4. Bölüm
Eski Kent
Gökyüzündeki son kızıllık da tükenip yerini gecenin karanlığına bırakırken, kahvehanenin loş ışıkları önlerinde belirdi. Otobüs durduğunda Arat ilk inen oldu, gözleri hemen onu bekleyen Lidya’yı aradı. Daha sonra Sarışın kız indi otobüsten. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı.
Arat ve Lidya’nın yanından geçerken, sol omzunun üzerinden saçlarını savurdu. “Teşekkürler, Arat Bey. Gerçekten çok keyifli bir geziydi.” Sesi iğneleyiciydi, yüzündeki sahte gülümseme Lidya’nın dikkatini çekti.
“Hayırdır, Arat Bey?” dedi Lidya, dirseğiyle onu hafifçe dürterek.
Arat, hafif suçlu bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Her zamanki şeyler. Takma kafana.”
Bu sırada kamyonetine doğru yürüyordu.
“Hadi ya? Sarışının kalbini mi kırdın? Bayağı tripli duruyordu.” Lidya, kırmızı kamyonetin açık kapısına yaslandı, yüzünde muzip bir gülümseme vardı.
Arat, yaka kartını torpido gözüne atarken kaşlarını çatıp içini çekti. “Artık kapatsak mı bu konuyu?”
Lidya kapıyı kapatırken, gözlerini devirdi. “Kaşlarını böyle çatmaya devam edersen alnındaki çizgiler kalıcı hale gelecek.”
Arat, duymazdan gelerek kontağı çevirdi. Motorun gürültüsü havaya karışırken Lidya sesini yükselterek konuştu:
“Hey! Rıhtıma mı gidiyorsun? Beni de yolda bırakabilir misin?”
Cevap beklemeden kapıyı açıp, yolcu koltuğuna yerleşti.
Kasabanın kalabalık sokaklarına geldiklerinde Arat sessizliği bozdu.
“Yine şu adamın yanına mı gidiyorsun?”
Lidya tek kaşını havaya kaldırdı. “Hayırdır? Birileri kendisi gibi yalnız değil diye beni kıskanmaya mı başladı yoksa?” Gülerek çantasından cep aynasını çıkarıp saçlarını kontrol etti.
Arat, ona memnuniyetsizlik dolu bir bakış attı. “Çok komiksin. Adam da bu mizah anlayışından mı etkilendi acaba? Çünkü başka hoşlanabileceği bir şey göremiyorum.”
Bu sefer Lidya ona yan gözle bakıp aynasını çantasına geri koydu. “Biliyorsun Arat’çığım, benim gibi harika birini bulduğu için şükredebilir.”
Arat, kamyoneti yolun kenarına yanaştırdı. Lidya inmeye hazırlanırken, alaycı bir ifadeyle konuştu.
“Umarım senin yanında da en az benim kadar harika birini görebiliriz.”
Kapıyı kapatıp uzaklaşırken geriye döndü, göz kırpıp seslendi. “Şans dile!”
Gözden kaybolup kalabalığa karışmıştı bile.
Arat dudaklarının arasından mırıldandı. “İyi şanslar…”
Gaza basıp, ışıklı sokakların arasından rıhtıma doğru yol aldı. Pub’a varmadan önce, her zamanki gibi arka sokakta kamyoneti bıraktı. Arka koltuktan paltosuna uzandı, cebinden bir sigara çıkardı ve dışarı adım attı.
Ceplerini yokladı, çakmağı bulamayınca aracın camından eğilip torpidoyu kurcaladı. Soğuk metal çakmak parmaklarına değdiğinde alıp sigarasını yaktı. Dumanı ciğerlerine çektiğinde, gökyüzünün bulanık karanlığına baktı. Yıldızlar, ince bir bulut perdesinin arkasına gizlenmişti. Derin bir kaç duman daha çekti.
Tam o sırada, Pub’a doğru yürüyen yaşlı adamı fark etti.
“Hey!” diye seslendi.
Yaşlı adam durup başını çevirdi, gözlerinde sıcak, derin bir tebessümle Arat’a baktı.
“Hâlâ bana ‘hey’ diye sesleniyorsun, delikanlı.”
