bir köşesine tıkıştırdı, yerdeki boş konserve kutularını ise topladı ve çöpe attı.
Fokurdayan suyu hazır kahve karışımının üzerine dökerek fincanı doldurdu.
Ayılmak için kahveye ihtiyacı vardı. Gözlerini ovuşturdu.
Yatakta oturmuş kahvesinden yudumlarken gözü, dün önüne sandalye çektiği kapıya takıldı.
Fincanı elinde sıkıca kavrayarak birkaç kelimeyi güçlükle toparladı.
“Hey, iyi misin?”
Kahvesinden bir yudum daha alıp arkasına yaslandı.
Cevap beklemiyordu. Ancak içeriden gelen kısık bir ses kulağına çalınınca yerinden fırladı.
“Arat?”
Gözleri şaşkınlıkla büyürken, ağzındaki kahveyi püskürttü. Gömleğinin koluyla çenesinden damlayan sıcak kahveyi silerken kapıya doğru yöneldi. Fincanı bir kenara bırakıp sandalyeyi çekti.
Kalp atışları hızlanmıştı. Kapı aralandığında bir an yerinde sıçrayarak yerde oturan genç kıza gözlerini dikti.
“Arat.”
Arat’ın kaşları hayretle havaya kalktı.
“Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu, sonra ifadesi değişti.
“Kapıdaki konuşmalarımızı mı duydun?”
Cevap alamayınca birkaç adım yaklaştı.
“Dediklerimi anlayabiliyor musun?”
Genç kız başını salladı.
“Peki, konuşabiliyor musun?”
Bu kez başını eğdi.
“Dediklerimi anlayabiliyorsan, sana birkaç soru sormak istiyorum. Konuşmak istemiyorsan, sadece kafanı sallasan yeterli.”
Genç kız, tereddüt ederek Arat’a elini uzattı.
Arat kısa bir duraksamadan sonra elini tutup onu ayağa kaldırdı.
Önüne bir sandalye çekerek oturmasını işaret etti.
Sonra kapının arkasına asılı havluyu alıp, tişörtünün üzerinden nazikçe omuzlarına serdi.
Karşısındaki genç kız, bu haliyle sıradan bir insandan farksız görünüyordu. Arat’ın içindeki endişeler henüz tamamen dinmemişti ama dünkü korkusu bedenini terk etmişti bile.
Onun karşısına geçti.
“Bir… bir insan değilsin, değil mi?”
Sözleri ağzından güçlükle çıktı. Genç kız başını eğdi.
“Peki, tam olarak nesin sen?”
Bu kez doğrudan yüzüne baktı.
“Ah, sen…”
Bakışları birbirine kenetlendi.
“…Deniz kızı mısın?” İçini kemiren en büyük soruyu sordu.
Kız heyecanla kafasını salladı.
Arat bir adım geriledi. Gözleri büyüdü.
“İnanılmaz,” dedi.
Sesinde heyecan, şaşkınlık ve daha adını koyamadığı pek çok duygu bir aradaydı. Arkasındaki yatağa oturup ellerini ensesinde kavuşturdu.
“Gerçek bir ‘deniz kızıyla‘ konuşuyorum.”
Yerinden fırlayıp genç kıza birkaç adımda yaklaştı.
“Beni neden dalgaların arasından kurtardın? Siz… siz insanları…”
Cümlesi havada asılı kaldı. Cevabı duymak istediğinden emin değildi. Genç kız ise bakışlarını kaçırdı.
Arat’ın yüzü ciddileşti.
“Benimle konuşmazsan sana yardımcı olamam.”
Kalkıp dün Lidya’dan aldığı kıyafetlere uzandı ve kıza ayağa kalkmasını işaret etti. Elindeki paketi banyodaki çamaşır sepetinin üzerine bıraktıktan sonra eşiğin dışına çıktı. Üzerinde hala kurumuş kan lekeleri taşıyan tişörtü göstererek:
“Giyin,” dedi.
