Flux dev a dark fantasy gothic city at night viewed from a dis 1 1 10.jpg

Akademiye Giriş part-2

  • 23 Eylül 2025 20:36:00
  • 0
  • 4
  • 0

İnsanlar birçok şeyden korkar.
Karanlıktan, böceklerden, hayvanlardan, okyanusun derinliklerinden… Ölümden, açlıktan, hastalıktan.
Ama bu çağda insanların en çok korktuğu şey tek bir kelimeyle özetleniyordu: Yaratıklar.

Rowan, akademinin taş döşeli bahçesine doğru ağır adımlarla ilerliyordu. Normalde omuzları dik, bakışları canlı olurdu; ama bu sefer gözleri düşmüştü, yüzündeki ışıltı çoktan sönmüştü. Bir saat öncesine kadar gülümseyen adamdan geriye sadece karanlık bir gölge kalmış gibiydi.

Eren, bahçedeki eski bir bankta oturmuştu. Başını çevirmeden, yan gözleriyle duvara yaslanmış duran Dean’i izliyordu. Dean’in elleri kollarında kenetliydi, gözleri sanki bahçenin çok daha ötesinde bir noktaya kilitlenmişti.

Rowan sonunda ikisinin yanına geldi, adımlarında ağırlık vardı; sanki her taş döşeme onun için ayrı bir yük taşıyordu. Derin bir nefes aldı, sonra kısık ama net bir sesle sordu:

Rowan: “Dean… En çok bize yüklenecekler derken, tam olarak ne demek istedin?”

Dean yavaşça başını Rowan’a çevirdi. Gözlerinde küçümseyici bir ifade yoktu, ama rahatlık da yoktu.
Soğukkanlı bir gülümseme eşliğinde konuştu:

Dean: “Ne demek istediğimi mi soruyorsun? Basit. Eğer bizi sıkıştırmak için fırsat bulurlarsa, en çok bize abanacaklar. Canavarlarla savaşmamız gerekirse… en güçlülerini bizim bölgemize salacaklar. Eğer gözetmen avcılarla bire bir kapışmamızı isterlerse… bilerek en dişlilerini karşımıza koyacaklar.”

Bir süre sessizlik oldu. Rüzgâr, bahçedeki yaprakları sürükledi. Rowan’ın yumruğu hafifçe sıkıldı. Eren ise bakışlarını kısarak Dean’in yüzünü inceledi.

Eren, suratını Rowan’a çevirdi. Yüzünde bezgin bir ifade vardı. Etrafına şöyle bir bakındıktan sonra sessizliğini bozdu:

Eren: “Arkadaşlar, kırılmayın ama… en azından kendim için söylüyorum, bu binadaki en güçlü ikinci kişi olduğumu düşünmüyorum.”

Dean kaşlarını kaldırdı, alaycı bir tebessümle karşılık verdi:

Dean: “Ben de senin ikinci olduğunu düşünmüyorum. Ama dürüst olayım, birinci seçilmek benim için bile sürpriz oldu.”

Dean, ikisinin arasında bakışlarını gezdirdi, sonra ciddi bir şekilde sordu:

Dean: “Aklıma takıldı. Buraya gelmeden önce katılmak için bir dilekçe mi verdiniz, yoksa davet mi edildiniz?”

Rowan: “Ben davet edildim.”
Eren: “Ben de davet edildim.”

Dean başını salladı, derin bir nefes aldı.

Rowan: “Ben dilekçe vermeyi düşünüyordum ama sınavda avantajım olsun diye önce bir nehir taşı iksiri yaptım. İksiri içince sınırlı da olsa su büyüsü kullanabildim… bunu zaten söylemiştim. Ama söylemediğim şey şu: dönüş yolunda bana bir şey saldırdı. Bir kurt adam. Nasıl yaptığımı pek hatırlamıyorum ama onu yendim. Sonra devriyeler gelip beni tutukladı ve davet aldım. Duyduğuma göre kurt adam zaten yaralıymış.”

