11. Bölüm
Küçük Sırrımız
Arat, ceketini omzuna geçirip masanın üzerindeki meyve dolu sepete uzandı. Bir elma alıp kapıya yöneldi. Evden çıkarken, banyonun bozuk kapı kolunu ya da içeride kilitli tuttuğu ‘kızı’ kontrol etme ihtiyacı bile duymamıştı.
Bugün teknesini almak için, arka rıhtımda yer alan sahil güvenliğe gitmesi gerekiyordu. Bina, eskiden deniz feneri olarak kullanılmış, şimdi ise emekliliğini yaşayan yaşlı bir yapıydı. Kayaçların üzerine inşa edilmiş haliyle, denize başkaldırır gibi dimdik duruyordu.
Toprak arazide aracı park eden Arat, binaya doğru yürüdü. Güvenlikten geçip memurların bulunduğu kata çıktı ve müdürün odasının önünde durarak kapıyı tıklattı.
İçeriden gelen “Gel,” sesiyle kapıyı açıp içeri girdi. Beresini çıkarıp bordo koltuğa yerleşti. Masanın arkasındaki genç adama göz ucuyla baktı.
Sahil güvenlikte çalışanlar hakkında çok şey duymuştu. Sözde, tanıdığın yoksa bu kurumun kapısından geçemezdin. Hatta bazılarına göre başvurular, belediye başkanının onayı olmadan incelenmezdi. Bu yüzden denizciler genelde onlara mesafeli yaklaşır, torpilli olduklarını düşünürlerdi.
Karşısındaki adamsa yirmili yaşlarının sonlarında olmalıydı. Bu yaşta müdür olmak kolay iş değildi. Ama gözlerindeki deneyim, yaşını inkâr eder gibiydi. Bunun yanında eli yüzü düzgün fakat soğuk bir görünümü vardı.
Oturuyor olmasına rağmen uzun ince bir fiziği olduğu hissediliyordu. Siyah saçlarının arkasından cam gibi parlayan mavi gözler, kendisinin dik bakışlarını yakaladığında Arat’ın içine bir an huzursuz bir serinlik çöktü. Ardından gelen sıcak gülümseme ise bu hissi hızla silip süpürdü.
“Evet. Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi müdür, koltuğunda dönüp ellerini masada birleştirerek.
Arat deri koltukta yerini ayarladı.
“Teknemi almaya geldim. Yakamoz.”
“Arat, değil mi? Gemi sicil belgesine ihtiyacım var. Ruhsat da olur, eğer yanındaysa.”
Adamın kelimelerine sinen sevecen bir tonu vardı. Arat, onu başta yargıladığı için hafif bir mahcubiyet hissetti. Yine de o dostça tavırların altında, kim olsa hissedeceği bir otorite gizliydi. Karşısında, askeri eğitim almış genç bir adam vardı; bu konuma gelmiş biri için disiplinli bir duruş sergilemek zaten kaçınılmazdı.
Ceketinin iç ceplerini yokladı.
“Arabada kalmış olmalı.”
Müdür başını salladı. “Sorun değil, zamanımız bol Arat. Gidip alabilirsin.”
Arat, elindeki belgeyle odaya döndüğünde, müdür camın önünde durmuş, kayalara çarpan hırçın dalgaları izliyordu. Cam duvarın ötesinde uzanan sisli manzara, denizi yaran kayalıklarla birleşiyor; yaşlı binanın bir zamanlar deniz feneri olduğunu hatırlatıyordu.
Oda, binanın önceki kimliğinden kalan izleri hâlâ taşıyordu. Dairesel yapısı, içerideki eşya kalabalığına aldırmaksızın sesi yankılıyor; bu yankı, denize bakan pencerelere ulaştığında dalgalara karışıp yok oluyordu. Duvarlar, kireçten ve tuzdan arınmış görünse de, geçmişin kokusunu hâlâ içinde tutan pürüzlü taşlarla örülmüştü. İçerideki eşyalar, binanın estetiğine hizmet etmekten çok, ona başkaldırır gibiydi: ağır, gösterişli ve yer yer ihtişamlı. El işçiliğiyle oyulmuş koyu renkli ahşap kitaplık, odanın bir köşesini kaplıyordu. Merkeze yerleştirilmiş oval masa, kıvrımlı duvarlarla zarif bir uyum içindeydi. Önüne konan iki bordoya çalan deri koltuk ise mekâna yalnızca kurumsal bir hava değil, aynı zamanda kişisel bir ağırlık da katıyordu.
Denizi özlemle izleyen adamı karşısında görünce, Arat’ın içinde yükselen merak harlandı. Genç adam, sanki bu düşünceyi sezmiş gibi bir anda dönüp ona baktı. Arat, elindeki belgeyi masaya bırakıp tekrar koltuğa yerleşti.
Müdür kâğıdı eline alıp inceledi. “Arat Derin,” dedi. Ruhsat numarasını okumaya başlamıştı ki Arat araya girdi:
“Karahan.”
Müdür başını kaldırdı. İfadesi değişmese de hafifçe kalkan kaşı şaşkınlığını ele veriyordu.
“Resmiyette Derin yazıyor.”
“Henüz değiştirmedim ama… Karahan’ı tercih ediyorum.”
Kısa bir sessizliğin ardından adam başını sallayıp belgeleri incelemeye devam etti.
“Her şey tamam görünüyor. O hâlde tekneye kadar sana eşlik edeyim.”
Arat itiraz etti:
“Aslında daha müsait bir zamanda teslim alsam daha iyi olur. Buradan doğrudan işe geçeceğim; arabamı almaya vaktim kalmaz.”
“Evet demek isterdim ama bugün son teslim günü. Daha sonra gelirsen ceza ödemen gerekebilir.” Kısa bir duraksamadan sonra ekledi: “İstersen memurlardan birine arabanı yeni rıhtımın arkasına çektirebilirim.”
