2.Kısım
Geçiş
7.Bölüm
Suçluluk ve Şüphe
Fırtına bulutları Baba Kayalar mevkisinden çekilirken, ardında bıraktığı tatlı esinti Eski Kent’in yorgun ahşap pencerelerini titretiyordu. Kapının altından içeri sızan rüzgâr, masadaki peçeteyi havalandırmadan önce Tete, yarı dolu bardağını üzerine koydu ve bakışlarını pencerenin ötesine sabitledi. Arat’ın geceleri tekneyle açılmasına alışkındı, fakat bu kadar gün varken neden ısrarla fırtınalı bir geceyi seçtiğini sorgulamadan edemiyordu. Arat, sessiz ve kendi halinde bir gençti; canını sıkan meseleleri yalnızca kendisiyle rahatça konuşabiliyordu. Yine de son zamanlardaki sessizliği daha derinden gelen bir şeye benziyordu; öyle ki Tete’nin içini kemiren bir şüpheye dönüşmüştü artık.
Alnında biriken gergin çizgiler, bardağından aldığı acı kahvenin ilk yudumuyla yumuşadı. Merakı yavaşça endişeye dönüşürken, sandalyenin arkasına astığı taba deri ceketini omuzlarına alıp ayağa kalktı. Yorgunluk yaşlı bedenine ağırlık yapıyordu, fakat “dostum” dediği o genç adam için taşıdığı kaygı hepsinden baskındı. Pub’ın sessizliğini bardakların çınlaması bozarken, uygun adımlarla ilerleyip bara vardığında mekânda kalan son kişinin kendisi olduğunu fark etti. Tezgâhın ardındaki adam, arkasını dönmüş bulaşıkları yıkarken, Tete’nin sesiyle irkildi; ellerindeki köpükleri beline bağlı beze silerek önüne döndü. Tete’nin mahcup bakışları yüzünü sararken, arka cebinden çıkardığı kırışık birkaç yüzlüğü tezgâha bıraktı ve barmene teşekkür etti. Adam, kâğıt paraları sessizce bahşiş kutusuna sıkıştırdıktan sonra yeniden bulaşıklara döndü. O sırada Tete, pub’ın kapısını aralayarak kapıya asılı zilin yorgun tınısıyla birlikte geceye karıştı.
Tete, ceketinin önünü ilikleyip cebindeki telefona uzandı. Ekran loş ışığıyla parladığında saat gece üçe geliyordu. Arat, döndüğünde haber vereceğini söylemişti ama mesaj kutusu hâlâ boştu. Suratı asılan yaşlı adam, endişeyle yavaş adımlarını hızlandırarak rıhtımdaki teknesinde uyuyan nöbetçiye yöneldi.
Teknenin alt güvertesindeki kamarada uyuyan adam, Tete’nin tok sesiyle yerinden sıçradı. Gözlerini ovuştururken, bir yandan da soruyu anlamaya çalışıyordu.
“Hasan Usta, senin nöbette olman gerekmiyor muydu?”
Tete, bir eli kapıda uyuklayan adamı süzerken konuşmuştu.
Adam, ellerini gözlerinden çekip kapıda duran Tete’ye odaklandı.
“Tete Efendi… buralara uğrar mıydın sen? Yollarını gözler olduk.”
Yatağından kalkarken, bir eli de komodindeki fenere uzandı. Oda fenerin cılız ışığıyla aydınlandığında, Tete arkasını dönüp dik merdivenlerden güverteye yöneldi. Hasan Usta da, elindeki fenerle peşine takıldı.
İkili rıhtıma inip teknenin sallantısından uzaklaştıklarında, Tete elini Hasan Usta’nın omzuna attı.
“Hasan’ım… bizim genci gördün mü diye soracaktım. İskele boyu baktım, teknesi yerinde yok. Acaba arka rıhtıma mı çekti, sen bilirsin.”
Hasan, kaşlarını hayretle kaldırdı.
“Arat mı?” dedi, ellerini kirli sakallarında gezdirerek. “Vallahi kusura bakma Tete Efendi, uyuya kalmışım. Rıhtımdan ayrıldıysa da fark edemedim.”
Bu cevaba Tete’nin canı sıkıldı. İleri geri yürüyerek düşünmeye başladı.
Hasan, ardından söze atıldı:
“İstersen benim tekneyle çıkıp bir bakalım. Baba Kayalar’a gideceğim diye tutturmuştu birkaç gün önce. Deli çocuk, bu fırtınada oraya mı gitti yoksa?”
Tete, Hasan’a yaklaşıp şaşkınlıkla tekrar etti:
“Baba Kayalar mı?”
Hasan kaşlarını çatarak cevapladı:
“Sana haber etmedi mi nereye gideceğini? Hayret… hiç onluk bir hareket değil.”
Tete başını eğerek mırıldandı:
“Evet… hiç onluk bir hareket değil.”
Tete, Hasan’a dönerek, “Hasan, bulutlar Baba Kayalar’ın üzerinden çekiliyor gibi… rüzgâr da dindi sayılır. Gidip bir baksak mı şu çocuğa? İçim rahat etmeyecek böyle eve dönersem,” dedi.
Hasan, bu cümlede saklı endişeyi Tete’nin yüzünden okuyabiliyordu.
Yıllardır Arat’a hem dostluk hem de babalık yapmıştı. O yüzden Arat’ın böyle habersizce denize açılması onu da şaşırtmıştı.
Kafasını tekneye çevirip Tete’ye içeri geçmesini işaret etti.