Eren’in gözleri bir anda büyüdü.

Eren: “Dur bir saniye… Aynısı benim de başıma geldi.”

Rowan: “Sana da kurt adam mı saldırdı?”

Eren: “Hayır. Arkadaşlarımla birlikte birkaç yaşayan ölüyü avlamaya gitmiştik. Amacımız basit bir rapor vermekti. Ama aniden yaralı bir vampir ortaya çıktı. İki arkadaşım öldü, biri ağır yaralandı. Sadece Kayra ve ben sağ çıktık… Sonra ikimizi de tutukladılar. Ve tabii, ikimiz de davet aldık.”

Rowan’ın yüzü ciddileşti.

Rowan: “Bunu duyduğuma üzüldüm.”

Dean kollarını göğsünde bağladı, sesi biraz daha sertleşti:

Dean: “Başın sağ olsun. Sanırım nedenini anladım ama sizi şaşırtacak bir şey söyleyeceğim. Şu kan kanatlarını bilirsiniz, yarasa-şahin melezi canavar kuşlar. Üç tanesi bana saldırdı, ormanda taş ve bitki toplarken. Üçünü de öldürdüm ama bu sırada bacağım feci şekilde kırıldı. Yine de iyileştirdiler. Garip olan şu… ben de sizin gibi tutuklandım ve sonra davet aldım. Demek ki canavar öldürebilen herkesi yüksek sıralamaya koymuşlar. Yani diğerleri zayıf değil, sadece kendilerini gösterecek şansı bulamamış.”

Asıl garip olan… hepimizi davet etmeden önce tutuklamış olmaları.

Bir süre sessizlik oldu. Rowan sonunda başını kaldırdı.

Rowan: “Benim anlattığım üç gün önce oldu. Sizinkiler ne zaman yaşandı?”

Eren: “Sanırım iki gün önce. Ama bayıldım… hâlâ bazı şeyleri net hatırlamıyorum.”

Dean: “Dört gün önceydi.”
Hmm… süreler birbirine yakın. Ve hepimiz bir yaratığı öldürdükten sonra aniden tutuklanmışız. Ben dışında, hem Rowan hem de Eren’in karşısına çıkan yaratıklar yaralıydı. Sanki bilerek zayıflatılmış gibiler…

Eren: “Hadi kalkın, etrafta biraz gezelim. Hem duyduğuma göre ilk sis bugün çökecekmiş, iyi şans getirir diyorlar. Hem Mirada avcı birliğinden sınav ödeneklerimizi aldı, kendi teçhizatımızı seçecekmişiz.”

Rowan: “Zaten nelere ihtiyacımız olacağını biliyorlar. Neden bize aldırıyorlar ki?”

Dean: “Bırakın mızmızlanmayı, hadi gidiyoruz. Kendi ekipmanlarınızı seçme şansınız olacak. Beyler, aslında ben bizim için ufak bir silah listesi hazırladım.”

Eren: “Ne ara yaptın lan onu?”

Dean: “Sen bankta oturup yan gözle beni izlerken onu düşünüyordum. Neyse… Önce senle başlayalım. Nişancıyım dediğine göre bir silahın vardır. Kısa kılıç kendini savunman için, ve tabii ki birkaç duman bombası. Kendini gizlersen nişancı olarak saldırmak kolay olur. Rowan, biliyorum asa olmadan da büyü yapılabilir ama ucuzundan da olsa bir asa alırsak ateş gücünü en az %30 arttırır. Bunun için bir adet kısa çırak asası… ucunda bulunan taş elemental olmasın, çünkü olursa tüm ödeneği sadece asaya harcamış olursun. Sonra hani şu tek seferlik büyü yapmana izin verenler var ya, her kristal için bir büyü yapabiliyorsun; onlardan alalım, hepimizde bir iki tane olsun ama sende fazla olsun. Bir de hani şu nehir kamışı cüppeler var, ondan alalım. Sana büyü enerjisinin vücuttan kaçmasını önlüyor, kısıtlı olan gücünü ziyan etmemiş oluruz. Bana gelirsek, benim zaten bir kılıcım var ama bir zincirli meteor çekici alacağım. Ana fikir şu: ben meteor çekicini canavarın ya da rakibin etrafına dolayacağım, o sırada da siz ateş edeceksiniz. Onun dışında fırlatma bıçağı, bir iki tane de cirit almak iyi olur. Onları da kullanmakta iyiyim. Neyse, şimdilik budur. Hadi yola çıkalım.”

