Bu sırada Yeraltı Diyarı’nın Kapısı…
“Çabuk olmalı gobu!”
Gorkunç Gobu, sırtında taşıdığı kıpır kıpır 3 goblin yavrusunu bir arada tutmaya çalışırken söylendi ve diğerlerini çağırdı. Görünen o ki sırtında saklambaç oynamaya karar vermişlerdi…
Beş dişi goblin, iki erkek goblin ve bir sürü goblin yavrusu savaştan kaçan mülteci aileler gibi eski kapının önünde belirdi. Her goblin üçer yavru sırtlanmış, savaştan kaçtıkları yetmezmiş gibi bir de bu haylaz yavrularla uğraşmak zorundalardı. Goblin yavruları çok yaramazdı; gördükleri her şeye uzanmaya çalışırlar, çekmedikleri saç ya da ısırmadıkları yer kalmamıştı.
“Eh… Eh… Oh….” Sızlana sızlana en arkadan gelen Gobuma da yavruları taşıyordu. Önde yürüyen ve garip görünen bir yaratığa seslendi: “Sen ne biçim hortlaksın! Bu yolun neresi kestirme! Sana o kadar ödeme yaptık, bizi en hızlı yoldan Yeraltı Diyarı’na götür diye…”
Gruba yol gösteren, goblinlere benzeyen ama derisi bir hayalet kadar beyaz olan bir yaratıktı. Goblinlerden daha uzun ama daha sıskaydı. Gözleri ürkütücü derecede beyaz ve cansızdı. Giydiği bir kaç parça deri yüzünden, onun zeki olduğunu ve namevtlerden ayrı bir varlık olduğunu anlardınız. Çünkü o bir hortlaktı.
Namevtlere benzer şekilde ölü bedenlerle ilişkiliydi ama tüm süreci öğrenmek istemezdiniz. Süreç çok fazla ceset bilgisi, çiğneme ve çiftleşme içeriyordu…
Elindeki parlak kılıçla oynayan hortlak, “Ben sözümü tuttum. İşte karşınızda Yeraltı Diyarı’nın ihtişamlı girişi!” dedi. Bu kılıcı goblinlerden aldığı ve çok sevdiği belliydi. “Size orada iyi şanslar!”
Hortlak onları kapıya getirdikten hemen sonra geri döndü ve yeni oyuncağı ile oynarken karanlık tünelde kayboldu.
“Eeehh!” Gobuma, “Hortlaklarla iş yaparsan böyle olur işte, tüh!” diye arkasından tükürdü. “Hey, kılıcı geride bırak seni lanet olası!”
“Boş ver gobu!” Gobu önündeki ihtişamlı yapıya bakarken, Gobuma’yı sakin olmaya çağırdı ve sordu: “Giriyor muyuz?”
Tüm goblinler Yeraltı Diyarı’nın girişi olan karanlık girdaba baktı. Hepsi içlerini saran bir ürperti ile çok küçük ve önemsiz hissetti bir an için. Goblin yavruları bile ağlamayı ve oyunu bırakıp sessizleştiler.
Onlar Jin idi. Bu yolculuk onlar için eve dönüş gibi olmalıydı ama çoğu yeryüzüne açılan yukarıdaki mağaralarda doğduğu için korkuyordu.
Kapı, Göçük Şehir’in diğer tarafında, hemen şehir surlarının dışında konumlanmıştı. Etraftaki sayısız karanlık mağara girişlerinden biri gibi duruyordu. Tek farkı, bu mağaranın içini dolduran karanlık bi garipti! Yavaşça dönüyor, kapkara bir göl suyu gibi hafifçe dalgalanıyordu. Yeraltı Diyarı’na açılan asıl kapı buydu!
Dışındaki taşlar devirler boyunca cüceler tarafından oyulmuş ve çeşitli yazıtlar, heykeller ve uyarılarla doldurulmuştu.
Gobuma liderliği alıp kapıya doğru yürüdü. “Beni takip edin, fazla uzaklaşmayın! Yoksa nasıl kaybolduğunuzu bile bilmezsiniz! Tehlikeli bir cehennem çukuruna düşerseniz işiniz biter!”
Goblinler korksalar da önden giden yaşlı ve bilge görünen goblini takip ettiler. En son Gobu girdi. Girmeden önce son bir kez arkasına baktı. Bir ses duyduğunu düşündü. “Hm? yanlış duymuş olmalıyım…”
Gobu ve grubu Yeraltı Diyarı’nın karanlık girişinde kaybolduktan kısa süre sonra bir başkası belirdi. Göçük Şehrin harabelerinden hızla çıkan Orkas, etrafını kolaçan ederek yavaşça girişe yaklaştı.
“Hmph! Tabiki kimse yok! İlk ben gelmiş olmalıyım.” Yeraltına açılan kapıya dikkatlice yaklaştı ama hemen içeri girmedi. Sanki bir şeyler bekliyor gibiydi.