Arat bir an düşündü, ardından hafifçe gülümsedi:
“Kamyonetimi tek parça bulabilir miyim? Benim için değerlidir.”
Müdür dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz tebessümle karşılık verdi:
“Dilersen bizzat ben getireyim. Endişelendiğine göre kamyonetine ruh yüklemişsin sen de.” Sesindeki heyecan belirginleşmişti. “Şahsen benim de klasik araçlara zaafım var. Özellikle karakter sahibi olanlara. Merak ettim doğrusu — modeli nedir?”
Arat’ın kaşları hafifçe kalktı. Gözlerinde şaşkınlıkla birlikte hafif bir memnuniyet parladı. Bu tür bir ilgiyi beklemiyordu.
“Chevrolet Apache. Altmış üç model,” dedi. Ardından müdürün tepkisini yoklamak için göz ucuyla baktı. Omuzlarını silkip hafifçe güldü. “Biraz hırpalanmış olabilir ama hâlâ yolda göz kamaştırıyor.”
Müdür belgeyi masaya bırakarak hevesle başını salladı:
“Güzel araç. Ben de babamdan kalan 55 model bir Ford Thunderbird kullanıyorum. Bakımı için burada usta bulmak zor ama koleksiyonumdaki ilk göz ağrım, vazgeçemiyorum.”
Arat onaylar gibi kafasını salladı. Saate bakmak üzere bileğine uzandı, dudaklarından hafif bir mırıltı döküldü:
“Lanet…”
Genç adamın bakışlarını fark edince boğazını temizleyip üslubunu toparladı:
“Saat kaç olmuş böyle?”
Müdür sohbeti sonlandırıp öne yürüdü. Kapıyı açarken mahcup bir ifadeyle ekledi:
“Seni daha fazla tutmayayım. Araba konusu açılınca kendimi kaptırıyorum, kusura bakma.”
İkili odadan çıkarken Arat da karşılık verdi:
“İş olmasa ben de oturup sohbete devam etmek isterdim. Ama maalesef görev bekler. Bu arada… adınızı sormadım.”
Müdür elini uzattı:
“Ege.”
Arat dostça sıktı elini:
“Arat. Memnun oldum.”
Ege, elini cebine atarken yarım bir gülümsemeyle karşılık verdi:
“Biliyorum.”
Arat merdivenlere yönelirken birden hatırladı:
“Doğru, belgelerde yazıyordu…”
İkili, sohbet ede ede merdivenlerden aşağı indi. Birlikte güvenlikten geçip dışarı çıktıklarında, Ege kapının önünde elleri arkada bağlı hâlde dimdik durmuş, uzaklaşan Arat’ı gözleriyle takip ediyordu. Arat bir an durdu, ceplerini yokladı. Ardından ceketinin sağ cebinden çıkardığı anahtarı, arkasını dönerek hâlâ onu izlemekte olan Ege’ye doğru fırlattı. Uğultulu rüzgârı bastırarak seslendi:
“Bir ara rıhtımdaki puba uğra. Daha uzun sohbet ederiz. Klasikleri seven adam bulmak zor.”
Ege hafif bir baş selamıyla onu onayladı. Arat beresini kafasına geçirip binanın yanındaki patika yola yöneldi. Güneş bulutların arasından sıyrılmış, gökyüzünü solgun bir ışıkla yıkamıştı.
Adımları nemli toprak zeminde iz bırakırken, arkasında dalgaların sesiyle karışan rüzgâr, deniz fenerinin gövdesine dolanıp uğultusunu bir şarkı gibi fısıldıyordu. Yolun sonundaki merdivenleri inip kayalıkların hemen dibine kurulu eski iskeleye ulaştı. Geriye dönüp baktığında, kırmızı kamyoneti uzaktan ona göz kırpıyor gibiydi. Tek başına, vakur bir şekilde orada duruyordu.
Omuzlarını geriye atan Arat, iskelede ilerledi. Birkaç adım sonra Yakamoz karşısında belirdi. Halatları aceleyle çözerken tekne, evine dönmenin sabırsızlığını taşıyor gibiydi.
Rıhtıma yanaştığında halatları sabitleyip iskeleye çıktı. Ahşap parkelerde hızlı adımlarla ilerlerken karşıdan gelen tanıdık bir yüz ona el salladı. Gözlerini kısıp dikkatle baktı:
“Helin?”
Genç kız elindeki kâğıt destesini toparlayıp kalemi kulağının arkasına sıkıştırırken Arat da güne düşen ilk ışıkları engellemek için elini kaşlarının üzerine siper etti.
“Günün bu saatinde rıhtımda karşılaşacağımızı tahmin etmezdim.”
Helin, arkasındaki tekneyi ve önünde toplanmış öğrencileri işaret ederek cevap verdi:
“Şey… Saha araştırması için geldik aslında.”
“Saha araştırması?”
“Denizanası sürüleri akıntıyla kıyıya sürüklenmiş. Laboratuvar dersi için numune toplamaya çıkacağız.”
“Ah, anladım.”
Helin, yüzüne büyük gelen siyah çerçeveli gözlüğünü düzeltip merakla sordu:
“Sen ne yapıyorsun burada?”
“Bahsetmeye fırsatım olmamıştı sanırım. Burada teknem var. Yakamoz.”
“A… öyle mi? Balıkçı teknesi gibi mi?”
Helin kağıt tomarını kolunun altına sıkıştırarak Arat’a şaşkınlıkla baktı. Arat ise yanıtını ölçerek verdi:
“Sayılır. Arada bir keyfi açılıyorum.”
Dün geceki sohbetlerinde verdiği sözü hatırlayınca konuyu değiştirdi:
“Akşam rıhtımın sonundaki puba uğrasana. Bir şeyler içer, bilardo oynarız. Sözüm vardı.”