Eren: “Anlıyorum.”

Dean: “Ne?”

Eren: “Yok bir şey. Neyse, madem o kadar düşündün Dean, hadi gidelim.”

Avludan çıkıp şehrin kalabalık caddelerine yöneldiklerinde, havada tatlı bir kargaşa vardı. Safe Haven’ın Sonbahar Festivali başlamıştı. Her köşe başında rengârenk fenerler, iplerle asılmış balkabakları parlıyordu; demir at nalı süsleri evlerin girişlerine çivilenmişti. Halk, kötü ruhları ve yaratıkları uzak tutacağına inandığı bu geleneklere sıkı sıkıya bağlıydı.

Pazar yerinde masalar meyve sepetleri, taze ekmekler, baharatlar ve köylülerden gelen ürünlerle dolup taşmıştı. Kervanların artık nadiren çıkabildiği bu çağda, tek seferde getirilen ürünler ayrı bir değer taşıyordu. İnsanlar ellerindeki az malı bile kutlama havasıyla sunuyorlardı.

Bir yanda falcı kadınlar, kurdukları çadırlarda geleceği okuyor, ellerine bakılan gençler kahkahalar atıyordu. Diğer tarafta hokkabazlar, çocukların alkışları arasında şişelerle, meşalelerle gösteri yapıyordu. Yabancı ezgilerle çalınan flütler, davullar ve pazarın uğultusu birbirine karışmıştı.

Dean, etrafı soğukkanlı gözlerle tarıyordu; sanki festival onun için sadece kalabalık ve gürültüden ibaretti. Rowan ise bir tezgâhta dizilmiş büyü kristallerine bakarken gözleri ışıldıyordu. Eren’in dikkatini ise daha çok silahçılar çekmişti; kısa kılıçlar, parlayan bıçaklar, barutlu tabancalar sergileniyordu.

Tam o sırada Mira kalabalığın arasından göründü. Elinde küçük bir kese vardı, belli ki avcı birliğinden alınan ödenekleri paylaşmaya gelmişti. Gülümseyerek yanlarına yaklaştı.
Mira: “İşte buradasınız. Size ödenekleri getirdim. İstediğiniz teçhizatları bu festivalden alabilirsiniz.”

Rowan başını salladı, keseye şöyle bir baktı ama gözleri hâlâ kristallerdeydi.
Eren içini çekti: “Benim kafam kılıçlarda kaldı.”
Dean ise dudak kenarını belli belirsiz kıvırdı: “Burası sadece eğlence değil, sınavın da bir parçası. Ne alırsak, hayatta kalmak için ona güveneceğiz.”

Mira, etrafındaki kalabalığı işaret etti:
Mira: “Doğru. Hem unutmayın, bu festival sadece kutlama değil. İlk sonbahar sisinin uğur getirdiğine inanılır. Sis çökerken dışarıda olanların şanslarının döneceği söylenir. O yüzden herkes bu kadar coşkulu. Bugün, Safe Haven’ın yılın en kalabalık günü olacak.”

