1.Kısım: Dış Mağara

1: Doğum ve Ölüm

  • HiperTale
  • 24 Şubat 2024 15:46:38
  • 2 yorum
  • 19

Karanlık kör edici bir parlaklıkla bölündü ve ateş, gökleri yakmak isteyen kudretli bir ejderha gibi kükreyerek ortaya çıktı. Alev, öfkenin ve sevginin birleşimiyle körüklenmiş, adeta güneşin kendisi gibi hem her şeyi yakmak hem de ısıtmak için yanıyordu sanki. Karanlık bile, Tanrı’nın kudreti gibi inen ışığın önünde varoluşu silinirken, arkasına bakmadan kaçmak istiyor gibiydi…

Karanlık kaçtıkça, ışık takip etti. Sanki onun varlığını kökünden silmek ve geriye ışıktan başka bir şey kalmasın istiyordu. Bir noktada… sadece son bir kez parladı ve söndü.

Tek gereken soğuk bir dokunuştu… ve içini yakan bu azgın alevi nihayet bırakabilecekti…

Karanlık, ışığı yeniden yutmadan önce acı, ıstırap ya da öfke dolu çığlıklar yoktu. Hayır, sadece alevin tek bir dokunuşuyla iletilen ve soğuk kayaları bile eritircesine inatçı bir sessiz çığlıktı, o son parlama…

Gitmesi gereken yere gidemeyen, karanlıkta yitip giden başka bir alevdi bu sadece…

Ama bir alevin sönüşü, onun geride bıraktığı sıcaklık, yeni birinin tutuşması için bir fırsattır…

Onunki o kadar parlak bir sönüştü ki, yaktığı alev ileride sönmüş güneşi bile tutuşturacaktı…

Belki de sadece “Yolun aydınlık olsun oğlum…” der gibi sessiz bir gidişti onun son parlaması…

Öncesinde…

Mağaraya benzer gölgeli ve rutubetli bir yerdi. Nereden geldiği belli olmayan zayıf parıltılar sayesinde etrafa dağılmış sayısız kemik seçilebiliyordu.

Kemiklerin ortasında ise kızıl saçlı bir gelin yatıyordu. Yatağı olarak beyaz kemiklerin üzerine savunmasızca uzanmışken, adeta ölümün öpücüğüne hazır gibiydi. Nefes kesici güzelliği artık solmuş, ateş gibi kırmızı dudakları ise ısırılmaktan morarmıştı. O artık Ölümün Gelini idi. Ölüm, bedenini bu dünyadan bir geçit açmak için sahiplenmişti. Aynı zamanda Doğumun Anası idi. Doğum tarafından, bu dünyaya bir kapı açmak için kullanılıyordu.

Bedeni aynı anda ölümün ve doğumun dokunuşları altında inlerken, zihni sonsuzlukla olan düğünündeydi. Doğumla olan ilişkisini ölümle aldatıyormuş gibi utangaçtı, son anlarında…

Yamacına iri bir adam yaklaştı usulca, “Hehehe… Sana bu kemiği ısırman için verirdim ama” dedi elindeki küçük kemiği gösterip yalarken, “iyi dayanıyor gibi görünüyorsun. Muhtemelen ihtiyacın yoktur…” dedi.

Kadın, gecenin en karanlık saatlerini bile aydınlatabilecek, ay gibi eşsiz çehresini ona çevirdi. Yüzü alnında tomurcuklanan soğuk taneler ile yıkanmıştı. Konuşmak istedi, “Hay.ı..r… Uhmm!” ama ağzından tek çıkan, boğuk bir iniltiyle bölünen anlamsız bir inkar edişti.

“Dur dur! Kendini fazla zorlama Ayakız. Kıymetli çocuğun doğmak üzere…” diye tekrar dalga geçti iri adam. “Hem bak, bu kemik bizimkilerden. Sen istemezsin zaten…” durakladı ve kemiği tekrar yalarken, “Bu eski eşim bile olabilir. Hem ekşi hem acı… Seni de hiç sevmezdi zaten. Bilirsin ya… sonra hazımsızlık yapabilir.”

“Ne yazık ki o güzel ağzına uygun hayvan kemiğimiz de kalmamış. Etimiz kaldı mı acaba?”