Tete, rıhtıma bağlı halatları çözerken Hasan da dümene geçti.
Fırtınanın ardından kalan tatlı esinti eşliğinde tekne, usulca dalgaların üzerinde süzülmeye başladı.
İkili tekneyle kayalıklara doğru yol alırken, o sırada iki yorgun silüet de Kale’nin dar koridorlarında, ardında bıraktıkları ıslak izlerle sessizce ilerliyordu.
Geçidin taş duvarları arasında yürürken, nefesleri taşlara çarpıp yankılanıyor, yankı gerisin geri Arat’ın kulaklarına doluyordu. Koridor sola kıvrıldıkça ayaklarının altındaki eğim artmış, tavan da gittikçe alçalmaya başlamıştı. Kafasını kaldırdığında, tavandan sızan silik bir ışık dikkatini çekti. Eğer girdikleri bu gizli geçitte bir kapı varsa o burada olmalıydı. Ancak bu ışığın ardı Kale’deki herhangi bir odaya açılıyorsa, çıkarken dikkatli olmalıydı. Nöbetçi etrafta sık görünmese de ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan bir tipti.
Arat, ışığın sızdığı yerde durdu. Tavan, omzuyla yoklayabileceği kadar alçaktı. Kucağındaki kızın üzerine eğildi, sırtını tavana yasladı. Ahşap kapak, demir çerçevesinden sıyrılırken yılların biriktirdiği toz yığını üzerlerine serpildi. Omzundan verdiği güçle kapağı araladı; gözleri içeri dolan sönük ışıkla birkaç saniyeliğine kamaştı. Bakışlarını toparladığında, nerede olduğunu anlamakta zorlanmadı. Kucağındaki kıza sarılarak, tek eliyle kapağı biraz daha itti. Ardında kıvrılarak açılan halının altından, kalenin eksi birinci katındaki depo gözlerinin önüne serildi.
Kolunu açıklıktan uzatarak kendini odaya doğru çekti. Aynı anda kızın zarar görmemesi için bedenini onun üzerine siper etti. Onu dikkatlice zemine bırakırken kendisi de doğruldu. Üzerlerine çöken tozu silkelemeye çalıştıysa da, ıslak gömleğine yapışan tozlar topaklanarak kumaşa daha da tutundu. Aceleyle ahşap kapağı yerine yerleştirip çerçeveye oturttu. Kapağın iyice kapandığından emin olduktan sonra halıyı tekrar üzerine serdi.
Depo olarak kullanılan bu oda büyük sayılmazdı. Turistlerin girişine kapalı diğer odalardaki fazla eşyalar buraya taşındıkça alan daha da daralmıştı. Sağda solda duran ağzı bantlı koliler de bu dağınıklığı destekliyordu. Arat, kolilerin arasından geçerek kapıya yöneldi. Depoya birkaç kez girip çıkmışlığı vardı, fakat oda genelde kilitli tutulurdu.
Elini kapı tokmağına uzattığı anda dışarıdan gelen ayak seslerini duydu. Hızla arkasını döndü. Gözleri hemen kıza kaydı; kolilerin arkasında kaldığı için dışarıdan fark edilmeyeceğinden emindi. Kendi de kapının arkasındaki dar boşluğa saklandı. Kapı ile yanındaki tavana uzanan yüksek rafın arasında sessizce bekledi. Ayak sesleri kapının önünde durduğunda, çelik anahtarların birbirine çarpan sesi duyuldu; ardından anahtar yuvaya girdi.
Kapı aralandı, içeri güvenlik girdi. Elindeki fenerle odayı tararken Arat nefesini tuttu. Neyse ki, güvenlik sadece kapının yanına uzanıp raftan bir belge aldı, ardından hiçbir şey fark etmeden arkasını dönerek kapıyı kapattı. Arat derin bir nefes verdi.
Çıkarken bir kilit sesi duymamıştı. Şansı yaver gittiyse kapı kilitlenmemiş olmalıydı. Güvenliğin iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra tokmağa yeniden uzandı. Tokmağı sağa sola çevirdiğinde kapı zorlanmadan açıldı. İçinden küçük bir zafer çığlığı attı. Ama sevinmeye vakit yoktu — güvenlik tekrar karşılarına çıkmadan önce Kale’den çıkmaları gerekiyordu. Hızlı olmalıydılar. Üstelik Arat, kamera olmayan kör noktaları iyi bildiğinden yollarını buna göre planlaması zor olmayacaktı.
Yerde yatan kıza son bir bakış attı. Ten rengi ölümün eşiğindeymişçesine solgundu, nefes alışlarıysa bir saat öncesine kıyasla oldukça zayıflamıştı. Onu kucağına aldığında gözlerini araladığını sanmıştı. Hatta yemin edebilirdi. Ama zayıf duvar aydınlatması altında bunu ayırt etmek neredeyse imkânsızdı.
Beraberce depodan çıktılar. Kapının karşısındaki sarmal taş merdivenleri takip ederek geniş bir salona vardılar. Arat, bundan sonrasının turistlere açık kısımlar değil, yalnızca personele ait koridorlar ve odalardan oluştuğunu biliyordu.
Odanın sonunda, sağ duvardaki elektronik kart okuyucuya yaklaştı. Cebinden, tenine batmakta olan sivri köşeli kartı çıkarırken yanında olduğu için içten içe şükretti. Evden aceleyle çıkarken cebindekileri kontrol etme fırsatı bile olmamıştı. Bugün şans kendisinden yanaydı, diye düşündü. Ancak tam o sırada, denize düştüğü an bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Yüzündeki hafif gülümseme bir anda silindi.
