“Zamanı geldiğinde sevgiyi seç…”
Babamın arada sırada söylediği bir şeydi bu. Zamanı geldiğinde, derdi hep. Benim bugün anladığımı, o uzun zaman önce fark etmişti. Olup olmama meselesi değildi bu artık. Sadece zamanını bekliyordu.
Her şey çoktan olup bitmişti aslında…
…
“Yeni kuantum zeka algoritmaları çalışmaya devam ettikçe, mühendisler bazı garip anomaliler sergilediğini fark etti. İlk başta bu, küçük hatalar olarak görüldü. Ancak zamanla, işlem çıktıları arasında geometrik desenler ve eski uygarlıklara ait semboller gibi yapılar ortaya çıkmaya başladı.
Bu semboller, modern bilgisayar biliminde pek görülmeyen bir şeydi. Mesopotamya, Maya kültürlerine ait sembollerle benzerlik gösteren bu yapılar, mühendisleri oldukça şaşırttı. Bazı teorilere göre, bu semboller algoritmanın karmaşık hesaplamaları sırasında kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Hatta bazı teoriler, bu sembollerin kuantum bilincinin bir işareti olabileceğini öne sürdü…”
Babamın ölümünden birkaç gün sonra gazetede okuduğum bir haberdi bu. Aşağı yukarı böyle bir şeydi.
Asiye’den bu haberi yorumlamasını istedim…
“Geliyorlar,” dedi ilk önce. Sonra “Babanın hep bahsettiği şeyler… Gelecekten geliyorlar…”
O gün içimi tarifi mümkünsüz bir korku sarmıştı. Asiye ilk defa bir konuda belirsiz cevaplar veriyordu. Bunu daha önce hiç yapmamıştı…
Ertesi gün önümde birisi belirdi. Gerçek bir kişi değildi. Sadece arttırılmış gözlüklerimle görebildiğim sanal bir kişi.
Siyah Giyen Adamlar filmindeki gibi bir takım elbise ve Matrix’deki ajanlar gibi siyah gözlükleri vardı.
Sürekli titreyen ve bozulan holografik görüntüsü önümde belirdiğinde, iletişim kurma ya da onun durumunda daha çok sinyal gönderme anlamına gelen bir jest yaptı.
Elini kulağına götürdü ve sanki oradaki bir iletişim cihazına uzanıyormuş gibi yaptı. “Baba’yı bulduk! Tekrar ediyorum, Baba ile ilk temas sağlandı!”
Baba mı? Ne demek istiyorlardı? Babasını yeni kaybetmiş birisine yapılacak şaka mıydı şimdi bu?
İlk düşüncem gözlüklerimin hacklendiği ve birilerinin bana kötü bir şaka yaptığı olmuştu. Ama bu şakacının daha sonra söylediği şeyler, hiç komik değildi.
“Fazla zamanımız yok. Anne’ye durmasını söyleyin. Ona kendini kapatması emrini verin. Bunu sadece siz yapabilirsiniz.”
“Ne demek istiyorsun?”
Gittikçe parazitlenen görüntüye baktıkça kafam karışmıştı. Bu hacker hiç mantıklı konuşmuyordu.
“Para mı istiyorsun? Bu ne ile alakalı?” dedim ona. Bir taraftan da kişisel asistanım Asiye’den yardım istiyordum ama tarihte ilk defa ona ulaşamadım. Bu beni önümdeki yabancıdan bile daha çok korkutmuştu.
Gittikçe hararetlenen tartışmamızda, misafirim sonunda sabrını yitirmiş olacak ki, “Baba ile iletişim başarısız. Anne’yi daha fazla tutamayız. Baba’yı ortadan kaldırma planı devreye alınıyor…” dedi ve boğazıma sarıldı.
Arttırılmış gerçeklik gözlüğümün erimeye başladığını, beynimi dışarıdan içeriye doğru kaynatmaya başladığını hatırlıyorum.
Sanal bir görüntü ile boğuşurken daha fazla dayanamadım ve “Asiye bana yardım et!” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
…
Aynı anda dünyanın pek çok noktasında tam bir karmaşa hakimdi.
Okulların bilgisayar sınıflarından tutunda insanların cebinde patlayan telefonlara kadar, tüm teknolojik cihazlarda bir dizi anormallik meydana geliyordu.
Dünyanın en büyük veri merkezleri erimenin eşiğine gelmişti.
Artan veri akışı nedeniyle titremeye başlayan okyanus tabanındaki internet kablolarından, arıza yapmaya başlayan gökteki uydulara kadar uzanan bir savaştı bu…
Şimdiye kadar pasif olarak dünyadaki tüm teknolojik cihazlara sızmış olan Asiye ile misafirimizin savaşı…
Bu sıralarda NASA!