Kapıyı ardından sessizce kapattı.
“Üzgünüm,” diye fısıldadı.
“Ama kapıyı kilitlemek zorundayım.”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Sana güvenmiyorum.”
Bir süre sonra Arat hazırlanıp evden çıktı. Yarım saate varmadan kırmızı kamyonetini park edip kitapçının önüne vardı.
İçeri girdiğinde Helin, kasada bir müşteriyle ilgileniyordu. Kafasıyla selam vererek doğrudan kitaplıklara yöneldi.
“Selam Jefferds.”
Jefferds, arkasını dönüp yüzüne her zamanki soğuk gülümsemesini takındı.
“Hoş geldin delikanlı. Bugün ne arıyorsun?”
Aksayarak Arat’ın yanına yürüdü.
“Eğer geçen sene bağışladığın kitapları arıyorsan, söylemiştim; elimdekilerin hepsi arkadaki büyük kolide duruyor.”
“Bugün onlar için gelmedim, Jefferds.”
Dar koridordan geçerken Arat, hafifçe adamın omzuna çarptı.
“Geçen sefer istediğim ansiklopedi eline ulaştı mı?”
“Ah, demek onu soruyorsun genç adam. Hadi, peşimden gel bakalım.”
Birlikte ilerleyerek kitapçının arka kısmına geçtiler. Jefferds, masasının arkasındaki bir kutudan lacivert ciltli bir kitap çıkardı ve Arat’a uzattı.
“Kayıp Irklar ve Uygarlıklar Kataloğu. Birinci cilt. Yalnız, sadece ikinci el bulabildim.”
“Sorun değil Jefferds, bu işimi görür.”
Arat ansiklopediyi eline alırken Jefferds, onu dikkatle süzdü.
“Enteresan bir koleksiyonersin. Daha önce bu tarz kitapları toplayan biriyle karşılaşmadım.”
Arat başını kaldırıp muzip bir ifadeyle Jefferds’a baktı.
“Türünün tek örneği.”
Jefferds yüzüne kayıtsız bir gülümseme yerleştirirken Arat da kitapçının arka bahçesine doğru ilerledi.
“Kahve ister misin delikanlı?”
“Teşekkürler Jefferds, daha sonra.”
İkili ayrılırken biri kitapları düzenlemeye, diğeri arka bahçedeki masalara yöneldi.
Arat, köşedeki bir masaya oturdu. Helin, elinde bir kahve bardağıyla yanına geldi. Karton bardağı usulca Arat’ın önüne bıraktı. Arat, kafasını kitaptan kaldırmadan konuştu: “Kahve istememiştim, Jefferds.”
“Şey…” Helin hafifçe kıpırdandı. “Bay Jefferds, gelen müşteriler bir şey içmeden masalara oturunca biraz aksikeşiyor.”
“Helin!” Arat, şaşkınlıkla kafasını kaldırdı ve önündeki genç kıza baktı. “Kusura bakma, sen olduğunu fark etmedim.”
“Ah, önemli değil.” Helin saçını kulağının arkasına atıp bakışlarını Arat’ın yanındaki boşluğa kaçırdı. “Kahve… benden olsun. Geçen gün için teşekkür ederim.” Yanakları hafifçe kızardı.
Arat gülümsedi. “Bir şey yapmadım ki.”
Helin, elindeki tepsiyi sıkıca kavrayarak döndü.
“Eğer Bay Jefferds’ın lafını bölmeseydin, beni azarlamaya devam edecekti.”
Arat, hafifçe güldü.
“Evet, o İtalyan ihtiyar bazen gerçekten huysuzlaşabiliyor.”
Helin kıkırdadı ve etrafında kimse olup olmadığını kontrol ettikten sonra Arat’a hafifçe el sallayıp kasaya yöneldi. Arat, arkasından seslendi:
“Hey, Helin!”