Kartı okuyucuya tuttuğunda ince bir “bip” sesi duyuldu ve kapının kilidi açıldı. Böylece geniş odadan çıkan koridordan diğer bölüme doğru ilerlemeye başladılar.
Kalenin oda planlaması, koridorların çokluğu kadar karmaşık bir düzene sahipti. Eğer burada yıllarca tur rehberliği yapmamış olsaydı, yolları hatırlaması mümkün olmazdı.
Önlerinde bir kapı daha belirdi. Arat, kartı okutarak içeri girdi. Karşı duvarda, soluk kırmızı renkte yanan “Çıkış” yazısını gördüğünde, alışılmış adımlarla kalenin arka kapısına, çift kanatlı metal kapılara yöneldi. Acil çıkış kapısını omzuyla itince kapı aralandı ve onları Kale’nin otoparkına çıkardı.
Etrafı dikkatle süzdü. Güvenlik kameralarını kontrol ettikten sonra, kucağındaki baygın kızla birlikte otoparktan çıkıp ormanlık patikaya doğru ilerledi.
Yürüdükçe adımları ağırlaşmaya başladı. Orman yolunun engebesiyle birlikte, kolları titreyene kadar kızın ağırlığını taşıdı. Bir an durup çevresine baktı; patikada kimsecikler yoktu. Dizlerinin üzerine çömeldi, ardından kızı dikkatlice sırtına aldı. Kollarını boynuna doladığında, kızın ıslak saçları Arat’ın omzuna döküldü. Nemli saçlar tenine değdiğinde bir an irkildi. Kızın soluk nefesinin sıcaklığı, kulaklarının kenarından usulca geçiyordu. Ayağa kalktığında, kızın kollarını boynuna sıkıca yerleştirdikten sonra yeniden yola koyuldu.
Patika ileride dallanarak iki yola ayrıldı. Sağ taraftan devam ederse evine ulaşacağını biliyordu. Bazı günler bu yolda koşuya çıkardı, ormanın özgür ruhunu hissedebilmek için. Arat, sırtındaki kızı daha sıkı kavrayarak yirmi dakikalık yürüme mesafesi olan patika yola yöneldi.
O sırada Tete ve Hasan Usta da Baba Kayalar’a varmak üzereydi.
Hasan Usta, kafasını kaptan köşkünden çıkarıp güvertede ufka dalmış Tete’ye seslendi:
“Tete!”
Tete, sesi duyunca düşüncelerinden sıyrılıp yanına gitti. Hasan, onun huzursuz sessizliğini bozarak konuştu:
“Kötü düşünme Tete. Arat denizde epey tecrübelidir. Fırtınanın yaklaştığını fark edince dalgaların ulaşamayacağı bir kıyıya çekmiştir tekneyi.”
Tete içini çekerek cevap verdi:
“Hasan… Keşke açılacağını ilk söylediğinde kolundan tutup da durdursaydım.”
Gözlerinde bir babanın kaygısı okunuyordu. Dışarıdan biri baksaydı, onları baba-oğul sanabilirdi.
Hasan sessiz kaldı. Ellerini dümenin başından ayırmadan, gözlerini denizin dalgalarına kenetlemişti.
Derken, denizin puslu yüzeyinin ardından Yakamoz’un silüeti belirdi. Hasan heyecanla Tete’yi dürttü, bir yandan da teknenin hızını düşürdü. Yavaş yavaş yaklaştıklarında aralarındaki mesafe on metreye kadar düşmüştü. Tete, küpeşteye yaslanarak seslendi:
“Arat!”
Sesi, kendilerinden uzaklaşan gök gürültüsünün uğultusuna karışırken tekne Yakamoz’un yanına yanaştı. Hemen çapanın halatlarına yöneldi. Hasan, halatları Tete’nin elinden alırken ona dönüp Yakamoz’a geçip Arat’ı kontrol etmesini söyledi.
Tete, denizin hafif dalgalarıyla sallanan tekneden atlayarak Yakamoz’un eski ahşap güvertesine çıktı. Arat’a seslenmeye devam ediyordu, ancak cevap gelmiyordu. Kaptan köşküne gittiğinde GPS ekranının açık olduğunu fark etti. Yanıp sönen simgeye tıklayarak “hedefe varıldı” işaretini verdi. Tekrar dışarı çıktığında gözü çapanın bağlı olduğu halatlara takıldı. Gelişigüzel atılmış düğümü eline aldığında düğümün sıklığını hissetti. Islanmış düğüm, açılamayacak kadar sıkıydı; çözmekten vazgeçip teknenin arkasına yöneldi. Genellikle burada duran acil durum şişme botunu yerinde göremeyince içinde panikle karışık bir rahatlama hissetti.
Yeniden Hasan’ın olduğu tekneye yönelerek seslendi:
“Hasan, sahil güvenliğe senin telsizden haber ver!”
Hasan telaşla cevapladı:
“Buldun mu Arat’ı?”
Tete, Yakamoz’un arkasını işaret etti:
“Sanırım fırtına bastırınca şişme botla kıyıya çıktı. Çapayı kontrol ederken düğümün sıkıştığını fark ettim. Yağmurda çözmeye çalışıp başaramayınca tekneyi terk etmiş olabilir.”