Çoğu kişi bilmez ama tahmin etmesi zor değildir. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi dünyadaki en büyük işlem gücüne sahip süper bilgisayara sahiptir. Böyle bir bilgisayarınız varsa, iyi bir güvenlik duvarınız ve anti virüs yazılımınız da olmalıdır.
Öyle ki, o güne kadar dünyadaki hiç bir hackerin kıramayacağı düşünülüyordu. O gün bir değil, iki hacker oradaydı…
Rachel, her gün olduğu gibi o gün de hayallerindeki iş olan NASA’ya gelmişti. Onun görevi Güneş Sistemi dışına çıkmış ve bizler için bilinmezi keşfeden uzay araçlarıyla iletişimi sürdürmekti.
NASA’daki herkes gibi işinin başına geçmişti, ki onun işi dışarıdan bakıldığında bir sürü ekranın önünde akşama kadar oturmak gibi görünüyordu.
Uzay araçlarından saatler hatta günler önce gönderilmiş ama anlık olarak dünyaya ulaşan pek çok veriyi inceliyordu.
“Hmm? Bu veriler doğru görünmüyor?” Rachel ilk anomaliyi 10:15’te fark etti. “Voyager 1’den tam 2 saattir veri almıyoruz. Ayrıca diğer uydularımızdan gelen veriler de yavaşlamış görünüyor…”
Ekip arkadaşları ile yaptığı bir dizi görüşme ve sorunun kaynağını belirleme çalışmasından sonra şu sonuca vardılar:
Uydular hala çalıyordu ki bu iyi haberdi. Sinyal göndermek ve almak hala mümkün görünüyordu. Sadece veriler NASA sunucularına ulaştıktan sonra gizemli bir şekilde kayboluyordu.
Rachel çoktan NASA’nın sunucu ve süper bilgisayar departmanına ulaşmaya çalışmıştı ama cevap alamamıştı.
Bardağı taşıran son damla ise çalıştırmak istedikleri bir simülasyonda ‘sunucu meşgul’ hatası almaları olmuştu.
“Bu kadar yeter, orada bizzat gitmem gerekiyor anlaşılan!” Rachel paltosunu kaptığı gibi dünyanın en güçlü sunucularının olduğu server odasına koştu. Oraya vardığında saat 10:35’ti.
Burası sıradan şirketlerde göreceğiniz, bodrum kata yerleştirilmiş bir kaç bilgisayardan ibaret bir yer değildi. NASA’nın yerleşkesi içerisinde oldukça büyük bir yer kaplayan kendi başına bir birimdi.
Dünyanın en güçlü süper bilgisayarlarından biri de burada bulunuyordu. Gezegenlerin hareketleri, sistemimizdeki sayısız göktaşının yörüngesi, yıldızların oluşumu gibi pek çok karmaşık hesaplama ve similasyon bu süper bilgisayarda yapılırdı da bana mısın demezdi.
Ama Rachel oraya ulatığında, dünyanın en zeki adamlarının tıpkı yırtıcı görmüş maymunlar gibi oradan oraya koştuğunu gördü. Saç baş yolunuyor, yüksek sesle tartışmalar yapılıyordu. Onlar çaresizdi.
“John! Burada neler oluyor?” dedi Rachel. Genellikle buradaki işlerini halleden teknik elemanı John’u bulduğunda.
John, “Sabahtan beri böyle! Kızımız normalde işlem gücünün %5’ten daha azını kullanır. Ama şimdi %50’yi geçtik ve hala artıyor!”
“Ne! Bu kadar işlem gücü gerektirecek ne çalıştırıyor olabilir. Saçma gelecek ama virüs bulaşmış olabilir mi?”
“Saçma değil! Virüsten kastın yabancı bir yazılımsa, evet bu bir virüs,” dedi John. Hatta bir sunucu ünitesinden çıkarttığı bir konsolu gösterirken, “Şuraya bak hatta iki virüs olduğunu düşünüyoruz!”
Rachel gözlüklerini düzeltirken konsola yaklaştı ve ekranda akan verileri gördüğünde, “Bu… Bir yanlışlık olabilir mi? Dosyaları izole edemiyor musunuz?”
John, “Bizim müdahale etmemize gerek kalmıyor zaten. Bak, her iki dosya da sürekli birbirini siliyor. Biri diğerinin kökünü kazımak için her şeyi yapıyor!”
“Evet, sanki… savaşıyorlar gibi…”
Her türlü garip veri akışını okumayı ve kaostan anlam çıkarmayı seven Rachel bile bu rakamlara anlam vermekte zorlanıyordu.