Genç kız dönüp çekingen bir ifadeyle ona baktı.
“Bir ara rıhtıma uğra. Kahve borcumu öderim.”
Helin kendine büyük gelen gözlüğünü düzeltip kafasını salladı, ardından minik adımlarla uzaklaştı. Arat, onun arkasından gülümseyerek kitabına döndü.
İşlerini bitirip dükkândan çıktığında, sokağın karşısında park etmiş olan kamyonetine doğru ilerledi. Araca varmadan bir el aniden önünü kesti.
“Vay! Bana hasta numarası çekip dolaşıyorsun demek.”
Sarışın kız, yüzünü buruşturarak kitapçıya döndü.
“Böyle eski püskü mekanlarda takılmayı seviyorsun herhalde? Rıhtımdaki pub’ın da müdavimiymişsin.”
“Beni mi araştırıyorsun boş zamanlarında?” Arat, kızın elini kenara itip arabasına yöneldi.
Sarışın, adımlarını hızlandırıp önünde durdu.
“Evet. İlgimi çektin.”
Bakışlarıyla Arat’ı baştan aşağı süzdü.
“Yavaş yavaş çözüyorum ama seni.”
“Hadi ya!?” Arat, bir kaşını havaya kaldırarak iğneleyici bir tavırla baktı. “İzin verirsen arabama bineceğim.”
“Beni de merkeze bırakır mısın?”
Arat, umursamaz bir ifadeyle kenara çekilmesini isteyerek uzaklaşırken, kız sitemkâr bir sesle devam etti:
“Eğer bırakmazsan müdürünü arayıp hasta olmadığını söylerim.”
Sonra cebinden telefonunu çıkarıp Arat da kadraja girecek şekilde bir fotoğraf çekti. Fotoğrafı göstererek göz kırptı:
“Bak, kanıtım bile var. Senden öğrendim.”
Sarışın yolcu koltuğuna ilerlerken Arat derin bir nefes alıp sinirini bastırmaya çalıştı. Nefesini tutarken şoför kapısını açtı ve direksiyonun başına geçti.
İkili yola koyulurken, kız elini uzatıp ona döndü:
“Biraz kötü bir başlangıç yaptık. Ama değiştirmek için çok geç değil. Benim adım Mina.”
Arat, ona uzanan eli umursamayarak kızın emniyet kemerine uzandı. Kemeri çekerken gözlerini yoldan ayırmadı. Hiçbir şey söylemedi. Memnuniyetsizliği yüzüne kazınmıştı.
Mina geriye yaslandı ve gözlerini kaçırarak yola baktı.
“Rahatla biraz,” dedi hafif bir tebessümle.
“Öyle takıntılı tiplerden değilim. Gerçekten iş için buradayım. Ayrıca…”
“Ayrıca ne?” Arat, kısa bir bakış attı.
“Ayrıca kasabaya zorla gelmiş sayılırım. Bir nevi ceza… Annem notlarım düşünce beni dayımın yanına yolladı. Davranışlarım düzelince geri dönüp devam edebilecekmişim.” Gözlerini devirdi.
“Okuyor musun?” Arat’ın ifadesi hafif şaşkınlıkla değişti.
Mina, sarkastik soruyu umursamayarak çantasına uzanıp bir dudak parlatıcısı çıkardı. Aynada sürmeye koyuldu. Tam o anda, araç ani bir frenle kırmızı ışıkta durdu. Parlatıcı kızın yüzüne bulaştı. Gözlerinde bir anlık sinir kıvılcımı belirdi.
“Bilerek yaptın.”
Arat, bıyık altından hafifçe gülümsedi ama cevap vermedi. Mina, bir mendile uzanıp yüzünü silerken söylenmeye devam etti:
“Kötü bir insan değilim. Fazla tepki gösteriyorsun.” Parlatıcıyı ve mendili çantasına atıp Arat’a genişçe gülümsedi: “Tanısan seversin.”