Bu sırada beşerler de harabelerin çıkışına ulaştılar. Sık sık geri dönüp bakmalarından ve titrek adımlarından hala zebani meleği ile yaşadıkları karşılaşmanın etkisinden kurtulamamış görünüyorlardı.
Adam bu sefer en önde koşuyordu. Adam arkalarından bir tehlike gelmeyeceğini anladığı için en önde koşuyordu. Yıkılmaya yüz tutmuş yeraltı şehrinin surlarından bir hışımla çıkarken, Yeraltı Diyarı’nın korkutucu ama bir o kadar da ihtişamlı kapısını hemen fark etti.
‘Tıpkı iç mağaraya açılan tünel gibi kapkara…’ diye geçirdi içinden. Sonrasında ise kapının önünde duran karaltıyı hemen fark etti.
“Bu Orkas!” diye bağırdı hemen.
Orkas da onları fark etti. “Sonunda geldiniz! Sizi beklemekten ağaç oldum burada,” diye alaycı bir tavırla konuştu. “Daha fazla yaklaşmayın!”
Adam ve diğerleri kapının biraz önünde durdu ve Orkas ile karşı karşıya geldiler. Kılıçlar çekildi herkes birbirine nefretle baktı. Karşılıklı bir tur küfürleşmeden sonra işler çıkmaza girmiş görünüyordu.
Orkas daha fazla oyalanmak istemedi. Hepsinin yüzüne baktıktan sonra arkasını döndü ve “Yüzlerinizi hatırladım beşerler! Küçük Prens ve ordusuyla geri döndüğümde ölümlerden ölüm beğeneceksiniz!”
Herkes bu jinin içeri girmek üzere olduğunu görünce hemen bağırdı, “Dur!”
Ama Orkas onların feryatlarına aldırmadı. Sadece, “Eğer karanlıktan korkmuyorsanız peşimden gelin!” diyerek kapının karanlık perdesine adım attı ve kayboldu…
“Hayıııııırrrr!”
Herkes hep bir ağızdan bağırıp koşarken yetişmeleri için çok geçti. Sadece bir adım atmıştı ama ne bir ses ne de bir gölge bıraktı arkasında. Karanlık bir göle düşen taş gibi aniden yok oldu.
Adam ve diğerleri hemen kapıya ulaştılar ama acele etmeye cesaret edemediler. Adam kapının içinde kıvrılan dipsiz karanlığa baktı ve tereddüt etti. Bu karanlık başkaydı. Bu hiç bir ışığın geçemeyeceği gerçek karanlıktı! Baktıkça kemiklerinin bile üşüdüğünü hissetti.
Alaeddin ilk atalarından kalma ihtişamlı kapıya içinde bir buruklukla baktı bu sefer. Daha önce defalarca bu kapının önünde durmuş, kapıda nöbet tutan muhafızlarla sohbet etmişti. Yeraltı Diyarı’nın buralardaki tek giriş çıkışı bu değildi tabii ki ama en güçlü jinlerin geçebileceği tek geçit buydu. Cücelerin burayı devirlerdir tutmasının sebebi buydu.
Goblinler, namevtler, orklar veya troller gibi jinler yeraltının çatlaklarından, dar geçitlerden ve mağaralardan yukarı sıvışabilirlerdi ama şüphesiz Yeraltı Diyarı’nda onlardan çok daha fazlası vardı…
Orası Yeryüzü Diyarı’ndan farklı tamamen ayrı bir yerdi. Kendine ait zaman ve mekan kuralları vardı. Canlıların aklını bulandıran, bedenlerini zehirleyen ve sonsuz karanlık ve kötülükle dolu bir yerdi. Yaşayanlar için bir yer değildi!
Daha da kötüsü devranın sayısız devirlerinde uykuda bekleyen, isimleri bile anılmayan varlıklar Yeraltı Diyarı’nın bilinmeyen dehlizlerini kendilerine mesken tutmuşlardı. Bunlar isimsiz, ölmeyen veya ölemeyen, unutulmuş olanlardı. Onların Yeryüzü Diyarı’nın ışığında yürümesi doğal düzenin akışını karşıydı.
Cüceler bilirdi… Devirler boyunca toprak yiyen canavarların arkasında çok derinlere inmişlerdi. Devirler boyunca korkunç şeyler görmüşler, duymuşlar ve nesiller boyunca bilgeliklerini aktarmışlardı.
Devranın sonsuz dönüşü sırasında bu bilgiler efsanelere, sonra da şehirlerin duvarlarını süsleyen abartılı masallara dönüşmüştü. Alaeddin bu seferki yolculuğun bazı masalları tekrar gün yüzüne çıkaracağından endişeliydi!
“Hadi ne bekliyoruz!” diye çıkıştı Barbara. Alaeddin’i endişelerinden uyandırdı. “Hemen peşinden gidip öldürelim şu orku!”