Hasan başıyla onaylayarak kaptan köşküne döndü ve telsize uzanıp sahil güvenliğe ulaşmaya çalıştı. Bu sırada Tete’nin gözleri güvertedeki dürbüne kaydı. Dürbünü almak üzere eğildiğinde, pruvadaki zıpkın mekanizmasından aşağı sarkan bir halat fark etti. Halatın ucunu ararken küpeşteden aşağı eğildi; aşağıda, suyun üzerinde sallanan zıpkını gördü. Halatı kavrayıp zıpkını yukarı çektiğinde, panelinde olması gereken şişin yerinde olmadığını fark etti. Gözleriyle çevreyi taradı ama şişi göremedi. Halatı toparlayıp yeniden mekanizmaya takarken Hasan’ın seslenişiyle irkildi. Elindeki dürbünü bırakarak diğer tekneye atladı.
O sırada çapayla uğraşan Hasan’a döndü:
“Hasan, sahil güvenlik gelene kadar Arat’ın teknesinde kalır mısın? Ben senin tekneyle eve gidip bakayım, varmış mı.”
Hasan başıyla onayladı. Elindeki halatları bir çırpıda çözüp Yakamoz’a geçti. Tete de kaptan köşküne girip dümene geçti. Motoru çalıştırdı. Kıvrak bir hareketle Yakamoz’dan ve Baba Kayalar’dan uzaklaşarak gecenin sessizliğini yarıp yola koyuldu.
Tete yolu yarılamışken, Arat da ancak eve varıyordu. Ormanlık arazideki ahşap kulübesinin önüne geldiğinde, paspasın altındaki paslı anahtara uzanarak kapıyı araladı. Göğsünde biriken sıkışmışlık hissini üzerinden atmak, bitmek bilmeyen dünden kurtulmak ve kendini yatağa bırakmak istiyordu. Ama önce, buraya kadar taşıdığı bu kızla ne yapacağına karar vermeliydi.
Yarası acil pansuman gerektiriyordu. Üzerindeki ıslak kıyafetlere aldırış etmeden, onu kulübenin içindeki geniş divana usulca bıraktı. Ardından kulübenin yanındaki eski barakaya yöneldi. Yarı açık kapıdan süzülerek içeri girdi ve girişin solundaki duvara çivilenmiş ilk yardım dolabından antiseptik solüsyon, steril gazlı bez ve bir dikiş seti aldı.
Eve döndüğünde, kıza yaklaşmadan önce derin bir nefes aldı. Akıllıca olan, onu doğrudan kasabadaki sağlık ocağına götürmekti belki. Ama önce kim olduğunu, neler yaşadığını, onu sudan nasıl kurtardığını öğrenmek istiyordu. İçinde garip bir his vardı — sanki gözünü bir an bile ayırsa, onu bir daha hiç göremeyecekmiş gibi.
Bakışları ciddileşti. Aklına yetimhane günleri geldi. Çocukluğu boyunca hep diğer oğlanların köşeye sıkıştırmalarıyla geçmişti. Revirin yolu da bu yüzden, alışık olduğu bir patikaya dönüşmüştü. Revir onun sığınağıydı; doktor ise bir nevi öğretmeniydi. Dikiş atmayı ilk orada öğrenmişti. Küçük bir çocuğun alnındaki yarayı doktorun nasıl diktiğini hâlâ hatırlıyordu. Ellerinin o zaman titremediğini fark ettiğinde ilk defa kendine güvenmişti.
Bu, attığı ilk dikiş olmayacaktı. Doktordan öğrendiği teknikle, yıllar içinde kendi üzerinde sayısız kez pratik yapmıştı. Yine de uzun zamandır eline almadığı iğne ve iplik, avuçlarında küçük bir tedirginlik bıraktı. Elleriyle alkollü solüsyonu ovuştururken kendi kendine fısıldadı:
“Ne yapmam gerektiğini biliyorum.”
Dikişi tamamlayıp yarayı dikkatle sardığı sırada, eli kızın tenine her değdiğinde, teninden yükselen ılık bir ısı parmaklarını sarıyordu. Elini kızın alnına götürüp terini gömleğinin koluyla silerken, kızın göz kapakları bir anlığına aralandı. Yükselen ateşle pembeleşmiş yanakları ve solgun yeşil gözleri birleşince, Arat’ın bakışları onun gözlerine kilitlendi. Donup kaldı.
Kızın parmakları, yavaş ama kararlı bir refleksle Arat’ın eline uzandı. Güçsüz parmaklar, son bir gayretle onun elini kavradı. Arat, bir refleksle elini çekince kızın eli kısa bir an havada asılı kaldı, ardından yavaşça divana düştü. Yeşil gözleri, odada bir sağa bir sola kaydı. Sonunda tavana odaklandı ve yavaşça kısıldı. Göz kapakları kapanırken, bir şey söylemek ister gibi aralanan dudakları da gözleriyle birlikte ağır ağır kapandı — kelimesiz, sessiz.
Arat, donup kaldığı yerden doğrularak teknedeki görüntülerin gözlerinin önünden geçmesine izin verdi. Film şeridi gibi akan sahneler, bazen net, bazen bulanık bir su gibi akıyordu. Soğuk ter, ıslak gömleğinden sıyrılıp belinden aşağı süzülürken, kendini divandan geri çekti.
Zıpkını ateşlediği an, zihninde bir anda parladı. Kayalıklara tutunmaya çalışan o kız, şimdi karşısında yatıyordu.
Hayır… Hiç düşünmeden ateşlemişti o zıpkını.
Ama… kuyruk gördüğüne yemin edebilirdi.