“Hahaha! Etimiz biteli çok oldu. Ama asil ruhpanımız için kaba etimizden biraz kesebiliriz belki!” Hemen Adamın arkasında oturan iki kişi de güldü. “Ama Şef Yanlı haklı! Bizim ruhpanımız çok asil. Ne etimizi yer ne de solmuş kemiklerimize dokunur.

Bizim gibi hayvanları onurlandırıp, asil benliğine karışmamızı istemez…”

Ne olduğu belli olmayan bir grup kemiğin -insan kemiklerine benziyordu- etrafına oturmuş, kemiklerde kalan son et parçalarını sıyırmakla meşgullerdi. Lakin şansları tükenmiş gibiydi, zira eskiden oldukça heybetli oldukları figürlerinden belli olan bu kişiler, şimdi bir deri bir kemik kalmışlardı. Derileri buruşmuş, sakalları yerlere kadar uzamıştı. Sıska bedenleri, kıyafet yaptıkları birer parça deriyi bile taşıyamaz haldeydi. Yaşlılıktan mı yoksa açlıktan mı bilinmez, ölmek üzere gibi görünüyorlardı.

“Şşşt!” Yanlı adındaki iri adam, yerde acı içinde kıvranan Ayakız’ın güzel yüzüne baktı ve saçlarını okşayarak kulağına yaklaştı ve fısıldadı: “Öldüğümüzde etimizi yemezsin ama canlıyken yemek iyi hissettirmiş olmalı değil mi? Nasıl, çiftleşmenin zevki doğurmanın acısına değiyor muymuş?”

Alaylarını duyan Ayakız ise iyice sıklaşan doğum sancıları yüzünden dişleri kenetlendiği için, sadece soğukça bakmakla yetindi. Sanki söyledikleri için onu yeryüzünden silmek istiyor gibiydi bakışları.

Bu bakışları gören Yanlı da adamlarına dönüp yüksek sesle, “Ha? Ne oldu? Doğurdu doğuracaksın ama hala bir erkekle çiftleştiğini ret mi edeceksin?” diye ekledi.

“Hadi itiraf et, itiraf et…” diye arkadakiler de tezahürat yapmaya ve alkışlamaya başladılar.

Ayakız tüm gücüyle ıkınmaya ve bu süreçte dilini ısırmamaya odaklanmış, laftan anlamaz kıskanç erkeklere daha fazla dikkat etmek istemiyordu. Onların iftiralarına ve yalanlarına da aldırmıyordu. Onlar sadece istediğini alamayan bir grup küçük çocuktu onun gözünde. Neticede sadece bir gün yaşamışlardı…

Kendisi için değil, doğuracağı için endişeleniyordu sadece.

Sıkıca kenetlenmiş dişleri arasından, “Yapmadım… Ay ışığı ile geldi. Ay’ın Oğlu…” diyebildi sadece. “En azından böyle söylemişti…” diye de sayıkladı, dişleri bir kere daha kenetlenmeden önce. Ay ışığı altında ıslanırken ormanda karşılaştığı o kişiyi düşünmüştü.

Engin Ovaların balta girmemiş, daha adı sanı konmamış, devirler gelip geçerken belki de nice medeniyete ev sahipliği yapmış kadim topraklarda karşılaşmışlardı. Dünyanın en yetenekli ruhpanları kabilelerini arkalarında bırakmış, her şeyin merkezine doğru, Karanlık Topraklara doğru bilinmez bir maceraya çıkmışlardı.

Hedefleri ruh kulelerinin merkezi, Ruhunşad idi….

Onu tehlikeli bir durumdan kurtardıktan sonra, “Yüzünde ay ışığı birikmiş…” diye başlayarak kaderini fısıldamıştı ona….