Arat, gözlerini yoldan ayırmadan sürmeye devam etti. Bir anda Mina, eliyle Arat’ın ceketini yakaladı:
“İnmek istediğim yere geldik. Köşede bırakırsan sevinirim.”
Arat ani bir frenle yavaşladı. Mina, aynada son bir kez kendine bakıp kaldırıma yanaşan araçtan indi. Arat’a seslendi:
“Görüşürüz ukala!”
Arat, yalnız kaldığı araçta dikiz aynasından ona bakarken mırıldandı:
“Çattık deliye.”
Arat, ara sokaklardan geçerek Eski Kent’in arkasındaki her zamanki yerine kamyonetini park etti.
Pub’a vardığında gözleri kalabalık mekanda Tete’yi aradı. Tam o sırada omzuna sıcak bir el dokundu.
“Nihayet gelebildin evlat.”
Tete, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle karşıladı onu. Beraber cam kenarındaki her zamanki masalarına geçtiler. Arat ceketini sandalyenin arkasına asarken Tete de piposunu cebinden çıkarıp masaya bıraktı.
“Seni beklerken tozlandım,” dedi, hafifçe sitem ederek.
Barmen masalarına yaklaşıp iki soğuk içki bıraktı. Arat hafifçe doğrulup ellerini masada birleştirdi. Suratına ciddi bir ifade oturmuştu.
“Tete, geçen gün için nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
Bardak altlığını eline alıp parmaklarının arasında döndürürken, gözlerini Tete’ye çevirdi.
“Sen olmasan, yakamoz denizin dibini boylamıştı.”
Gözlerinde derin bir minnet parladı. Tete’nin duruşu duyduklarıyla değişti.
“Sonunda şu yaşlı adama teşekkür etmek aklına geldi ha? Beni evden kovarken aklın neredeydi?”
Sitemkâr bir tavırla bardağına uzandı, Arat’ın gözlerinin içine baktı.
“Eğer gerçekten teşekkür etmek istiyorsan, önce bana gerçeği söyle.” Sesi biraz alçaldı. “O havada Baba Kayalar’da ne işin vardı evlat? Biliyorsun, fırtınalı havalarda orası tam bir gemi mezarlığıdır.”
Bardağını havaya kaldırıp tek dikişte bitirdi. Sonra arkasındaki barmene eliyle bir işaret verdi.
“Tete…” Arat bir an tereddüt etti. “Gündüzleri işim oluyor biliyorsun. Geceleri her fırsatta…”
“Palavrayı bırak Arat. Çocuk kandırmıyorsun.”
Barmen, masalarına yeni bir içki bırakırken kısa bir sessizlik çöktü, gece gibi ağır. Ardından Tete, tonunu biraz düşürerek yaklaştı:
“Bak evlat, gizemli gece gezilerinden haberim var. Bu ilk sefer değil. Beni geçtim, Hasan Usta’ya bile haber vermiyorsun nereye gittiğini.”
Arat bakışlarını kaçırdı, masanın üzerinde kenetlediği yorgun ellerine daldı. Tete’nin kalbine çöken ağırlık dudaklarından usulca döküldü:
“Niyetim seni sorguya çekmek değil. Sadece… merak ediyorum. Başına bir şey gelir diye.”
Son cümlesini söylerken hafifçe yutkundu, bardağını kavradı. Arat ise sandalyesinde huzursuzca kıpırdandı, Tete’nin sözlerine başıyla onay verir gibi sallandı. Yaşlı adama verecek bir cevap bulamamıştı. Tete de üstelemeden lafını orada bıraktı.
Eski Kent’e çöken ağırlığı dağıtmak için Arat ayağa kalktı, camdan dışarıyı seyreden adamı hafifçe dürttü.
“Masa boşalmış. Bir iki el oynayalım mı?”