Helin cevap vermeye hazırlanırken bir el omzuna dokundu. Ardından gelen adam, Helin’i hafifçe yanına çekip Arat’a dik dik baktı:
“Merhaba, öğrencilerimden biri olduğunuzu sanmıyorum.”
Kıza dönerek sordu:
“Helin’ciğim, bu genç adamı tanıyor musun?”
Ellerini cebine atan adamın bakışları, Arat’ın üzerinde sabitlenmişti. Arat, kendini toparlayarak öne çıktı:
“Arat ben, memnun oldum.”
Elini uzattı. Göz göze birkaç saniye geçtikten sonra adam da ellerini cebinden çıkarıp karşılık verdi. El sıkışmaları meydan okurcasına sertti. Adam ifadesini bozmadan konuştu:
“Profesör Arel.”
Adamın yüzü Arat’a yabancı gelmiyordu ama nereden tanıdığını çıkaramıyordu. Göz temasını kısa tutarak Helin’e döndü:
“Benim işe geç kalmadan kaçmam lazım. Ama sonra görüşürüz.”
Hem kıza hem de kendisini dik dik izleyen adama bir selam vererek rıhtım boyunca ilerlemeye başladı. Birkaç adım sonra arkasını dönüp seslendi:
“Akşam planımızı unutma. Bekliyorum.”
Göz kırpıp hafifçe gülümsedi. O kısa anda, profesörün yüzüne yerleşen memnuniyetsiz ifadeyi fark etmişti. Adamın kibirli tavırları, Arat’ın zihninde tanıdık ama rahatsız edici bir his bırakmıştı. İsmini bilmediği bir anı gibi… Zihnini biraz daha zorlasa, kim olduğunu hatırlayacak gibiydi. Ama hâlâ tam olarak çıkaramıyordu.
Sabah sabah yaşadığı bu gereksiz sohbetin ardından Arat, zihnini daha fazla oyalamamaya karar verdi. Rıhtımı geçip arka sokağa vardığında, memur kamyoneti yeni park ediyordu. Adama teşekkür edip aracını teslim aldıktan sonra, geç kalmamayı umarak dar sokaklardan geçip yola koyuldu.
Ofise vardığında, Lidya kapıda onu telaşlı ama enerjik bir ifadeyle karşıladı.
“Ben de tam seni arayacaktım.”
Arat, gelecek cümleyi az çok tahmin ediyor gibiydi. Gözlerini devirdi, ama durdu.
“Geçen gün yaptığım iyiliği unutmadın değil mi?”
Lidya’nın gözleri parıldarken Arat istemsizce iç geçirdi.
“Hayır Lidya, unutmadım.”
“O zaman bana borcun olduğunu da hatırlıyorsundur.”
Arat ceketini askıya bırakıp masasına yöneldi. Lidya da koltuğa yerleşti ve hemen konuya girdi:
“Belediyeden aradılar. Sen gelmeden az önce. Belgelerin durduğu deponun kapısı açık kalmış. Biri girip içerideki kolileri dağıtmış, belgeleri yerlere saçmış. Yalnız dışarıdan biri nasıl depoya girebilmiş merak ettim doğrusu…”
Arat durup dikkat kesildi. Lidya devam etti:
“Her neyse, anlayacağın bizim ofise iş çıktı. ”
Gülümsedi, kısa bir duraksamadan sonra tonu değişti:
“Yani… aslında sana iş çıktı. Çok iyi bir arkadaş olduğun için, benim yokluğumda geçici ekip liderimiz olarak bu görevi üstlenmeni rica ediyorum.”
Arat, sandalyesine yaslandı. Aklı Lidya’nın dediklerinden çok depoya giren gizemli kişideydi. Kapıyı açık bırakıp giden kendisiydi. Fakat o an için başka bir seçeneği de yoktu. Lidya’nın parmak şıklatmasıyla gerçekliğe döndü, ardından yüzünü buruşturdu.
“Geçen sefer de turu bana yıkıp şu üniversite hocasıyla randevuya gitmiştin. Şimdi hangi plan var sırada?”
Lidya göz devirdi.
“Bu kadar huysuz olma Arat, biraz gülümse.”
Arat onun gevşekliğine aldırmadan ısrar etti:
“Yine söylemeyecek misin nereye gideceğini?”
Lidya yerinden kalktı. Bir an tereddüt etti ama sonra itiraf etti:
“Oktay’la tekne turuna çıkıyoruz.”
Suçlulukla heyecan arası bir ifadeyle devam etti:
“Sence de böyle romantik bir teklifi geri çevirmek haksızlık olmaz mıydı? Üstelik bu kadar güzel bir günde.”
Arat, bir an düşündü. Kaşlarındaki sertlik yumuşarken, Lidya’nın hevesini kırmamaya karar verdi.
“Peki. Tekne midir nedir git bakalım. Ben de depoyu toplarım, bu güzel günde.”
Lidya sevinçle elini savurunca Arat’a çarptı. Arat kolunu tutup kovar gibi masasını işaret etti.
“Tamam, yeter. Sakince masana geçer misin? Bazılarımız çalışıyor.”
Lidya usulca geri çekilirken resmi bir tonda konuştu:
“Tabii ki Arat Bey, siz nasıl isterseniz,” ardından dönüp neşeyle ekledi, “Teşekkür ederim.”
Çantasını alıp kapıya yöneldi. Tam çıkarken karşıdan gelen sarışın kızla selamlaştı. Ardından sokağın kalabalığına karıştı.
Aynı anda ofisin kapısı açıldı. Mina içeri girdi.