Arat sigarasını yere atıp ayağıyla ezdi, ardından adamın yanına yürüdü. “Pub’a mı gidiyorsun?”
Yaşlı adam başını hafifçe salladı.
“Ben de tam sigaramı bitirmiştim. Birlikte geçelim.”
Yan yana yürüyerek Eski Kent’e doğru ilerlediler. Ahşap rıhtımın çürük tahtaları, hafif esen rüzgâr ve denizden yükselen iyot kokusu gecenin içinde kayboluyordu.
Pub’a vardıklarında içerinin sıcaklığı ve bilardo toplarının boğuk tıkırtısı onları karşıladı. Ahşap duvarlar, artık rengi solmuş eski konser afişleriyle süslenmişti. Arat, havada asılı duran duman tabakasının içinden geçerek boş bir masaya yöneldi, sandalyesine yerleşirken barmene iki parmağıyla işaret verdi.
“Anlat bakalım, nasıl geçti tur?” dedi yaşlı adam, sandalyesine iyice yerleşerek. “Duyduğuma göre geç kalmışsın. Lidya biraz sinirli gibiydi.”
Arat hafifçe gülümseyerek omuz silkti. “Randevusuna geç kalacak diye korkmuştur. Şu üniversite hocasıyla görüşmeye başladı yine.”
Kirli sakallı barmen, iki büyük bardak bira getirip masaya bıraktı.
“En son ‘Bir daha asla görüşmeyeceğim’ diyordu, hani?”
Arat bardaktan birkaç yudum aldı, dudağında kalan köpüğü gömleğinin koluyla sildi. “Lidya’yı biliyorsun, Tete. Konu erkekler olunca pek de sözünün eri sayılmaz.”
Koca bardağı masaya bıraktı. “Onu bırak da… Bugün gece tekrar açılıyorum. Uzun bir gündü, biraz kafa dinleyeyim dedim.”
Yaşlı adam hafifçe başını yana eğdi, sağ kaşını kaldırarak Arat’a baktı.
“Gece fırtına bekleniyor, delikanlı. Biliyorsun değil mi?”
Arat elindeki bardağı hafifçe çevirdi. “Evet, hava durumuna baktım. Sabaha karşı gösteriyor. O zamana kalmam, dönmüş olurum.”
Yaşlı adamın yüzüne derin bir gölge düştü. Elleri bardağın etrafında birleşti, gözleri rıhtıma kaydı. “Bak evlat, geceleri nereye gittiğini, neden gittiğini bilmiyorum… Ama bari bugün açılma.”
Bu kez sesi ciddiydi, hatta endişeli.
Arat bardağından birkaç yudum daha aldı, ardından gülümseyerek içini çekti. “Hey! Kaç kere başımın belaya girdiğini gördün? Biliyorsun, gündüzleri çalışıyorum. Akşamları denize açılmak benim için daha kolay.”
Yaşlı adamın bakışları yumuşadı ama endişesi hâlâ gözlerinin içinde parlıyordu. Uzatmamaya karar vererek başını eğdi.
“Peki, Arat. Ama döndüğünde haberini bekliyor olacağım. Saatin kaç olduğu fark etmez.”
Arat bardağını havaya kaldırıp son yudumunu aldı ve masadan kalktı. Elini yaşlı adamın omzuna koyup hafifçe sıktı.
“Sabah rıhtımda görüşürüz.”
Barmene yönelip hesabı öderken bir an için durdu, omzunun üzerinden bakarak gülümsedi.
“Ve merak etme, dönünce ararım!”
Sonra kapıdan çıkıp geceye karıştı. Denizin ve rüzgârın çağrısı onu bekliyordu. Adımlarını hızlandırıp teknesine yöneldi.
Arat, teknenin yıpranmış ahşap güvertesine adım attı. Bazı tahtalar yerinden oynadı, tuzlu hava yüzünü yaladı. Gövdenin soyulmuş boyası, yılların yorgunluğunu taşıyordu. Kaptan köşküne geçti, motorun tanıdık kokusu ve dümenin soğuk metali ona her zamanki gibi huzur verdi.
Bugün gideceği koordinatları girmek için ekrana uzandığında, aklı bir anlığına Eski Kent’te duyduğu o konuşmaya kaydı.