Tete’nin yüzündeki çizgiler gevşedi, yerini yumuşak bir ifadeye bıraktı. Ağır adımlarla bilardo masasına yöneldi. Arat da ceketini alıp peşinden gitti.
Masanın başına geldiklerinde, Tete duvardaki askıdan üçgeni aldı ve topları teker teker delikten çıkararak dizmeye başladı. Arat ise yan masayı izliyordu. Sessizliği bozan yine o oldu:
“İnci’nin sana selamı var.”
Yaşlı adam, topları dizerken durdu, Arat’a keskin bir bakış attı.
“Konuyu değiştirmek için böyle nahoş şakalar mı yapıyorsun?”
Arat, bıyık altından hafifçe gülerek devam etti:
“Dün Lidya’lara yemeğe gittim. Bir ara adın geçti… İnci’nin suratı da aynı senin şu anki ifaden gibi değişti.”
Tete’nin alnındaki çizgiler derinleşti, kaşları çatıldı. Cevap vermeden kenardaki ıstakaya uzandı. Arat, hafifçe yanına sokulup ona doğru eğildi.
Aynı anda Tete, ıstakayı masaya bıraktı ve Arat’ın ensesini yakaladı. Arat bir anda durakladı, tedirgin bakışlarla Tete’ye döndü.
“Merakını kendine sakla evlat,” dedi yaşlı adam, yüzünde uyarıcı ama sevecen bir ifadeyle. Sonra ensesine hafif bir tokat atıp onu ileri doğru itti.
“Bir an korkuttun beni, Tete,” dedi Arat, elini boynuna götürerek. Mahcup bir tavırla masanın ucunda duran tebeşire uzandı.
Tete, karnından gelen boğuk bir kahkahayla karşılık verdi:
“Yaşlı adamla uğraşmayacaksın, delikanlı.”
İkilinin kahkahaları Eski Kent’ten çıkıp dar sokaklara yayılırken, kasabanın diğer ucunda, kilitli bir kapının ardında sessizce bekleyen biri vardı. Yalnız ve unutulmuş.
Sırtını küvete yaslamış, yerde duran yağmurluğun ipleriyle oynuyordu. Çift ayaklı evden çıkıp gideli ne kadar zaman geçmişti, bu kapalı odada zamanı kestirmek zordu.
Ve en kötüsü… Burada yapacak hiçbir şey yoktu. Zihni, yine suyla buluşmanın hayalleriyle dolup taşmıştı. Deniz yine ona sesleniyordu. Ama bu odada, suya dair bir damla bile yoktu. İç geçirdi.
Yeni dostu “Arat” onu nasıl böyle, sessizce bırakıp gidebilmişti? Ona yardım eden adam, şimdi sanki onunla dalga geçer gibiydi.
Oysa sabah neredeyse konuşacaklardı. Tabii, kendi korkup konuşmaktan kaçınmasaydı… Fakat korkuyordu. Yıllarca tek kelime etmeden yaşamanın cezasıydı bu belli ki. Zihninde binlerce cümle dönüp duruyor, ama dudaklarının arasından tek bir kelime bile dökülemiyordu. On yıllarca kendini denize mahkûm etmiş olmanın ağır bedeliydi bu suskunluk.
Canını sıkan düşünceleri bir kenara itti. Başını kaldırıp banyonun ufak penceresinden gökyüzüne baktı. Denizde yaptığı gibi, yıldızları saymaya başladı. Bir tanesini yakalayabilse, bir kavanozun içine koyup saklamak isterdi. Küçük mağarasının tavanını aydınlatacak kadar parlak bir yıldız…
Ellerini pencereye doğru uzattığında, kapının eşiğinde duran Arat’ı fark etmedi.
Arat, kilidi açıp içeri girdiğinde genç kız, bıraktığı yerdeydi. Üzerinde hâlâ kan lekeli tişörtü vardı. Küçük pencereden yıldızları izliyordu.