Kapının üzerindeki zil sustuğunda Arat başını kaldırdı. İçeri giren kişiye kısa bir bakış attı. Bu sabah daha da sinir bozucu ne olabilir diye düşünürken, Mina gözlüğünü çıkarıp çantasına yerleştirdi ve doğrudan masasına yürüdü.
“Bugün de beni kovmayacaksın, değil mi?” dedi, karşısında dikilerek.
Arat umursamazca başını salladı.
“Kusura bakma ama benden ne isteyeceksen cevabım hayır olacak. Bugün işim başımdan aşkın.”
Dosyalarına dönüp ilgisini başka yöne kaydırdı. Mina ise kollarını göğsünde kavuşturarak yan koltuğa oturdu. Kaşları hafif çatılmıştı, dudağının kenarı alaycı bir ifadeyle yukarı kıvrılmıştı.
“Bu kadar önemli ne işin var, gerçekten merak ettim.”
Arat doğrudan cevap vermedi. Yüzünü buruşturdu, gözlerini ona dikerek konuştu:
“Senden hoşlanmadığımı biliyorsun. Neden hâlâ peşimi bırakmıyorsun?”
Dosyayı kapatıp umursamazca kızın gözlerinin içine baktı. Mina saçlarını geriye savurup ellerini masaya dayadı, gözlerini kısıp hafifçe dikleşti.
“Çünkü seninle uğraşmak eğlenceli.”
Yapay bir gülümsemeyle tam karşısında duruyordu.
“Ayrıca, dün ofise gelmemi sen istemiştin. Geldim işte. Ne işin varsa iptal et.”
Arat sandalyeden kalkarken, dişlerinin arasından sessizce mırıldandı:
“Keşke o kadar kolay olsa…”
Kitaplığa yönelip klasörleri karıştırdı. Aradığını bulduğunda tekrar masasına döndü, masadaki kaleme uzandığında Mina ondan önce davranıp kalemi çekip aldı.
“Nasıl yani?”
Arat elini uzatarak bıkkınlıkla sordu:
“Kalemimi alabilir miyim?”
Mina geriye bir adım attı. Arat iç geçirerek pes etti.
“Söylersem soru sormayı bırakıp kalemi de geri verir misin?”
Mina başını sallayarak onayladı.
“Kaleye gitmem gerekiyor. Birkaç işim var. Bu yüzden beni rahat bırakıp kendi işine odaklanmanı öneririm.”
Kızın gözleri ışıldadı.
“Süper. Ben de çekim için oraya gitmek istiyordum zaten.”
Kalemi masaya bıraktı, sonra askılıktan Arat’ın ceketini kaptığı gibi ona fırlattı.
“Hadi çıkalım.”
Arat ceketi havada yakaladı.
“Tamam diyene kadar peşimi bırakmayacaksın, değil mi?”
Mina kafasını iki yana sallayarak cevap verdi. Arat iç çekip giyindi, ardından kapıya yöneldi.
“Peki. Gidelim o zaman.”
Yirmi dakikalık yolculuğun ardından kaleye vardıklarında, Mina kamera ekipmanlarını düzenliyor, Arat ise elindeki evrakları gözden geçiriyordu. İşlerini toparlayıp giriş kapısına geldiklerinde Arat cebinden bir misafir kartı çıkarıp Mina’ya uzattı.
“Ne bu?” diye sordu Mina, kaşlarını kaldırarak.
“İçeride bana ayak bağı olmadan dolaşman için,” dedi Arat, sakin bir ifadeyle.
Mina kartı alıp güvenliğe gösterdi, ardından turnikeden geçerek içeri girdi. Arat da kartını panele okutup peşinden geldi.
“Çekim yaparken yasaklı bölgelere girme,” dedi. “Bu kart sadece misafirlere açık alanlara erişim sağlar. Biri bir şey sorarsa kartını gösterirsin.”
Omzundaki kamera çantasını düzelten Mina, başını hafifçe yana yatırıp sırıtmakla yetindi.
“Yani benimle gelmiyorsun?”
Arat başını iki yana salladı.
“İşimiz bitince girişte buluşuruz.”
Mina homurdanarak kalenin balkon bölümüne yöneldi. Çantasından kamerasını çıkarıp ayarlarıyla oynamaya başladı. Adımları yavaşça uzaklaştı, birkaç saniye içinde gözden kayboldu. Arat ise personel girişinden geçip kalenin iç koridorlarına daldı.
Koridor serin ve sessizdi. Hafta ortası olduğundan içerisi neredeyse boştu. Loş tavan lambalarının altında ilerlerken, arkasından gelen ayak seslerini duyunca yavaşladı. Ardından yankılanan tok bir ses, aniden durmasına neden oldu.
“Beyefendi! Bir saniye, lütfen!”
Arat yerinde kaldı. İçini belirsiz bir gerginlik kapladı. Omzunun üzerinden geriye bakarken yüzüne bir huzursuzluk yerleşti. O gece—gizlice depodan kaçtıkları o an—zihninde belirmişti. Acaba o gece fark edilmişler miydi? Şimdi mi anlaşılıyordu? Göğsünde bir sıkışma hissetti. Ama hayır… O gece kameraların kör açılarını kullandığından emindi.
Yavaşça arkasını döndü. Elinde anahtar halkası taşıyan genç bir güvenlik görevlisi ona doğru geliyordu. Her zamanki görevli değildi bu; tanımadığı, yeni biri.
Adam, demir anahtarların çıkardığı metalik ses eşliğinde Arat’a yaklaşırken, dostça bir gülümsemeyle konuştu:
“Depo anahtarını vermeyi unutmuşum. Girişte sizi ilk gördüğümde tanıyamadım, kusura bakmayın Arat Bey.”
Anahtarı uzatırken sesindeki ton, buraya ait olmadığını belli eden bir ağız taşıyordu. Arat uzattığı anahtarı alırken sordu:
“Buralı değilsin, değil mi? Yeni mi başladın? Daha önce seni görmemiştim.”