Eren: “Herkes parasını aldığına göre gidip teçhizatlarımızı almalıyız. Akşam olmasına çok bir şey kalmadı. İki saat içinde sis çökecek. Şimdi hepimiz ana teçhizatlarımızı alalım, sonra çok da gerekmeyen yan eşyaları alırız. Öncelikle ben bir kılıç alacağım, Dean de bir meteor çekici alacağından ikimiz demirciye gideceğiz. Asa nerede satılır bilmem, Rowan sen biliyorsundur.”

Rowan başını salladı.
Rowan: “Evet biliyorum.”

Eren: “Tamam, sende sıkıntı yok. Mira, sen gözcü gibisin, sana verebileceğimiz en uygun iş tuzakçılık olur. Aşağı sokakta ayı kapanı satan bir tezgâh görmüştüm, oraya bakabilirsin.”

Mira: “Tavsiye için sağ ol, görüşürüz.”
Dedikten sonra hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Eren tam Dean ile birlikte demirciye gitmek üzereydi ama Dean’in çoktan kaybolduğunu fark etmemişti.
Eren: “Dean bey, sanırım beni bekleme nezaketini göstermek istemedi. Görüşürüz Rowan, kendim etrafa bakınacağım.”

Rowan Eren’e gülümsedi.
Rowan: “Görüşürüz Eren.”

Rowan da ilerlemeye başlamıştı. Eren yavaş adımlarla ileri doğru gitti. Gittikçe balkabağı fenerlerinin ışığı daha çok gözünü alıyor, etraftaki süsler daha da güzelleşiyordu. Yemek tezgâhlarının önünden geçerken burnuna gelen koku karnını guruldatıyor, yanan mumların isi kumaşları karartıyordu. Etrafta gezerken demirci tezgâhlarını görüyordu ama ya kalitesi aşırı düşük görünüyordu ya da kalitesine göre fiyatının uçuk olduğu anlaşılıyordu. Çocukluğu bir avcıyla geçmiş Eren için silahların kaliteli olup olmadığını anlamak zor değildi.

Eren ilerlemeye devam ederken ileride bazı demircilerin kavga ettiğini gördü. Yanlarına doğru yürümeye başladı. Pazarın kalabalığı arasında çekiç sesleri birbirine karışıyordu. Metalin tok sesi yankılanırken, bir noktadan yükselen hararetli bağrışmalar Eren’in dikkatini çekti. İnsanlar iki demircinin önünde toplanmıştı.

Bir yanda temiz giysileriyle parlayan, ceketinin kollarına kadar gümüş işleme yapmış iri yarı bir adam vardı. Çevresindekiler onun kim olduğunu fısıldıyordu.
Clay Moregrave. Soylu bir ailenin oğlu, Safe Haven’ın ünlü ustalarından birinin torunuydu.

Karşısında ise üstü başı is içinde, kolları nasır tutmuş ama gözlerinde ateş yanan genç bir usta vardı. Onun hakkında fısıldayanlar ise bambaşkaydı: “İmkânı yok ama elindeki çekiçle mucizeler döker. Babası da usta bir demirciymiş. Adı Taron Blackforge.”

Kavganın ortasında Clay öfkeyle bağırdı:
Clay: “Kes artık saçmalamayı, aptal! Senin ailenin adı kimsenin umurunda değil. Paramız, atölyemiz, öğrencilerimiz var. Bizim dövdüğümüz kılıçlarla seninkiler asla aynı terazide olamaz!”

Taron’un yüzü kıpkırmızı olmuştu, ama sesi dimdik çıktı:
Taron: “Lan, benim ailem aç kalırken bile çeliği en saf hâline indirip kılıç dövdü! Senin ailenden daha az imkânla, daha çok terle… Sadece iki kılıcınız Road Runner ve Stray bizim ustalığımızla yarışabildi. Gerisi sadece parlak süs!”

Kalabalık uğultuyla birbirine baktı. Birkaç kişi kısık sesle Taron’u destekliyordu ama kimse açıkça sesini çıkaramıyordu. Çünkü karşısındaki bir Moregrave idi.