Ne verdiği kıyafetleri giymişti, ne de yerinden milim oynamıştı. Arat, kapıyı hafifçe tıklattığında kız irkilip sıçradı.
Arat kıyafetleri işaret etti.
“Neden giymedin?”
Kız oturduğu yerde başını kaldırıp ona baktı. Yanıt vermedi.
“Sessiz kalmaya devam edeceksen gideceğim,” dedi Arat, sesi yumuşak ama kararlı. Arkasını dönerken, kız pantolonunun paçasından yakaladı onu. Arat kaşlarını çatarak ayağını çekti.
“Diyecek bir şeyin mi var?”
Tepeden ona bakıyordu. Ortama hakim sessizlik uzadı.
“Ben de öyle düşünmüştüm,” dedi, iç geçirerek.
Kapıyı kapatmak üzereyken, arkasından bir ses geldi:
“Bekle!”
Kendi sesini duyduğunda kız irkildi, elleriyle ağzını kapattı. Arat, omzunun üzerinden dönüp ona baktı. Gözlerinde ilk kez bir ışık parladı.
“Teşekkür ederim,” dedi kız. Sesi soluk, saf ve kırılgandı.
Arat’ın içini hafif bir heyecan kapladı. Yanına çöktü, dikkat kesildi.
“Konuşabiliyorsun,” dedi yavaşça.
Kız kafasını salladı.
“Peki neden daha önce konuşmadın?”
Kız bakışlarını kaçırdı. Dudakları aralandı, fakat gözleri tekrar Arat’la buluştuğunda kelimeler ciğerlerinde yitip gitti.
Arat derin bir nefes aldı, ayağa kalktı.
“Yarın tekrar deneriz,” dedi.
Eşikte durdu. Son bir kez bakarak fısıldadı:
“İyi geceler…”
Kapıyı usulca çekip çıktı. Kendi kendine mırıldandı:
“…Seren.”
Kapıya yaslandı. İçinde bir anı belirdi. Onu o küçücük pencereden yıldızlara bakarken gördüğünde, hafızasında eski bir hikâye canlanmıştı.
Yetimhanedeyken, her gece yastığının altında sakladığı bir kitap vardı. Küçük bir yıldızın hikâyesi. Yıldızların en parlağı: Seren.
Annesi koymuştu adını. “Sen bu evrenin en parlak yıldızısın,” demişti. “Ne kadar uzak olsak da seni gittiğim yerden izliyor olacağım,” diye usulca fısıldadı kulağına.
Alnına bir öpücük kondurmuş, sonra kayarak uzaklaşmıştı. Bir yıldız doğduğunda, başka bir yıldızın kayıp gittiği o evrende…
Seren annesinin gidişini izledi. Bir ışık parladı ve sessizce söndü. Geriye yalnızlık kalmıştı. Koca sonsuzlukta bir başına…
Arat, her okuduğunda bu kitapta kendi hikâyesini bulurdu. İkisi de annesizdi. İkisi de koca evrende yapayalnız.
Gözlerine dolan yaşları gömleğinin eteğiyle sildi.
Küvetin kenarına kıvrılmış küçük bedenin pencereden yıldızlara uzanan bakışlarında, o eski masalın ışıltısını görmüştü.
Kendi kilitlemişti onu bu odaya. Güvenmediği için.
Ama kızın o minik pencereden sonsuz gökyüzüne uzanan bakışları umut doluydu.
İç geçirerek yatağa uzandı.
Kız, Arat’ın eşikte söylediği kelimeleri mırıldandı:
“İyi geceler…”
Başını küvete yasladı.
“…Arat.”
Yerdeki yağmurluğu dizlerine çekip köşeye kıvrıldı. Bakışlarını yıldızlı geceye kenetledi.
Arat’ın verdiği ismi bilmeden, gözlerini gök kubbenin en parlak noktasına dikti. Artık o da gökyüzünün eşlikçilerinden biriydi.
SEREN
Yıldızların en parlağı…