Görevli başıyla onayladı. Arat devam etti:
“Yalnız biraz oyalanacağım içeride. Sen çıkarsan anahtarı yarın güvenliğe teslim ederim.”
Tam o anda zihninde bir fikir kıvılcımı çaktı. O gizli odaya özgürce girip çıkabilmek için fırsat ayağına gelmişti. Anahtarın bir kopyasını yaptırması yeterliydi.
Kısa sohbetin ardından güvenlikle vedalaşıp merdivenlere yöneldi. Adamın anahtarı onda bırakmasında bir sakınca görmemesi, planı iyice kolaylaştırmıştı. Sabahın karışık havası, şimdi yerini belirgin bir hedefe bırakmıştı.
Aynı sırada Mina, kalenin iç avlusunu geçip balkon kısmına ulaşmıştı. Önünde, taş surlarla çevrili geniş bir manzara uzanıyordu; aşağıda sessiz avlu, ilerde grileşmiş duvarlar, yukarıda ise martı seslerinin eşlik ettiği ağır bulutlar…
Kamerayı kurup birkaç deneme çekimi yaptı. Bugün şansı yerindeydi; ortalık neredeyse bomboştu. Arka planda kadrajı bozacak bir kalabalık olmaması işini kolaylaştırıyordu. “Şanslıyım,” diye geçirdi içinden. Kadrajı yeniden ayarlarken, tam karşısındaki pencerelerden birinde anlık bir gölge belirip yok oldu. Gözlerini kısmadan objektifi kaldırdı, ancak pencerenin ardı boştu. Kamerayı boynuna asarak etrafa kısa bir bakış attı, sonra gülümseyip iç çekti.
“Kafayı yiyorum herhalde…” diye mırıldandı. “Burada benden başka kimse yok.” Ses tonunda hem inançsızlık hem de kendini avutma çabası vardı. Tekrar kadraja döndü, çekimlerine devam etti.
Çekimler bittikten sonra fotoğrafları incelerken birkaç karede tuhaf bir detay gözüne çarptı. Az önce gölge gördüğünü sandığı pencerenin önünde, uzak mesafede belirsiz bir siluet duruyordu. Ekranı büyüttüğünde, üniformalı bir adamı seçebildi. İçini hafif bir ürperti kapladı.
“Arat’a mı söylesem?” diye geçirdi aklından. Ama ardından omuz silkerek kamera çantasına yöneldi. “Muhtemelen sıradan bir güvenliktir. Ne yaptığımı merak etti, o kadar.” Yine de içini kemiren o tuhaf his geçmemişti. Birinin onu izlediği düşüncesi, zihninin bir köşesine yapışmıştı. Arada bir gözleri istemsizce o pencereye kayıyordu, sanki bir bakışa yakalanma korkusuyla.
Mina çekimlerini sürdürürken, Arat da deponun kapısından içeri adım attı. Cebinden çıkardığı listeye göz atarak sayım yapmaya koyuldu. Çoğu eşya yerli yerindeydi; ama belli ki biri içeride oyalanmıştı. Bazı kolilerin ağızları yırtılmış, birkaç dosya raftan düşüp yere dağılmıştı. Fakat Arat’ın asıl merakı başkaydı — halının altında gizlenen kapağı biri fark etmiş miydi?
Dağınıklığı toparlamayı bir kenara bıraktı. Cebindeki anahtarı çıkarıp kapıyı içeriden kilitledi. Şimdi gizli odaya girecekse, içeride yalnız olmak en doğrusuydu. Beklenmedik bir ziyaretçi istemiyordu.
Halının üstündeki kolileri dikkatlice yana çekti, sonra halının ucunu kaldırdı. Eğer geçidin yerini önceden bilmiyor olsaydı, orada bir kapak olduğuna asla inanmazdı. Taş zemine neredeyse kusursuzca oturmuştu; birleşim yerleri, en yakından bakıldığında bile seçilmiyordu.
“Peki, nasıl açacağım?” diye geçirdi içinden. İçeriden açmak kolaydı, kapağı itmek yeterliydi. Ama şimdi, kulbu dahi olmayan bu ağır taş plakayı yukarı nasıl kaldıracaktı?
Birden, daha önce gizli odadaki kitaplıkta keşfettiği mekanizma geldi aklına. Belki burada da benzer bir sistem vardı. Duvarda ya da zeminde, kapağı serbest bırakacak bir düzenek olmalıydı.
Duvara yaslanmış ağır raf ünitesini ileri geri oynatarak öne doğru çekti. Ardına geçip, taş duvar boyunca elini gezdirmeye başladı. Her bir taşı tek tek yokluyor, bastırıyordu. Sonuç yoktu. Üniteyi yerine yerleştirip odanın diğer köşesine geçti. Aynı işlemi burada da tekrarladı. Umudu tükenmek üzereydi ki, parmaklarının altındaki taşlardan biri hafifçe yerinden oynadı. Gözleri parladı.
Tüm gücünü vererek taşı içeri itti. O anda, bir tıkırtıyla birlikte içerideki basınç mekanizması devreye girdi ve taş kapak ağır ağır yükseldi. Tozlu hava havalanırken, altından çıkan geçit yavaşça görünür hale geldi.
Bu gizli mimarinin ardındaki zihin her kimse, işini kusursuz yapmıştı. Arat, bir an durup derin bir hayranlıkla başını salladı.
Arat, taş kapağın ardındaki dar geçide adım attığında, yüzüne koridorun serinliği çarpınca irkildi. İçeride ağır ve eski bir hava vardı; taş duvarlardan sızan rutubet, soluk alıp verişine bile iz bırakıyordu. Telefonunun ışığını öne doğru tuttu, omuzlarını hafifçe eğerek yürümeye başladı.