Eren tam o sırada kalabalığın önüne çıktı ve iki demircinin arasına girdi.
Eren: “Arkadaşlar, lütfen sakin olun. Kalabalığın ortasında kavga etmeyin.”

Clay gözlerini Eren’e çevirdi; sanki ya Taron’u ya da Eren’i oracıkta çiğ çiğ yiyecekti.
Clay: “Sen kimsin de bana karışıyorsun!”

Eren: “Lütfen sakin olun.”

Taron Eren’e doğru baktı.
Taron: “Ben zaten sakinim, bu aptal geldiğinden beridir işimi kötülüyor.”

Clay gözlerini Taron’a çevirdi.
Clay: “Kötü olan bir şeyi kötüleyemezsin.”

Taron kafasını Clay’e çevirdi, sinirli olduğu bu sefer anlaşılıyordu.
Taron: “Lan seni parçalarım şurada!”

Eren, Taron ileri adım atacakken onu sıkıca tuttu.
Eren: “Arkadaşlar, kavga etmeniz birinizin kılıcının öbüründen daha iyi olduğunu kanıtlamayacak. Öyle görünmesem de babam Safe Haven’da bir subaylığa yükselmiş bir avcıydı. Çocukluğum silahların arasında geçti. Sizin kavganıza bulduğum çözüm ise… anlattığımdan silahlardan anladığımı anlamışsınızdır. İkinizin de tezgâhlarından rastgele bir kılıç seçeceğim, sonra bu kılıçlardan hangisi daha iyiyse en azından şimdilik onun kılıcının daha iyi olduğunu kabul edeceğiz. Kabul müsünüz?”

Clay: “Tabii ki kabul ediyorum. Benim çöp tenekemdeki hurda metal bile bunun en iyi kılıcından daha keskin.”

Taron: “Benden de kabul.”

Eren tezgâhların arkasına geçti. Önce Taron’un tezgâhından rastgele bir kılıç seçti, sonra Clay’in tezgâhına yöneldi. Gerçekten de her şey pahalı hissettiriyordu. Elini kılıçların üzerinde gezdirdi ve doğru olduğunu hissettiği kılıcı tutup çıkardı. İkisini de sehpanın üzerine koydu ve az ilerde olan kılıç keskinlik testi için kullanılan odunun yanına gitti. Önce Clay’in kılıcını kınından çıkardı, pozisyonunu aldı ve savurdu. Kılıç, odunu tereyağı kesiyormuş gibi kesti.

Taron’un kılıçlarının bundan daha keskin olmasına imkân yoktu.
Kılıcı kınına koydu.

Clay: “Benim kılıcımdan daha keskini yok, değil mi?”

Eren: “Bunu söylemek için daha çok erken. Daha Taron’un kılıcını denemedim.”

Sonra Eren, Taron’un kılıcını eline aldı, kınından çıkardı. Pozisyonunu aldı ve savurdu. Kılıç odunu kesti ama sanki keserken biraz zorlanmıştı. Çok değil, ama kesinlikle zorlanmıştı.

Taron: “Nasıldı?”

Eren: “İki kılıç da harikaydı ama karar vermeden bir şeye daha bakmak istiyorum.”
Eren, Clay’in kılıcını yeniden kınından çıkardı ve iki kılıcı da dikkatle incelemeye başladı. İki kılıç da sağlam gözüküyordu ama Clay’in kılıcında bir şey vardı. Eren ayağa kalktı.
Eren: “Kararımı verdim. Clay’in kılıcı kesinlikle daha keskin.”

Taron yıkılmıştı; bütün emeği boşa gitmiş gibiydi.

Clay: “Böyle olacağı belliydi. Senin gibi bir alt tabak—”

Eren Clay’in sözünü kesti.
Eren: “Evet, Clay’in kılıçlarının keskin olduğu doğru. Ama bir camdan daha kırılganlar. Anladığım kadarıyla sayın Clay’in müşterileri savaşa karışmayan soylular olduğundan daha önce hiç böyle bir şikâyet almadı. Çünkü soylular nadiren kılıçlarını çekme fırsatı bulur.”