Devran içinde de söyledikleri hep çıkmıştı. Rüyasında yardımını isteyen adam dışında başka hiçbir erkekle de yakınlaşmamış ama dediği gibi, şimdi babasının günahlarını taşımayan bir çocuk doğuruyordu…

“Senin için zor olacak…” demişti, o rüyalarına giren adam. Onun yardımını istemiş, karşılığında ise sevgisi dışında hiçbir şey vadedememişti. Ha! Ne şaka ama…

Şef Yanlı ise bu cevaptan hiç memnun değildi. Artık kırışmış olsa da uzun, kızıl sakalları altındaki yakışıklı yüzü hemen öfkeyle çarpıklaştı ve deli bir adam gibi bağırmaya başladı: “Seni gidi yalancı orospu! Eğer bir Ruhpan olmasaydın, Ulu Pan’a yemin olsun ki seni de karnındaki yabancı piçi de hemen öldürür, kanınızı içer ve etinizle ziyafet çekerdim!”

Hemen belinde kasap bıçağı gibi asılı duran hançerine uzandı. Kemikten yontulmuş bir kabza ve ucuna iliştirilmiş siyah demirden bıçağı ile oldukça kaba görünmesine rağmen, üzerindeki kurumuş kan lekeleri yüzünden yeterince korkutucuydu.

“Cesaret edemezsin!” diye bağırarak cevap verdi bu sefer Ayakız. Zira hiçbir şey yapamayacağından emin olsa da kıskançlığı hafife almak gibi bir hata da yapmazdı. “Bedenim Pan’ın kutsal ruhu için bir gemi. Doğuracağım çocuk da şüphesiz Pan’ın iradesi, yani bir Kutsal Çocuk’tur. Ne bana ne de çocuğuma dokunamazsın!”

“HAHAHA!” Şef Yanlı öfkeyle güldü. “Doğru, ölmeden önce bedenine dokunamayız. Ama öldükten sonra bedenin sadece boş bir kabuk. Yememiz için taze et. Artık bir Ruhpan değil, yani onunla ne istersek yapabiliriz. Sana şimdiden söyleyeyim: Öldüğünde önce bedeninle oynayacağım. Defalarca yapacağım ve sonra da buradaki kardeşlerime tatmaları için verip, izleyeceğim. Böylece senin hakkında o kadar kutsal olan neymiş birlikte görebileceğiz…”

Birbirine karışmış kan rengindeki uzun saçları ve sakalları ile bağırırken çıldırmış gibi görünüyordu. “Kendini Pan’a adadığını söylediğin için sana olan arzumu hep bastırmıştım ama sen ne yaptın? Önce bizi terk edip gittiğin yetmezmiş gibi sonra da kabilemizden olmayan biriyle çiftleşip, dölünü mağaramıza kadar getirdin! Ve hala yapmadığını mı söylüyorsun!? Gözlerime mi inanayım yoksa senin kutsal şahsiyetine mi!”

Arkadaki adamlar da ona hak verdiler. “Doğru doğru! Ruhpanımız gittiği için tüm Azman Kavminde dalga konusu olduk.” Hatırladıkça sesleri ağırlaşmış, yumrukları sıkılmıştı. ” Azgın Orman’daki topraklarımızı bile kaybettik!!”

Bir süre bağırdıktan ve nefretlerini dile getirdikten sonra sakinleştiler ve zaten ölmekte olan için harekete geçmeye gerek görmediler. Şef Yanlı da bıçağını kınına geri soktu. Zira yıllardır bastırılmış öfkesini nihayet salabilmek iyi hissettirse de Azmış Mağara’nın ve hatta tüm Azgın Alev Kabilesi’nin onurlu şefi olarak, son anlarında aptalca bir şeye kalkışacak kadar delirmemişti.

Zaten gökyüzündeki görkemli ay gibi parlayan Ayakız’ı en zayıf anında bile yenebileceğinden emin değilken, bir de yeni doğan Kutsal Çocuğa zarar verdiği için Ulu Pan’ın laneti altında gebermek istemiyordu.

Bu diyarlarda sadece ruhpanların ruhu olduğuna inanılırdı. Ruh ise sadece yüceler yücesi, ulular ulusu, Büyük Evren Yılanı, Kutsal Yaratıcı Pan tarafından bahşedilebilen, sahip olanlara dünyanın doğal enerjilerini ‘Dış Güç’ olarak istediği gibi kullanma özgürlüğü ve diğer ruhlarla konuşabilme gibi çeşitli yetenekler veren, en yüce hediyeydi.