Tünelin sonunda basık kemerli bir geçit belirdi. Arat başını eğerek bu alçak kemikten geçtiğinde, karanlığın içinden doğmuş gibi sessiz bir odaya ulaştı.
Tavan, odundan kalın kirişlerle desteklenmişti. Duvarlar, ustalıkla oyulmuş doğal kayadan ibaretti. Odanın bir köşesinde, üzeri tozla kaplanmış masif bir masa duruyordu. Karşı duvarı boydan boya kaplayan kalın ahşap raflar, irili ufaklı onlarca kitapla doluydu. Raflar, taş zemine kadar uzanıyor, odanın atmosferine zamanın durduğu hissini yayıyordu.
Arat gözlerine inanamadı.
“Bunca yıl… nasıl kimse fark etmedi burayı?” diye geçirdi içinden. Adımları yavaşladı. Parmak uçlarıyla kitapların ciltlerinde gezindi; bazıları tanıdık dillerdeydi, bazıları ise tamamen yabancı yazılarla bezeliydi — kıvrımlı harfler, semboller, hatta anlam veremediği işaretler…
Burası, hiçbir tarih kitabında adı geçmeyen, saklı bir arşivdi. Ve içindeki her şey yalnızca ona aitmiş gibi hissettiriyordu.
Rafın köşesinde, yüzüstü duran, kahverengi kapaklı isimsiz bir kitap dikkatini çekti. Üzerindeki kalın toz tabakasını üfleyip kapağını araladığında, karşısına eski tip mürekkeple yazılmış düzenli satırlar çıktı.
Yazılar Osmanlıcaydı. Harfleri tanıyordu — tam anlamasa da bazı kelimeler ona tanıdık geliyordu. Kasabanın tarihi Osmanlı dönemine dayandığından, yıllar boyunca yaptığı rehberliklerde az da olsa bu dili öğrenmişti. Bildikleri şimdi puslu belleğinin derinliklerinden yüzeye çıkıyor gibiydi.
Kitap, bir kralın günlüğüydü. Ama sıradan bir hükümdara ait değildi. Geçen turda anlattığı efsanenin başkahramanı olan, bir zamanlar bu kalede yaşamış kralın ta kendisiydi. Sayfalarda, kralın bir deniz kızıyla nasıl tanıştığı, evlilikleri ve kadının olağanüstü nitelikleri anlatılıyordu. Her şey şaşırtıcı bir ayrıntıyla kayda geçirilmişti.
Arat bazı satırları okuyabiliyor, bazılarınıysa sadece sezgileriyle çözmeye çalışıyordu. Anlatılanlar, büyükbabasının günlüğündekilerle taban tabana zıttı. Orada deniz kızları vahşi ve tehlikeli varlıklar olarak tasvir edilirken, burada zarif, insana yakın canlılar olarak betimleniyorlardı.
“Hangisi doğru?” diye geçirdi içinden. Evinde, denizden gelen o garip misafire bakarak kralın anlattıklarını doğrulaması mümkündü. Ama ya büyükbabasının yazdıkları? Onlar, bir avcı kuşağının kaleminden dökülen nefretle mi yazılmıştı? Yoksa gerçek, göründüğünden daha karmaşık olabilir miydi?
Kafasında sorular çoğalırken bazı kelimeleri kaçırdığını fark etti. Satırların kıvrımlarına daha dikkatli bakarak sayfaları hızlıca çevirdi. Arka cebinden not defterini çıkarıp bazı ifadeleri karaladı. Ardından telefonunu çıkararak kitabın birkaç sayfasını fotoğrafladı.
“Daha sonra çeviririm…” diye fısıldadı. “Belki İnci yardım edebilir.”
Zamanında Osmanlıca öğrendiğinde, İnci’yle birlikte pratik yaparlardı. Onun tarihe olan ilgisi, eski metinleri çözümlemekte ona büyük kolaylık sağlıyordu. Fakat bu düşünce kafasında çabucak dağıldı. Bu metinleri henüz kimseyle paylaşmaya hazır değildi.
Kitabı kapatıp son kez gözlerini oda boyunca gezdirdi — eski taş duvarlar, tahta kirişlerin taşıdığı alçak tavan, toza bulanmış masanın üzerindeki ağır ciltli kitaplar ve duvarda asılı, ahşaba oyulmuş deniz figürleri… Zaman burada başka türlü akıyordu sanki.
Derin bir nefes aldı. Ardından kitabı dikkatlice masaya geri bıraktı ve geçitten geri çıktı. Kapak taşını iterek yerine oturttu, halıyı da üzerine çekerken aceleyle titreyen parmaklarıyla kenarlarını düzeltti. Tam doğrulmuştu ki dış kapının kolu aniden hareket etti.
Bir an donakaldı. Hızla kapıya yönelip kilidi çevirdi.
Kapı açılır açılmaz Mina içeri daldı. Ellerini beline dayamış, kaşları havada, sesi alaycıydı:
“Kapıyı içeriden kilitlemenin sebebi nedir acaba? Tarihi eser kaçakçılığı mı planlıyorsun?”
Duvara yaslanıp muzır bir gülümsemeyle Arat’ı izlemeye başladı. Arat ise sessizce kolileri toparlıyor, yere düşen dosyaları tozlarını silerek rafa yerleştiriyordu.
“Rahatsız edilmek istemedim,” dedi umursamaz bir ses tonuyla. Sonra bir dosyayı rafa bırakırken omzunun üzerinden ona döndü:
“Bu arada sen buraya nasıl girdin? O kartla bu kata ulaşamazsın.”
Mina omzunu silkti. Hafif bir gülüş eşliğinde cevapladı:
“Güvenlik görevlisinden rica ettim. Sağ olsun, beni kırmadı.”