Clay: “Ne demek istiyorsun?”

Eren: “Demek istediğim, sayın Clay müşterilerinden hiç bu şekilde bir geri dönüş almadığından, kılıçlarının bu kadar kırılgan olduğunu fark edemedi. Öte yandan sayın Taron’un müşterileri ise sürekli savaştığından dolayı kılıçlarının keskinliğinden bir miktar ödün vererek çok daha dayanıklı kılıçlar ortaya koyma eğiliminde. Eğer bana soracak olursanız, kılıcınızın savaş ortasında kırılmasını istemiyorsanız Blackforge’un kılıçlarını; nadiren kılıç kullanıyorsanız daha keskin olan Moregrave kılıçlarını tercih etmeniz çok daha mantıklı olur. Buradan alacağımız sonuç, ikisinin de birbirinden daha iyi olmadığıdır.”

Clay bozulmuş gibiydi; bir iç çekip tezgâhında oturmaya başladı. Taron ise Eren’in yanına gelmişti.
Taron: “Sağ ol çocuk, beni kurtardın. Adın ne?”

Eren: “Sizi kurtarmadım, neyse onu söyledim. Ve adım Eren Duskgrave. Hem yerindeyken avcı akademisi için sınav ödeneği aldım, sizden bir kılıç satın alabilir miyim?”

Taron: “Tabii ki alabilirsin. Hatta sana bu tezgahtan seçtiğin bir kılıca %60 indirim yapacağım. İstediğini alabilirsin.”

Eren: “Gerçekten mi? Çok sağ olun.”

Eren gözleriyle tüm kılıçları incelemeye başladı. Sonra bir varildeki kılıcın kırmızı parladığını gördü, sonra parlama kayboldu. Kılıca doğru ilerledi, kabzasını tuttu ve kılıcı kaldırdı.

Taron bastı kahkahayı.
Taron: “Sanırım iyi kılıcı iyi ustadan saklayamıyorsun. O kılıcın adı Lunar. Şöhreti olan nadir bir kılıçtır. Ayın üzerindeki gölgeyi bile kesebilecek kılıç. Havalı değil mi? Onu istiyorsan 20 lukat olacak.”

Eren, kılıcı elinde uzun uzun süzdü. Karanlık kırmızı parıltısı bir anlığına tekrar kabzanın çevresinde kıvılcım gibi dolaştı, sonra gözden kayboldu. Dudaklarının kenarında istemsiz bir gülümseme belirdi.

Eren: “Lunar ha… Güzel bir isim.”

Taron, gururla göğsünü kabarttı.
Taron: “Onu iyi sakla, çocuk. Kılıç ustası kılıcını seçmez kılıç, ustasını seçer. Ve o, seni seçmiş gibi görünüyor.”

Eren başını salladı, kesesinden çıkardığı altınları tezgâha bıraktı.
Eren: “20 lukat, değil mi? Anlaştık.”

Kalabalık yavaş yavaş dağılırken Clay sessizce tezgâhının arkasında oturmuş, olan biteni izliyordu. Gözlerinde belirsiz bir öfke ve gurur kırıntısı vardı. Eren kılıcı kınına yerleştirip beline astı, kalabalıktan uzaklaşırken festivalin uğultusu tekrar kulağını doldurdu.

Yanan fenerlerin ışıkları sokak boyunca titreşiyor, baharat ve et kokuları havaya karışıyordu. Uzakta bir davul sesi yükseldi. Eren adımlarını ağırlaştırdı; çünkü farkındaydı… Bu kılıç, sıradan bir seçim değildi.

Ve gökyüzünde, ayın önünden geçen o ince gölge, sanki Eren’i izliyordu.

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

    Bu sayfanın içeriğini kopyalayamazsınız