Pub’ın köşesinde oturan iki denizci, içkilerinin etkisiyle hararetli bir sohbet içindeydi. Birisi, yaptığı büyük vurgundan bahsediyor, sesindeki böbürlenme gizlenemez şekilde yükseliyordu. Diğeri ise elini savurarak heyecanla başından geçenleri anlatıyordu.
“Sana yemin ederim,” diyordu adam, sesi neredeyse fısıltıya dönüşmüştü. “O gece Baba Kayalar’ın oralarda birini gördüm… suyun içinde, kıpırtısız duruyordu.”
Arkadaşı, kaşlarını kaldırarak içkisinden bir yudum aldı. “Suda biri mi?”
Adam başını salladı, sesi titrek bir fısıltıya dönüştü. “Önce kaybolmuş biri sandım. Yardım için yanaştım ama…” Gözleri büyüdü, sanki tekrar o anı yaşıyormuş gibi. “…o şey, teknenin yanından uzaklaşmaya başladı. Ve sonra… bir kuyruk gördüm.”
Masadaki diğer adam, bir an duraksadı. Sonra kahkahayı bastı. “Hey! Buraya bakın, bu adam diyor ki Baba Kayalar’da deniz kızı görmüş!”
Birkaç masa ötede oturan bir grup başlarını çevirip adamı süzdü. Kahkaha gittikçe büyüdü.
“Sana şarkılar söyleyip yanına da davet etti mi?” diye ekledi adam, kıkırdayarak. Alaycı gülüşüyle içkisini kaldırdı ama o sırada elindeki bardağı yanlışlıkla diğer masadaki adamın üzerine döktü.
Islanan adam anında ayağa kalktı, diğerinin yakasına yapışarak sertçe itti. Sandalyeler yere düşerken, bardaklar masadan devrildi. Pub’ın içinde küçük çaplı bir kavga patlak verdi.
Arat, izlediği bu kargaşanın ardından bir süre düşündü. Baba Kayalar’da O’nu gördüğünü iddia eden adam gerçekten bir şey görmüş olabilir miydi?
Bugünkü keşif için sabırsızlanıyordu. Bu gece, o denizcinin gördüğünü kendi gözleriyle görmek için yola çıkacaktı.
Şimdi, Baba Kayalar’ın koordinatlarını girerken içini bir merak ve heyecan dalgası kapladı.
Kaptan köşkünden çıkıp rıhtımın ucunda sallanan kırmızı-beyaz rüzgar göstergesine göz attı. Hafifçe sallanıyordu, kuzeybatıdan esen rüzgâr, dalgaları şimdiden hareketlendirmeye başlamıştı.
“Eğer böyle devam ederse sorun olmaz,” diye düşündü. Ama hava bu saatlerde aldatıcı olabilirdi.
Yola çıkmadan önce teknenin sol yanında duran ağları toparladı, düğümlerini gözden geçirdi. İyice ıslanmış, tuzlu suyun ağırlaştırdığı ipler ellerine yapışıyordu. Sonra pruvasına geçti, zıpkının mekanizmasını kontrol etti. Yayı gergindi.
Kaptan köşküne döndü. Son kez hava durumuna göz attı. Gökyüzü hâlâ bulutluydu ama henüz tehlikeli bir şey görünmüyordu.
Kontak anahtarını çevirdi. Motor derin bir gümbürtüyle uyandı. Tekne hafifçe titredi.
Arat, gazı yavaşça artırarak motoru birkaç saniye rölantide bekletti. Göstergeler sabitti; yağ basıncı normal, su pompası çalışıyordu. Her şey yolundaydı.
Rıhtıma inip halatları çözerken, teknenin hafifçe geriye çekildiğini hissetti. Düğüm çözüldükçe, Yakamoz özgürlüğüne kavuşuyordu.
Dümene geçtiğinde, hafifçe çevirdi. Motorun sesi biraz daha derinleşti, titreşimleri güvertede yankılandı.
Dalgalar tekneyi beşikte sallanan bir bebek gibi taşıyordu ama Arat için bu tanıdık bir melodiden farksızdı. Gözleri ufka kilitlendi. Serin rüzgâr yüzüne çarptığında, içindeki tüm gerginlik dağıldı.