Sonuçta o, en yüce ruhtu. Ruhpanlara da kendi ruhundan bahşederdi. Bu yüzden tüm ruhpanların Pan’ın ruhunu taşıdığına ve Pan’ın onların gözlerinden görüp, kulaklarından duyduğuna inanılırdı.

Kudretli Pan ile iletişim halinde olan Ruhpan|ruhpanlar genelde bedenlerini ona adadıkları için pek çocuk doğurmazlardı. Tabi ki çok iffetli veya onurlu oldukları için değil, daha güçlü olmak istedikleri için durum böyleydi. Doğurduklarında ise Pan’ın iradesi olarak görülür ve uğurlu bir olay kabul edilirdi. Bu yüzden de doğan çocuğa Kutsal Çocuk unvanı verilirdi.

Normal şartlarda kabilede kutsal çocuklar olması, o kabile için çok iyiydi. Ruhpanlar dışında kutsal çocuklar da Pan’ın koruması ve iyi şansı için etkiliydi. Fakat Yanlı, kutsal çocuğun onlardan olmaması ,özellikle kendi çocuğu olmadığı gerçeğine dayanamıyordu. Fikirleri o kadar çarpıklaşmıştı ki, iyi şansı bırakın, kötü şans getireceğine inanmaya başlamıştı.

“Aaahhh! MMM!”

Ayakız’ın yüzündeki tüm kan çekilirken, tüm gücünü kattığı son bir ıkınma ile nihayet doğurmuştu. Hemen yarı baygın bir rahatlama durumuna yeni girmişti ki birisi bağırdı…

“Bir oğlan!” Kemikleri sıyıran iki sıska adam şimdiden Ayakız’ın başına gelmiş, kanlı bir bebeği ellerine geçirirken bağırıyorlardı. Açgözlülükleri tutkuyla yanan gözlerinden, heyecanları titreyen ellerinden belliydi.

“Sıkı tutun şunu Demirpençe, Kocakafa! Çabucak bitireceğim!” Şef Yanlı’nın bedeninden şeffaf bir dalga taşmış ve elinde küçük bir baltaya yoğunlaşmıştı. Bu bir taşkındı. İç Güç geliştirenler arasında sadece en yetenekli olanların, belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra sergileyebileceği özel yeteneklerdi.

Demirpençe denilen yaşlı adam hemen ellerinde kıpırdayan bebeği havaya kaldırdı.

Bebeğin kanla kaplı beyaz bir cildi vardı. Kabilesinde yaygın olan kızıl saçlar yerine simsiyah saçları vardı ki, bu da babasının kabile dışı bir yabancı olduğunun kesin kanıtı gibiydi.

Cesetleri parçalamaya alışmış uzun ve sıska ellerin oğlunu tuttuğunu gören ve gözleri kan çanağına dönmüş Yanlı’nın sözlerini işiten Ayakız ise üzerine çöken yorgunluğa rağmen, belki de tamamen annelik içgüdüleri ile kendinde bağıracak kudreti bulabildi.

“Durun!” diye ellerini uzattı. “Ona dokunmayın… Oğlumu bana verin…”

Gururlu Ayakız’ın böylesine çaresiz kaldığını ve yalvardığını duyan Yanlı, nihayet yola geldiğini düşündü ve kaldırdığı baltasını havada duraklatarak, “Ya? Peki ya oğluna dokunmazsak sana mı dokunmalıyız?” diye utanmazca sordu. Yeni doğum yapmış olsa bile kabilesinden bir dişiyi bırakma hala niyeti yoktu.

Ayakız’ın uzanan elleri titredi ve cevapladı: “Tamam. Oğlumu bana verin de can sütünü emzireyim. Sonra sıcaklığımı hissedebilirsiniz…”

Bir ayağı çukurda olan Yanlı, son anlarında bir dişinin ısısını hissetme fikri ile heyecanlandı. “Tamam. Oğlunu bırakacağım. Sözünü tutsan iyi edersin!”

Bebeğin ayaklarını tutan Kocakafa da sinsice şefe baktı ve “Yap şunu!” diye fısıldadı.

“HAA!”

Şef Yanlı bir savaş narasıyla karşılık verirken, baltasını acımasızca bebeğe indirdi!!!

“HAAAAYIIIIR!!!!” diye bağırdı Ayakız…

Sonraki Bölüm

No results available

Reset