Belirsizlik herkes gibi en çok da Barbara’nın canını sıkmıştı. Ama ne kadar cesur ve kana susamış olsa da Yeraltı Diyarı’nın karanlık girişine ilk adımı atmaya cesaret edemedi.
Bu gidişlee korktuğunun başına geleceğini hisseden Alaeddin, şüphe ve belirsizlikle dolu diğerlerine dönüp, “Bir adım atıp geçmek kadar basit değil…” dedi, “Yeraltı Diyarı’ndan bahsediyoruz burada…”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Zebil bu sefer. Şüphesiz bu cüce onlara göre çok daha fazla şey biliyor olmalıydı.
Alaeddin açıklamaya başladı…
“Görünüşte sadece bir kapıdan geçiyor gibi görünsek de aslında bu diyarlar arasında bir geçittir. Orada neyle karışılacağımızı bilmiyoruz. Üstelik orada devran daha hızlı döner. İçerde aylarca kalabiliriz ama burada bir gün bile geçmeyebilir…”
Zebil hemen sorunu çözdü. “Yani Orkas hemen önümüzde olmasına rağmen çoktan uzun süredir içeride değil mi?”
“Evet. Sadece bu da değil. Orkas bir jin olarak orada sudaki balık gibi olacak. Sadece gücü ve hızı artmakla kalmayacak, yaraları da hızla iyileşecek. Bedeni ve zihni çok daha iyi çalışacak. Bizim içinse durum tam tersi. Bir çamur deryasında yürüyormuşuz gibi hantal ve uyku ile uyanıklık arasında geziyormuş gibi bulanık hissedeceğiz…”
“Bedenimiz her zamankinden daha hantal olacak. Ayrıca yeraltının karanlık enerjilerinden yavaş yavaş zehirleneceğiz ve zamanında çıkmazsak oraya asimile olacağız. Artık yeryüzüne dönemeyeciğiz…”
Bu açıklamalar herkesin yüreğine oturan bir taş gibiydi. Sanki tüm umutlar kaybolmuştu. Bu noktada sadece pes etmek ve hayatları için yüzeye kaçmaktan başka çareleri yok gibiydi.
“Hayır! Ruhpanlar olarak sık sık arınma yapabiliriz!” diye seslendi bu sırada Yıldırım Prensesi Kirin.
“Hmm!” Alaeddin bunu söyleyeceklerini biliyordu. “Evet tamamen çaresiz değiliz. Eğer şimdi girersek hala şansımız var. Ama ihtimal düşük. Yine de denemek ister misiniz?”
Bu sefer Adam konuştu: “Son bir soru… Hiç içeri şahsen girdin mi Alaeddin?”
“Tsk!” Alaeddin yine göğsünü kabarttı ve tüm kibriyle haykırdı: “Tabiki! Sen beni ne sanıyorsun! Ben Narandur’un Prensiyim? Bu ihtişamlı şehri inşa etmek için gerekli malzemelerin çoğu yeraltından geldi.”
“Pekala!” Adam mızrağını kavradı ve daha fazla konuşmadı. İlk girenin o olması gerekiyordu. Gruba arkasını döndü ve hiç korkmadan ileri atıldı.
“Zamanı gelmişti!”
Barbara da hemen peşinden koştu.
“Hey beni bekle Barbara!”
Tekeş de hemen peşlerinden gitti. Zebil ve adamları da geri kalmadı. Herkes içeri girdiğinde Alaeddin bir hamle yapmak istedi ama bir kişinin geride kaldığını fark etti.
“Sen gelmiyor musun Lilith?” diye sordu Aleddin. Bu güzel ama kudretli ruhpan dişinin geride kalmasına şaşırmıştı.
“Hmm…” Başıyla onayladı Lilith. Gözleri ihtişamlı kapıya, üzerine yapılmış oymalara ve her iki yana dikilmiş iki zebani heykeline dikilmişti.
İçeri girmeye hazırlanan Lilith, gözlerini ayırmadan sordu. “Bu yazıtların anlamı nedir?” diye sordu.
İç çeken Alaeddin, “Dikkat edin ey ölümlüler! Yeraltı Diyarı’nın girişidir bu! Girmek isteyenler umudu geride bıraksınlar. İçeride sadece ölümü bulacaklar!”
“Peki ya bu heykeller?” diye ekledi Lilith tekrar. “Siz mi yaptınız?”
“Onlar biz kapıyı inşa etmeden önce de buradaydı…” dedi Alaeddin.
“Dürüst olduğun için teşekkürler…” Lilith artık tereddüt etmiyordu. Gözlerini karanlığa dikti. Işığı bile yutan karanlık, gözlerinin içinde parlıyordu. Kararlılıkla içeri girdi.
Alaeddin ise orada kalakaldı. Göçük şehirden gelen tüyler ürpertici uğultular ile kendine gelip titredi. “Ne kadar korkutucu bir beşer!” demekten kendini alamadı.
En sonunda o da karanlık geçitte kayboldu…