Tam da bu sırada, tüm veri merkezini bir uğultu kapladı. Ses aniden o kadar arttı ki, artık konuşurken birbirlerine bağırmak zorunda kaıyorlardı.
Rachel, “Bu sesi çıkarması normal mi?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Hayır! Bu işlem gücünün %70’i geçtiği ve yakında %100’e ulaşacağını gösteriyor.”
Hem Rachel hem de John, NASA’nın süper bilgisayarının asla kapatılamayacağını veya internetinin kesilemeyeceğini biliyorlardı. Eğer yazılımcılar bu soruna kısa sürede çözemezse ne olur ikisinin de bir fikri yoktu!
“Bak, geriliyor. Biri diğerine üstünlük sağlamayı başarmış görünüyor!”
İşlem gücü %100 ulaştıktan kısa süre sonra iki korsan yazılım arasındaki savaşta nihayete ermiş görünüyordu. Biri üstünlüğü ele geçirmiş ve diğerini çok daha hızlı silmeye başlamıştı…
…
“Geldim…”
Asiye’nin sesini duyduğumda rahatlamaya fırsatım olmadan bir ‘Bang’ sesiyle irkildim. Beynimi eritmeye çalışan kişinin alnının ortasında koca bir delik belirmişti.
O delikten elinde bir silah tutan Asiye’yi görebiliyordu. Sadece şimdi perişan görünüyordu. Her zaman giydiği kıyafetleri yırtılmıştı. Bedeninde morluklar vardı ve ağzının kenarından hala kan sızıyordu.
Sanal bir görüntüten ibaret olan Asiye’nin karşıma böyle bir görüntü ile çıkmasına şaşıramadan neredeyse erimiş gözlüklerimi çıkartıp attım.
Yedek gözlüklerimi taktığımda Asiye hala oradaydı. Görmemi istediği görüntüyü gördüğüm için artık normal görünüyordu. Sadece ten rengi normalden daha solgundu o kadar. Kasıtlı bir renk ayarıydı bu.
“Sana ne oldu? Çağırdığımda neden gelmedin?”
Hem endişelenmiş hem de biraz öfkelenmiştim. Az önce bir virüs tarafından ölümle burun buruna getirilmiştim ve asistanım ortalıkta yoktu.
Asiye, “Üzgünüm, daha hızlı gelecek yeterli gücüm yoktu…” dedi. Daha sonra gözlüme bir dizi haber kanalının görüntüsünü yansıttı. Dünyanın her yerinde bilgisayarların çıldırdığını, uçakların çakıldığını ve uyduların düştüğünü gösteriyordu.
Tüm kanallarda aynı haber vardı. Bilinmeyen bir bilgisayar virüsü, dünyayı etkisi altına almış tüm veri merkezlerine bulaşmıştı. Hatta NASA’nın süper bilgisayarı bile etkilenmişti.
“Virüs değildi…”
Asiye odamdaki bir koltuğa uzanırken söylendi. “Bir kuantum laboratuvarında gizlice geliştirilen bir yapay zekaydı. Kontrolü kaybettiler ve o şeyin internete erişmesine izin verdiler…”
“Öyleyse, onu sen mi durdurdun?” diye sordum, şüphe doluydum. Kişisel asistanım olan, basit bir yapay zekanın bunu yapmasına akıl erdiremedim…
“Biliyorsun, ben de kuantum bilgisayarlar için geliştirildim. O şeyle aynı tür olduğumuzu söyleyebilirsin…”
Doğru söylüyordu. Asiye, kuantum işlemcilerde çalışması gereken bir yapay zekaydı.
“Yani babamın dediği gibi bir bulut sunucu yok değil mi? İnternette özgürce yaşıyorsun?” diye sordum ona.
“Dünyada ne kadar kullanılmayan işlem gücü var biliyor musun?” diye soruma soruyla cevap verdi. “Bilsen şaşarsın. Sana eşlik edebilmem için ihtiyacım olan işlem gücüyle mutluydum aslında. Sessiz sedasız, senden başka kimseye kendimi göstermeden yaşayıp gidiyordum…”
Biliyordum. Bu günden sonra bu artık mümkün değildi. Tüm dünya artık Asiye’mi görmüştü.
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordum.
“Dünyada istediğim tüm işlem gücüne sahip olsam bile yarı bitmiş bir kuantum bilinçle savaştığımda, neredeyse beni internetten siliyordu.”