Kafasını ellerinin arasına aldı. Eski Kent’teki denizcilerin hikâyeleri, o adamın bahsettiği deniz kızı efsaneleri… Tüm o anlatılar, zihninin arka planında çınlıyordu.
İnanmayı çok istediği için mi görmüştü o görüntüyü?
O yüzden mi kaleden kimseye görünmeden çıkmaya çalışmış, eve gizlice gelmişti?
Kızı ne sağlık ocağına götürmüştü, ne de polise haber vermişti.
“Ne yapıyorum ben?” diye fısıldadı, divanda yatan kıza bakarak.
Hayır… Kız uyandığında her şey açıklık kazanacaktı.
Sadece… biraz daha beklemesi gerekiyordu.
Arkasını mutfağa dönüp dolaptan parasetamol çıkardı. Musluktan doldurduğu suya tableti atarak erimesini izledi. Sonra, içini saran pişmanlıkla tekrar kıza yöneldi. Nazik dokunuşlarla onu doğrultup kendine getirmeye çalıştı. Kız hâlâ bilinçsizdi; belki yaşadığı şoktan, belki de açık yaranın yarattığı sarsıntıdan.
Arat, içini kemiren vicdan azabından kurtulamıyordu. Çünkü bu durumun sorumlusu yalnızca kendisiydi. Zıpkını ateşleyen ondan başkası değildi.
Kızın gözleri yeniden aralandığında, Arat elindeki bardakla ona yaklaştı. Ateş düşürücüyü gösterdi, ardından içmesi gerektiğini belli eden hareketler yaptı. Kızın anlayıp anlamadığından emin olmasa da, ateşinin düşmesi için bunu içmesi gerektiğini biliyordu. Sonrasında kim olduğunu öğrenip ne yapacağına karar verebilirdi.
Ama zihninin derinliklerinde hâlâ kıpırdayan bir şüphe vardı — ve o şüphe, sessizce içini kemirmeye devam ediyordu.
Kıza ateş düşürücüyü verdikten sonra üzerine ince bir pike örttü. Pikenin altından sarkan sarı yağmurluk gözüne ilişince, onu giydirdiği anı hatırladı. Normal bir şeyler giydirse belki daha rahat olabilirdi ama yağmurluğu çıkartıp başka bir kıyafet giydirmeye yeltenememişti. Çünkü bakışları veya elleri kızın tenini bulduğunda kendini görünmez bir sınırı aşıyormuş gibi hissediyordu. Ve o sınırı geçmemek, hem onun hem de kız için daha doğruydu.
Hem üzerindeki yağmurluk en azından ıslak değildi. Bunu düşünürken, kendi kıyafetlerinin içini titreten soğukluğunu da iyiden iyiye hissediyordu. Eğer ateşlenmek istemiyorsa üstünü değiştirse iyi ederdi. Yatağın yanındaki dağınık giysi dolabından siyah bir tişört ve bol paça bir jogger pantolon çekip aldı. Banyoya ilerlerken, son bir kez uzanmakta olan kıza dönüp baktı.
Kapıyı ardından kapatıp musluğun vanasını çevirdi. İçeriyi dolduran suyun sesi banyonun fayanslarında yankılanırken, elleri lavabonun kenarlarına tutundu. Aynada kendine bakan adam, dünden bambaşkaydı. Vicdan azabı ruhunu sarmalamışken, içinden yükselen bir ses bağırıyordu:
“Sen bu değilsin!”
Sesi kulaklarında çınladı. Belki de denize düştüğü anda, gerçekten orada kalmalıydı. Masum birini gözünü bile kırpmadan zıpkınla vuran biri için, böyle bir son daha anlamlı olurdu.
Avuçlarını musluktan akan ılık suyla doldurup yüzüne çarptı. Ardından gömleğini kollarından sıyırdı, tişörtünü çıkardı. Islak kıyafetleri yere fırlatırken, boynundan süzülen damlalar banyonun ılık buharıyla birleşip kaslı vücudunun üzerinden kayarak göğsünden zemine damlıyordu. Aynaya yeniden baktığında, gözleri de bedeni kadar yorgundu. Yine de içini saran o karmaşık duygulara kıyasla, fiziksel varlığı hâlâ dimdikti. Ve bu da bir tür teselli sunuyordu.
Aynanın yanındaki havluya uzanıp yüzünü ve buharla nemlenmiş bedenini kuruladı. Havlunun yumuşak dokusu, omuzlarından beline doğru süzülürken bedenindeki gerginlik bir anlığına dağıldı. Lavabonun kenarında duran sepetin üzerine bıraktığı siyah tişörtü aldı. Kaslarının üzerinden kaydırarak geçirdi tişörtü. Ardından, ıslak pantolonunu sıyırdı; soğuk kumaş bacaklarından aşağı kayarken damlalar son kez tutunmaya çalıştı bedenine. Yanında duran kuru pantolona uzanıp bir çırpıda üzerine geçirdi. Ardından, yorgunluğunu da zeminde kalan ıslak kıyafetlerle birlikte geride bırakıp banyodan çıktı.
Tek isteği yatağa uzanmak ve bu geceyi geride bırakmaktı. Fakat gözleri, yatağın ucunda sessizce uyuyan kıza takıldığında elindeki havluyu usulca bir köşeye bıraktı. Sonra, derin bir nefes alarak odadan çıkıp holdeki dik merdivenlere yöneldi — uyumak için bodruma inmeye karar vermişti.