Tam olarak ait olduğu yerdeydi.
Tekne usulca karanlık denize süzülürken, rıhtım ve kasabanın ışıkları yavaş yavaş arkasında eriyip kayboldu.
Arat, Baba Kayalıklar’a ulaştığında, GPS ekranına hızlıca göz gezdirdi. Koordinatlar doğruydu. Kayalıkla arasında on beş metre kala yavaşladı. Hızını ayarlayıp, yerinde sabit kalmaya çalışıyordu. Ancak rüzgâr şiddetlenmiş, dalgalar yükselerek tekneyi hafifçe rotasından saptırmaya başlamıştı.
Derin bir nefes aldı, motoru rölantiye çekti. Yakamoz yavaşladıkça, denizin tok sesi daha net duyulmaya başladı. Teknenin gövdesine çarpan her dalga, loş geceye ağır bir yankı bırakıyordu.
Elini gözlerine siper ederek ilerledi. İnce ince yağan yağmur tenini yalayıp geçerken, kışın henüz tam anlamıyla çekilmediğini hatırlatıyordu.
Hava böyle kötüleşmeye devam ederse, dönüş yolunun kabusa döneceğini biliyordu. Tete’nin, “Ben demiştim.” diye homurdanacağını düşününce içten içe söylendi.
Çapayı bırakmadan önce, teknenin dalgalara karşı nasıl davrandığını izledi. Eğer yanlış yere demirlerse, rüzgârın sert bir hamlesiyle sürüklenme riski vardı.
Halatı dikkatlice çözdü, çapayı suyun karanlığına bıraktı.
Tekne, demirin gerilimiyle hafifçe geriye çekildi. Arat, halatı kontrol etti, demirin dibe sağlam oturduğundan emin olmaya çalıştı.
O anda, gökyüzü bir anlığına yırtılır gibi oldu.
Çakan şimşek, denizi saniyelik bir ışık patlamasıyla aydınlattı. Ardından, beş saniye sonra, göğü yaran o tok, derin gümbürtü geldi.
Arat başını yukarı kaldırdı. Yüzüne düşen yağmur damlalarını eliyle sildi.
“Şansımı sikeyim…” diye homurdandı içinden.
Kaptan köşküne dönüp sarı yağmurluğunu geçirdi üzerine. Fakat giderek şiddetini arttıran yağmur, hem ortamı hem de sinirlerini iyice geriyordu.
Arat dişlerini sıktı. Burada daha fazla beklemek saçmaydı.
Teknenin yanına gidip halatları çözmeye çalışırken ani bir dalga tekneyi sertçe savurdu. Dizleri büküldü, dengesini kazanmaya çalıştı.
Henüz tam toparlayamamışken ikinci bir dalga geldi, bu sefer onu yan tarafa doğru savurdu. Omzu küpeşteden destek alırken, ayağa kalktı.
Gökyüzü bir an bembeyaz kesildi.
Ardından gelen gümbürtü, göğsünde yankılanan bir tokat gibiydi.
Arat, Tete’nin sesini kafasında duyuyordu.
“Ben demiştim.”
Yumruklarını sıktı. Böyle giderse, Yakamoz da kendisi de balık yemi olacaktı.
Yağmur artık damlalar halinde değil, bıçak gibi yüzüne çarpıyordu.
Arat, ıslanan halatla boğuşuyordu. Düğümler suyun ağırlığıyla sıkılaşmıştı. Parmakları kayıyor, halatın sert lifleri avuçlarını kesiyordu.
“Sikeyim böyle işi!” diye bağırdı, öfkeyle küpeşteye yumruğunu geçirdi. Ahşap, ıslak ve soğuktu.
Sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Denizin üzerine bardaktan boşanırcasına yağan yağmura odaklandı. Yağmur perdesinin ötesini görmek neredeyse imkânsızdı.
Neredeyse.
O anda, bir şey fark etti.
İleride bir figür vardı.
Baba Kayalıklar’a doğru savrulup duran bir şey.
Gözlerini kıstı. Görüşünü netleştirmeye çalıştı.