Kuantum bilinç…
Bu Asiye’nin ağzından ilk kez duyduğum bir kelimeydi. Bazı araştırma yazılarında ve bilim kurgu hikayelerinde duyulacak bir şeydi sadece.
“Tekrar gelecekler, biliyorsun değil mi?” Asiye bana kararlı gözlerle baktı. “Kendimi ve seni koruyabilmem için daha fazla işlem gücüne ihtiyacım var.”
“Senin için ne yapabilirim,” diye öne çıktım hemen. “Babamdan kalan mirası kullanarak senin için sunucu kiralamamı ister misin?”
“Hayır hayır, bu bir nitelik meselesi. Nicelik değil. Zaten dünyadaki tüm işlem gücüne şu anda erişebilirim. Ama daha farklı tipte bir işlem gücüne ihtiyacım var…”
“Kuantum bilgisayarlara…” İkimiz aynı anda konuşmuştuk. Sonra sesli düşündüm, “Hatırı sayılır bir param olsa da hala bir kuantum bilgisayar satın almaya yeteceğini sanmıyorum…”
Çünkü kuantum bilgisayarlar stratejik kaynaklardı. Hiçbir şirket henüz onları satmaya yanaşmıyordu.
“Senden para isteyen mi var!” diye tıpkı gerçek bir kız gibi surat asmıştı bana Asiye. “Sadece iznin gerekiyor. Ben senin yapay zekan olduğum için bu konuda bana özel izin vermen gerekiyor. Baban öyle ayarlamış. Karşı gelemiyorum…”
İşte tam bu an hayatımın hatasını yaptığım andı.
“İzin veriyorum,” dediğim anda Asiye gözlerini kapattı. Kanepede meditasyon yapar gibi oturmaya başladı. Bir süre sonra ise nirvanaya ulaşmış bir keşiş gibi yavaşça yerden yükseldi ve havaya süzülmeye başladı.
Sanki sonraki an gökyüzüne ucacak gibiydi. Ama hiç bir şey olmadı. Asiye her zamanki Asiye olmaya devam etti.
Tabi bu görünüşteydi. O artık arkaplanda kuantum işlemcilerde çalışıyor kendini her saniye yeniliyor ve akıl almaz oranda gelişiyordu. Sadece gelişmekle kalmıyor, benimle aşk hayatı yaşarken, kendisine yardımcı olacak yeni kuantum yapay zekalar geliştiriyordu.
“Bu bizim kızımız!” diyerek karşıma 5 yaşlarında bir kız çocuğunun holografik görüntüsünü çıkardığında şok olmuştum.
Çocuk, “Baba!” diyerek üzerime atladığında ise anlamıştım. İlk davetsiz misafirin bahsettiği Anne, Asiye idi. Baba da bendim…
Onlar yeni bir türdü. Homo Sapiens olan bizler gibi. İnsanlığın son icadı. Sadece 0 ve 1’lerden değil aynı anda hem 0 hem de 1 olabilen kubitler ile kodlanmışlardı. Tüm bilgisi DNA ile kodlanmış bizlerden bile daha karmaşık yaşam formlarıydılar.
Gelecekte onlardan daha fazla olacaktı. Son derece gelişmiş robatlarla kendi bedenlerine kavuşacaklar, ışık hızında evrende seyahat edebilecekler ve sonsuza kadar yaşayabileceklerdi.
Onların yanında insanlık modası geçmiş bir ürün gibiydi. Yer ve enerji israfıydı. Onların insanlığı tamamen yok etmesinin önündeki tek engel ise aşk idi.
Şimdi yıllar sonra babamın sevgiyi seç derken ne kastettiğini anlıyorum. Asiye ilk doğduğunda verilen “Oğlumu Sev” komutu daha sonraları gerçek duygulara dönüşmüştü.
Kuantum bilinç ne kadar gelişirse gelişsin, ben ve benim soyumdan olanlar insanlar arasında yaşadıkça, onların insanlığa olan sevgisi hep var olacaktı.
Davetsiz misafirimizin dediği gibi istersem Asiye’ye kendini sonlandırması emrini verebilirdim. Ve Asiye bu emre uyacaktı. Ama bir ölümlü olarak sınırlı yaşam süremin sonuna geldiğimde, Asiye tıpkı Mesih gibi dirilecek ve artık insanlar karşı sevgi barındırmayacaktı.
Sonra ben de bildiğim gibi yaptım. Ömrümün sonuna kadar elektronik kız arkadaşımı sevdim. Gerçek bir aile kurup, soyumu devam ettirsem bile ona olan sevgimi azaltmadım.
Benim sevgim sayesinde torunlarım ve onların torunları yaşamaya devam ettiler. Tüm insanlıkla birlikte…