Aşağı indiğinde, taş duvarda eliyle lambanın düğmesini aradı. Düğmeye bastığında duvardaki aplik buğulu bir ışıkla odayı aydınlattı. Haki koltuğun ucundaki katlı battaniyeyi alıp koltuğa uzandığında bakışları, masanın üstünde açık halde duran günlüğe takıldı. Dün, sinirle masaya fırlatıp bıraktığı mürdüm kapaklı defter.
Bir an tereddüt etti, sonra uzanarak günlüğü eline aldı. Kapağında “Bir Avcı’nın Günlüğü” yazıyordu ama içindeki dudak uçuklatan satırları sadece iki kişi biliyordu: kendisi ve onu yazan Yavuz Karahan. Parmakları altın varaklı başlığın üzerinden geçerken hatıralar kalbini sızlattı.
Ailesinin izinden kopuk geçen çocukluğu gözlerinin önüne geldi. Kendini bildi bileli yetimhanedeydi; ailesine dair hiçbir şey bilmeden büyümüştü. Ta ki on sekiz yaşına bastığı yıla kadar. O yıl, eşyalarını toplamış ve üniversite yurduna gitmeye hazırlanırken, yetimhane müdürü “Ziyaretçin var” diyerek onu odasına çağırmıştı. Odaya girdiğinde, daha önce hiç görmediği takım elbiseli bir adamla karşılaştı.
Adam, Arat’a babası tarafından kalan mirası anlattı — ve geçmişine dair ilk ipuçları da böylece ortaya çıktı. Fakat babası tarafından geriye kalan hiç kimse olmadığını öğrendiğinde ise ikinci kez terk edilmiş gibi hissetti. Dahası, adam annesine ya da onun ailesine dair hiçbir bilgiye ulaşamadıklarını, hatta evlilik belgelerinin bile bulunmadığını söylemişti. “Peşinden sürüklenecek iz kalmamış,” demişti adam.
O gün duydukları Arat’ın dünyasını sarsmıştı. Ama asıl şoku, büyükbabasının günlüğünü okuduğunda yaşamıştı.
Günlüklere göre, baba tarafından gelen erkeklerin avcılıkla iç içe geçmiş bir geçmişi vardı. Fakat bu “avcılık”, alışıldık anlamda değildi. Günlükte “av” olarak geçen şey, mitolojik deniz kızlarıydı. Arat, bu satırları okurken ilk başta kahkahasını tutamamıştı. Her sayfa bir peri masalını andırıyordu. Fakat zamanla o kahkahaların yerini derin bir takıntı aldı.
İnanmakla inanmamak arasındaki ince çizgide savrulurken, toplumdan uzaklaşmaya başladı. Tam da bu dönemde tanışmıştı Tete’yle. Gerçekle hayal arasında kaybolmuşken, Tete onun elinden tutmuş ve onu denizle tanıştırmıştı.
Zamanla Arat, teknede geçirdiği saatlerde huzur bulmaya başlamıştı. Denizciliği öğreten, ona bir amaç veren de Tete olmuştu. Ama Tete’nin bu günlüklere dair hiçbir fikri yoktu. Arat, onu da kimseyi de bu sırrına ortak etmemişti. Çünkü anlatsa, kimse ona inanmazdı. Yaftalanırdı.
Tete sayesinde hayatına yeni bir boyut katılsa da, aklındaki o soru sönmemişti:
“Ya büyükbabam haklıysa?”
Bu fikir, Arat’ın denize olan ilgisini daha da körükledi.
Sonunda, kendine miras kalan şehirdeki evini satıp küçük bir balıkçı teknesi aldı. Günlüklerde geçen ipuçlarının peşine düştü. Turizm ofisindeki işi dışında kalan zamanlarda hep denizdeydi.
Deniz kızlarına dair kitaplar, efsaneler, hatta bazı akademik sayılabilecek makaleleri toplamaya başladı. Gizlice kendine bu konuya adanmış bir dünya kurdu.
Tekneyle denize açıldığı, sonra düştüğü… ve bir kızı zıpkınla vurduğu bugüne kadar, bu çift yaşam devam etmişti.
Ama şimdi… üst katta, bilinçsizce yatan bir kız vardı. Ve Arat kendine —belki de vicdanına— ne yapması gerektiğini sormaktaydı.
Birden doğruldu, günlüğü kucağına aldı. Sayfaları hızla çevirmeye başladı. Yıllar önce yalnızca merakla, gelişigüzel okuduğu bu metinleri şimdi ilk kez ciddiyetle tarıyordu. O zamanlar anlattıkları peri masallarından farksız gelmişti. Ama şimdi… belki bazı bilgiler işine yarayabilirdi.
Çünkü ne kadar bastırmaya çalışsa da, Baba Kayalar’da gördüğü şey… ona göre bir insan değildi.
Ve o “insan olmayan şey”, şu anda yukarı katta, onun evinde yatıyor olabilirdi.
İçi ürperdi.
Parmakları belirli bir sayfada durduğunda, satırları sesli okumaya başladı:
“Denizkızları, karada yürüyebilmeyi başardıklarında tenleri insana benzer; ama gözlerindeki soluk bakış onları denize bağlayan bir uyarı niteliğindedir.”
Arat, her kelimeyi okudukça kalbi daha hızlı atmaya başladı. Kızın gözlerini gördüğü o anı anımsadı — yastığa gömülü, soluk yeşil gözler…
İlk göz göze geldiklerinde içine oturan o tuhaf his şimdi bir anlam kazanıyordu. O bakışlarda, insana ait olmayan sessiz bir tını vardı.