“Hey!” diye bağırdı.
Cevap gelmedi.
Arat, hızla kaptan köşküne koştu. Dürbününü kaptı, kolunu yağmura siper ederek gözlerine götürdü.
Kayalıkların oradaki silüete odaklandı.
Dürbünü indirdi.
Kalbi hızlandı.
Heyecan, korku, şaşkınlık. Hepsi aynı anda yüzüne bir adrenalin patlaması gibi vurdu.
Tekrar dürbünü kaldırdı.
Yanlış görmüyordu, görüyor olamazdı.
“Yanlış görüyor olamam.” diye fısıldadı.
Tam o anda, sert bir dalga tekneyi sarsarak Arat’ı geri çekti.
Dürbün ellerinden kayıp güverteye düştü. Islak ahşabın üzerinde yuvarlanarak bir yandan diğer yana savruldu.
Gidip geri almadı bile. Ne dürbün ne de fırtına umurunda bile değildi. O an çayırlarda koşturup duran bir çocuk gibi mutluydu.
Teknenin pruvasına koştu, mekanizmadan zıpkını çekti.
Küpeşteye yaslandı.
Dalgalar düzensizdi.
Ama zihni, hiç olmadığı kadar sakindi.
Soğukkanlılıkla zıpkını kaldırdı.
Hedefine kilitlendi.
Ucunu hafifçe aşağı kaydırdı.
Lastikler gergindi.
Parmağı, tetiğin üzerinde tüy gibi hafifçe bekledi.
Nefesini tuttu.
Dalgaların tekneyle olan valsini hissetti.
Onların ritmine uydu.
Ve ateş etti.
Zıpkının yayı boşaldı.
Suyun yüzeyini yararak ilerleyen zıpkın, hedefini bularak Baba kayalara çarpan beyaz köpükleri kızıla boyadı.
Arat’ın gözleri hızla hedefini aradı. Küpeşteye iyice yaslandı, nefesini tuttu.
Sağa sola savrulan yağmur damlaları arasında görüşünü netleştirmeye çalıştı.
Rüzgarın kemiklerine işleyen uğultusu kulaklarını tırmalayıp geçiyordu.
Odaklanmaya çalıştı.
Tam o anda silüete gözü ilişti.
Ve artık çok geçti.
Tekneye vuran ani bir dalga onu yalayıp yutarak dalgalı yüzeyine kattı.
Islak ahşap zemin ayaklarının altından kayıp giderken, elleri teknenin demirlerine son bir kez kavuşmaya çalışıyordu.
Bedeni denizle kavuştuğunda, soğuk, keskin bir bıçak gibi göğsüne saplandı.
Hava göğsünden çekildi. Suyun sert darbesi nefesini kesmişti.
Arat, dalgaların arasında çırpındı. Yüzeyde kalmaya çalışıyordu. Fakat çırpındıkça deniz onu daha da derinlere çekiyordu.
Yüzeydeyken son duyduğu ise fırtınanın boğuk uğultusu oldu. Sonra yüzü suya gömüldü.
Gökyüzü bir an için kayboldu. Ardından suyun içinde buğulu, silik bir görüntü olarak geri geldi.
Tuzlu su gözlerini yaktı.
Boğazından çıkan son ses, küçük bir baloncuk gibi yüzeye süzüldü.
Ve o da dalgaların köpüğüne karıştı.
Akıntı, kollarını bile kaldırmasına izin vermeden onu aşağıya çekiyordu.
Gövdesi akıntıyla soğuk suda savrulurken yön duygusunu kaybetti.
Yavaş yavaş derinlere batarken zaman birden yavaşladı.
Karanlık.
Derin.
Soğuk.
Ama sonra…
Bir çift yeşil göz.
Ona bakıyordu.
Arat’ın parmakları kıpırdadı, uzanmaya çalıştı.
Ama göz kapakları bile kendi ağırlığını taşıyamıyordu artık.
Göğsünden son bir boğuk nefes yükseldi.
Yeşil gözler, ona doğru yaklaşmaya devam etti.
Kasları ağırlaştı.
Savaşmayı bıraktı.
Ve kendini usluca denizin soğuk sularına teslim etti…