Arat gözlerini devirip hızla çalışmaya devam etti. Raflara kolileri yerleştiriyor, belli ki sabrı tükeniyordu.
Mina yeniden konuştu:
“Yalnız hâlâ bitmedi mi? Ne zaman çıkacağız?”
Sonra kameranın olduğu çantaya uzanarak heyecanla karışık telaşla ekledi:
“Ayrıca sana bir şey göstermem gerekiyor.”
Kamerayı çıkarmasına ramak kalmışken Arat elini kaldırarak onu durdurdu:
“Mina… yukarı çıkıp beni dışarıda bekleyebilir misin?”
Kelimeleri net ama tonu keskin değildi. Bir kez daha kızın sözlerine aldırış etmeden onu kestirip atmıştı.
Mina’nın yüzü gölgelendi. Kamerayı sessizce çantasına yerleştirdi. Hiçbir şey söylemeden arkasını döndü, kapıya yürüdü. Kapıyı hızla çekip çıktığında içeride bıraktığı yankılı ses, Arat’ın iç çekişine karıştı.
Başını öne eğdi.
“İçeride fazla oyalandım… şu işi bir an önce bitirmeliyim,” diye düşündü, bileğindeki saate göz atarken.
Gökyüzü sarı ile turuncunun tonları arasında yanarken, Arat kapıdan çıkıp dışarıda bekleyen Mina’nın yanına geldi. Kendisine anahtarı teslim eden genç görevlinin yerinde şimdi farklı biri duruyordu. Anahtarı cebine atıp birlikte sessizce araca doğru ilerlediler.
Mina, yürürken başını hafifçe binaya çevirdi. Balkon kısmına göz gezdirirken zihninde aynı görüntü canlandı: O pencerede birinin kendisini izlediğini hissettiği an. Arabaya binerken hâlâ kararsızdı ama sonunda bu garip durumu Arat’la paylaşmaya karar verdi — her ne kadar onu az önce terslemiş olsa da.
Motorun çalışmasıyla araç yola koyuldu. Arka planda gün batımının silüeti sönmeye başlamıştı. Mina çekinceli bir ses tonuyla konuştu:
“Balkonda çekim yaparken… garip bir şey oldu.”
Arat başını çevirmedi ama göz ucuyla ona baktı. Cevap vermeyip yola odaklanınca, Mina devam etti:
“Biri beni izliyormuş gibi hissettim. Önce aldırmadım, çekime devam ettim. Ama sonra, fotoğraflara bakarken fark ettim — kadrajda bir adam vardı. Pencerenin ardında durmuş, doğrudan kameraya bakıyordu.”
Arat, kırmızı ışıkta durunca başını ona çevirdi. Kaşını kaldırdı.
“Belki devriye gezen güvenliktir.”
Mina hemen itiraz etti:
“Öyle sandım. İşim bittiğinde seni bulamayınca güvenlik kulübesine gittim. Ama oradaki görevliler arasında o kişiye benzeyen kimse yoktu. Sorduğumda da, tarif ettiğim birinin burada çalışmadığını söylediler.”
Sözlerinin sonunda ses tonu sertleşmişti, içinde biriken öfke şimdi yüzeye çıkıyordu:
“Aşağı inip sana anlatacaktım ama beni tersleyip kovdun.”
Arat’ın yüz ifadesi değişti. Bu kez ciddi bir dikkatle sordu:
“Nasıl biriydi?”
Mina, çantasından kamerasını çıkarıp ilgili kareyi buldu. Ekranı Arat’a uzattığında, görüntü net değildi ama pencerenin ardında duran kısa boylu, esmer bir adam seçiliyordu.
Yüzü tam görünmüyordu ama Arat, onun kim olduğunu anladı. Bu, ona anahtarı veren genç güvenlik görevlisiydi. Yüzü gerildi.
Tam o sırada arkadan bir araç kornaya bastı. Işık yeşile dönmüştü. Arat direksiyona yeniden odaklandı, ama artık aklı yoldan çok o adamdaydı.
Son zamanlarda bilinmeyen bir numaradan gelen mesajlar ve bugünkü garip karşılaşma… Arat’ın zihni, bu ikisi arasında görünmez bir bağ kurmaya başlamıştı. Tam o anda telefonu titredi. Ekrana göz ucuyla baktı, ama gördüğü şey yüreğini sıkıştıran bir yumru gibi göğsüne oturdu.
“Küçük sırrımızı onunla da mı paylaştın?”
– A.
Arat’ın yüzü kasıldı. Gözleri istemsizce yan koltuktaki kıza kaydı. Aynı anda direksiyonun başında ani bir refleksle frene bastı ve arabayı yolun kenarına çekti. Aracın aniden durmasıyla Mina, emniyet kemerine sarılıp irkildi.
“Ne yapıyorsun, Arat?” dedi tedirginlikle. “İyi misin?”
Arat bir süre sessiz kaldı. Ekrandaki mesaj hâlâ gözlerinin önündeydi. Direksiyonu sımsıkı kavramıştı, parmak eklemleri beyazlaşmıştı. Sonunda dudaklarının arasından tek kelimelik, kuru bir cevap çıktı:
“Hiç.”
Gözlerini yoldan ayırmadan devam etti:
“Yoruldum galiba. Telefonu elime alınca dalmışım, bir an odağımı kaybettim.”
Araba tekrar harekete geçti, ama Arat’ın aklı hâlâ olduğu yerde çakılıydı. Gözleri yolda, zihni başka bir yerde sürükleniyordu. İçinde hem paranoyak bir sorgulama hem de bastırmaya çalıştığı bir korku büyüyordu: “Onu da mı izliyorlar?”
Kasabanın merkezine vardıklarında, Arat arabayı yavaşlatarak kaldırım kenarına çekti. Motoru durdururken Mina çantasını toparladı ama inmeden önce ona dönerek başını eğdi.