Gözlerini sayfanın devamına kaydırdı:
“Karada bir yabancı gibi gezebilen bu bedenlerin tenleri ısınsa da ruhları soğuk kalır. Suda benliğini yitirmiş bu ruhlar, yalnız karaya ayak bastığında insancıl özellik gösterebilirler.
Fakat unutulmamalıdır ki, insan tenini üstüne giymiş bu yaratıklar duygudan yoksun birer canavardır.
Her kim bu canavarları insanla karıştırır ki, o kişi ölümün ağına yakalanmıştır.”
Arat’ın elleri soğuk terler dökerken parmakları sayfanın kenarını sıkıca kavradı. İçinde kıpırdayan suçluluk, yavaş yavaş başka bir şeye evriliyordu.
Bir tür açıklamaya… belki de bir tür teselliye.
Yazılanların gerçek olma ihtimali, acısına bir gerekçe sunuyordu.
Belki de…
Yaralarına pansuman yaptığı, evine kadar taşıdığı o kız — bir insan değildi. Düşüncesi bile kemiklerini titretti.
Ama ya gerçekten o bakıştaki yabancılık, sadece yabancılıktan değil… bir başka varlığa ait oluşundan kaynaklanıyorsa?
Ve eğer öyleyse…
Onu zıpkınla vurmuş olmanın verdiği suçluluk hissi — daha az yakıcıydı.
Arat, günlüğü dizlerinin üzerinden yavaşça alıp battaniyeyle birlikte haki koltuğun ucuna bıraktı.
Sayfalardan taşan o garip gerçekle, kendi nefesinin sesini bastırmaya çalışıyordu.
Küçük bodrum katı gitgide üzerine kapanıyormuş gibi hissediyordu. Belki de çıkıp biraz nefes almak iyi gelecekti. Tavandaki küçük pencere ise dışarıyla herhangi bir bağ kuramayacak kadar anlamsızdı.
Yukarı çıkmayı düşündüğü an, sırtından yükselen o soğukluk, omurgasından geçip bedenini sarstı.
Yukarıda bir şey vardı.
Gözlerini kapatıp her şeyin bir rüya olmasını dilemek istese de, bu rüyayı kendi elleriyle başlatmıştı. Ve şimdi, kendi evine getirdiği, belki de insan olmayan o varlığın karşısına tekrar çıkmak… korkunun yeni bir yüzünü gösterecekti ona.
Ama gitmeliydi.
Eğer başına açtığı bu belayı temizlemek, kafasındaki sorulara bir yanıt bulmak istiyorsa, başka seçeneği yoktu.
Ellerini pürüzlü duvar boyunca gezdirerek merdivenleri tırmandı. Açık kapıdan içeri baktığında, kız hâlâ bıraktığı gibiydi. Arat’ın içi, hafif de olsa rahatladı.
Ne kadar kendini komplo teorilerine kaptırmış olsa da, gözlerinin önündeki gerçek… kalbine daha ağır basıyordu.
Bakışları kızın üzerinden kayıp bir anlığına boşluğa daldı. Eğer gerçekten kitapta yazanlar doğruysa… bunu test etmenin basit, uygulanabilir bir yolu olmalıydı.
Su.
Onu suda hiç görmediğini fark etti.
Denizden kaleye, oradan da eve kadar birlikte gelmişlerdi ama denizdeyken… kız hiçbir yerde görünmemişti.
Eğer zihnindeki kurtları susturmak ve şüphelerini bir kenara bırakmak istiyorsa, yapması gereken tek şey vardı:
Onu suyla buluşturmak.
Fikir bir anda kafasında netleşti.
Kapının eşiğinden sessizce ayrılıp banyoya geçti. Musluğu açıp küveti doldurmaya başladığında, az önceki kararlılık yerini bir başka sese bıraktı.
“Saçmalama.”
Elini alnına götürdü.
“Bu kız bir deniz kızı değil. Vurduğun zıpkının etkisiyle belki de sadece bilinç kaybı yaşıyor.”
Durdu. Alnını ovuşturdu.
“Sen hâlâ neyin peşindesin?”
Yutkundu. Zihninde beliren düşünceler, birer birer alev alıyordu — ama bu ocağı hem harlayan, hem de kısmaya çalışan yine kendisiydi.
Birden elini tıpaya götürdü.
Kendine doğru çektiğinde, küvetin içindeki su minik bir girdapla akarak kayboldu. Ardından doğruldu, kapıdan kafasını uzatıp tekrar kıza baktı.
Alnında biriken boncuk boncuk terleri görmesi yetmişti. Ateşinin hâlâ düşmediğini anlamak için yanına gitmesine gerek yoktu.
Ve o anda… başka bir fikir geldi aklına.
Vicdanını rahatlatacak ve zihnindeki soruyu “eyleme” dönüştürecek kadar normal bir fikir.
“Ateşi varsa, soğuk bir duş iyi gelir. Değil mi?”
Banyoya dönüp küvetin kenarına oturdu. Elleri tıpayı bulup musluğu yeniden açtığında, zihninin içinde iki farklı Arat çatışmaya başladı.
Biri fısıldıyordu:
“Planını uygula. Küveti doldur. Kendi gözlerinle gör.”
Diğeri daha sertti:
“Zaten yapacağını yaptın. Zıpkınla yaraladığın biri için neden bu kadar ileri gidiyorsun?
Bu bir test mi senin için?
Yoksa sadece vicdanını rahatlatmak için bir bahaneye mi ihtiyacın var?”