“Kaleden ayrıldığımızdan beri dikkatin dağınık,” dedi.
“Tek başına bu hâlde araba kullanman ne kadar akıllıca sence?”
Arat gözlerini hâlâ yola dikmişti. Kısa bir sessizliğin ardından dudaklarında belli belirsiz bir kıvrım belirdi.
“Ne kadar yorgun olsam da…” dedi, sesi neredeyse dalgın bir mırıldanmaydı.
“Bu yollarda arabayı gözüm kapalı da sürerim.”
Mina kaşlarını kaldırarak onu inceledi. Arat’ın yüzünde kısa ama belirgin bir gülümseme vardı.
“Bana gülümsemen pek hayra alamet durmuyor ama,” dedi şaşkınlıkla.
“Hasta mısın yoksa?”
Arat gözlerini kısmadan yanıtladı, sesi tekdüzeydi:
“Olabilir.”
Mina kapıyı açmak üzereyken durdu, gözlerini kaçırmadan ekledi:
“Git biraz dinlen istersen… Belki normale dönersin.”
Kapıyı açıp indi. Arat onun ardından bakarken, telefonu tekrar eline aldı. Mesaj hâlâ oradaydı. Parmakları ekranın üzerinde duraksadı.
“Bu… Mina’yı da izledikleri anlamına mı geliyor?”
Bir an içinden geçeni yüksek sesle fısıldadı:
“Kahretsin.”
Mina kaldırımda uzaklaşırken, Arat vites koluna uzandı. Derin bir iç çekişle motoru yeniden çalıştırdı. Aracın homurtusuna kulak kesilmeden önce kısa bir süre öylece durdu; gözleri, Mina’nın yavaş yavaş gözden kaybolduğu kaldırımda takılı kaldı.
Yola koyulduktan bir süre sonra ilerideki bir anahtarcının önünde durdu. Depo anahtarının yedeğini yaptırdı, ardından sessizce aracına dönüp torpidoya bıraktı. Küçük metal anahtar, plastik gözlüğe çarpıp tıkırtıyla yerleşirken Arat’ın içindeki düşünceler de benzer bir düzene girmeye çalıştı. Ama başaramadı. Kafasının içi hâlâ bir çamaşır makinesi gibi dönüyordu.
Aracın penceresinden içeri sızan rüzgar, bir nebze olsun ferahlık getirmişti. Yüzüne çarpan serinlikle birlikte sabah rıhtımda Helin’le yaptığı konuşma geldi aklına. Puba gitmeyi planlamışlardı.
“Siktir…” diye mırıldandı, aniden ceket cebine uzandı.
Telefonunu çıkarıp bildirimleri kontrol etti. Neyse ki geç kalmamıştı. Hafif bir rahatlamayla direksiyonu rıhtıma çevirdi.
Gökyüzü turuncu ve erguvan tonlarına bürünmüş, deniz ise bu renklere sessizce eşlik ediyordu. Kırmızı kamyonet, bu pastoral manzaranın içine usulca karıştı.
Telefon ekranındaki mesaj ise hâlâ açıktı.
“Küçük sırrımızı onunla da mı paylaştın?”
Denizi seyrederken iç geçirdi. Göğsünün ortasına sinmiş o ağır his, teninden içeri sızmış, kemiklerine kadar yerleşmişti. Artık biliyordu: Peşinde olanlar sadece geçmişi değildi. Birileri hâlâ oradaydı. İzliyordu. Bilgisi dışında, nefesinin bile takip edildiği bir oyunun içindeydi.
Kafasını silkeleyip bu karanlık düşünceyi uzaklaştırmaya çalıştı. Parmakları camın kenarına uzandı, pencereyi sonuna dek araladı. Rüzgar bir anda içeri doldu; saçlarını karıştırdı, yüzüne serin bir tokat gibi çarptı.
Arat gözlerini yola dikti, gaza bastı. Belki de tek yapabileceği şey, bu rüzgarı ardına alıp o gri düşünceleri biraz olsun geride bırakmaktı.
Arabaya dolan bahar meltemiyle birlikte Arat eski kente doğru ilerlerken, o sırada ahşap kulübede — küçük, ışığı yetersiz bir banyoda — bir başkası sabırsızca bekliyordu.
Dün geceden beri ne bir lokma yemişti ne de gözlerini kapatabilmişti. Zihni susmak bilmiyor, bedenine hapsolmuş gibiydi. Onu oraya kapatan adamın böylece gitmesine içerlemişti. Dostu gibi benimsemişti halbuki. Neye kırıldığını tam adlandıramasa da, içindeki sıkışma duygusu giderek büyüyordu.
Elini kapı koluna uzattı. Titrek bir kararlılıkla aşağı yukarı ittirmeye başladı. Ah… şu çift ayaklı icatları! Bir çözebilse, o zaman o adama ihtiyacı kalmazdı. O zaman, her şeyi kendi gözleriyle görür, dünyayı kendi adımlarıyla keşfederdi.
Parmakları gıcırdayan metali kavradıkça kulaklarında ince bir melodi çaldı sanki. Her çırpınış, ona özgürlüğün ritmini fısıldıyordu.
Ve birden, ayağının dibine bir vida yuvarlandı.
Kapı kolu yerinden koptu. Kız şaşkınlıkla geri çekildi. Kapı, hafifçe aralandı. Hava yüzüne değdiğinde, gözleri büyüdü.
Artık o daracık banyonun mahkumu değildi.
Ve o çift ayaklıyı beklemek zorunda da. Belki… bu evde kalmak zorunda bile değildi.
İçinde yepyeni bir his filizlendi: merak.
Bir adım geri attı, sonra öne — tereddütle. Ardından, hiç durmadan, usulca kapıdan dışarı süzüldü.
Dünya onu bekliyordu.