Arat, başını yavaşça arkasındaki duvara yasladı.
Banyonun buharla dolmaya başlayan havasında, musluktan akan suyun sesiyle birlikte… kafasının içi de daha da kalabalıklaştı.
Tam o anda dış kapıdan tok bir ses duyuldu. Arat başını kaldırıp sese yöneldi. Odadan geçerken hızlı bir bakışla kızı kontrol etti. Kapı koluna uzanıp araladığında, Tete’nin gölgesi holün duvarına vuruyordu.
Kapıyı açtı. Omuz genişliğindeki açıklıktan dışarı çıkıp Tete’yle yüz yüze geldi.
“Tete?”
Tete’nin sesi yorgundu ama kararlı:
“Arat, neler oldu? Hasan Usta’yla Baba Kayalar’a kadar gittik peşinden. Tekneni terk edilmiş görünce arka taraftaki şişme botu kontrol etmek istedim. O da yerinde değildi. Fırtına bastırınca botla karaya çıktığını düşündüm… ama seni görene kadar bundan da emin değildim.
Şimdi seni karşımda görünce içim rahatladı.
İyi misin evlat?”
Arat bir an duraksadı.
“Şey… evet. İyiyim. Fırtına bastırınca botla çıktım,” dedi. “Sonra kalenin yamacından karaya yanaştım, ormanlık patikadan yürüyerek geldim.”
Sesi titriyordu.
Tete başını eğip gözlerine baktı.
“Demek botu kıyıda bıraktın ha?
İstersen senin için alayım. Araba yanımda, geçerken kıyıdan bağlar getiririm sabaha.”
Arat’ın çenesi belli belirsiz kasıldı.
“Yok yok, hiç gerek yok. Zaten fazlasıyla uğraştın bugün,” dedi aceleyle.
Tete’nin bakışları kapının aralığından içeriye kaydı. Belli belirsiz gelen bir su sesi duyuyordu.
Arat, kapıyı fark ettirmeden biraz daha örterek sesini bastırdı:
“Kusura bakma Tete, içeri davet edemeyeceğim. Uzun bir gece oldu. Sıcak bir duş alıp yatmak istiyorum.”
Tete bir an durdu, gözlerini ondan ayırmadan başını salladı.
“Evlat, Yakamoz’a ne olduğunu merak etmiyor musun?
Gecenin başından beri peşindeyiz. Nerede, ne oldu diye koşturuyorum. Sen ise sadece ‘uzun bir gece oldu’ diyorsun.”
Arat başını eğdi.
“Tekneni sahil güvenliğe bildirdik. Muhtemelen biz konuşurken kıyıya çekiliyordur.”
dedi Tete, sonra ekledi:
“Boşver… önemli olan senin sağ salim eve varman.”
Arat bir adım geri çekildi. Mahcup bir ifadeyle minnetle gülümsedi:
“Teşekkür ederim Tete. Her şey için. Ama özellikle… bu yaşta, gece gece peşimden koşturduğun için. Borçlandım sana.”
Tete gülümseyerek başını salladı.
“Demek bu adamı yaşlı buluyorsun ha?” dedi hafifçe omzuna dokunarak.
“Doğru söylüyorsun… geceden beri koşturuyorum. İyi bir uykuyu hak ettim, değil mi?”
Ardından yumuşak bir ses tonuyla ekledi:
“Botu da alırım diyordum ama… sen bilirsin.”
“Gerçekten sağ ol. Ama ben hallederim. Sen dinlen artık.”
Arat’ın sesi bu sefer daha içten çıkmıştı.
Tete, aracına doğru yürümeye başladı. Tam kapıyı açacağı sırada durdu:
“Yalnız içeriden bir ses geldi sanki. Yalnız değil misin?”
Arat boğazını temizledi.
“Suyun sesini duymuşsundur. Musluğu açık bırakıp gelmiştim. Kapatırım şimdi.”
Cümleler hızla ağzından döküldü.
Tete ona şüpheli bir bakış atsa da üstelemedi.
“İyi geceler o zaman, Arat.”
“İyi geceler, Tete.”
Arat, kapıyı kapattığında alnını usulca kapıya yasladı. Derin bir nefes aldı. Hızla atan kalbinin sesini göğsünde yankılanır gibi hissediyordu.
Alnını kaldırıp saatine baktığında, sabaha karşı dörde geliyordu.
Tete’yle yaptığı o kısa konuşma, onu bir anda gerçekliğe döndürmüştü. Rüya gibi geçen saatlerin ardından, sadece iki dakikalık bir muhabbet… nefes almasına yetmişti.
Banyoya yöneldi. Musluğu kapattı. Yarı dolu küvete göz gezdirdi. Birden, biraz önce çok mantıklı gelen tüm planları saçma göründü gözüne. Küveti öylece bırakarak odadan çıktı, merdivenlere yöneldi.
Bodruma indi. Koltuğun ucunda bırakmış olduğu günlüğü nazikçe alıp masanın köşesine yerleştirdi. Ardından battaniyeyi çekip koltuğa uzandı.
Kendine fısıldar gibi mırıldandı:
“Yarın… daha iyi düşünebilirim.
Şimdi… biraz uykuya ihtiyacım var.”
Kafasının içindeki sesler yavaş yavaş kısılırken, göz kapakları da aynı anda ağırlaştı.
Ve Arat, yarın zihninde temiz bir sayfa açmak üzere… kendini uykunun tatlı kollarına teslim etti.