Şarap Kurdu ipekböceği şeklindeydi, tüm vücudu inci beyazı bir ışık saçıyordu. Biraz tombuldu ve sevimli görünüyordu.
Şarap Kurdu şarapla beslenir ve uçabilirdi. Etrafta uçarken bir top gibi kıvrılırdı, hızı fazlasıyla yüksekti. Sadece birinci kademe bir Gu olmasına rağmen değeri bazı ikinci kademe Gu’lardan daha yüksekti.
Onu hayati Gu’su yapabilirse kesinlikle Ay Işığı Gu’sundan çok daha faydalı olacaktı.
Şu anda Şarap Kurdu Fang Yuan’dan sadece 50-60 adım ötede, bir bambuya yapışmış durumdaydı. Nefesini tuttu, aceleyle yaklaşmak yerine arkasını dönmeden geriye doğru yürüdü.
Aralarındaki mesafenin çok yakın olduğunu biliyordu ama bir Şarap Kurdunu doğrudan yakalamak, onun gibi ilkel açıklığını yeni açmış bir Gu Ustası için inanılmaz derecede zordu. Hatta imkansız bile denilebilirdi.
Fang Yuan Şarap Kurdunu net olarak göremiyordu ama karanlığın içinde Şarap kurdunun onu izlediğini hissedebiliyordu. Şarap Kurdunu rahatsız etmemek için elinden geleni yaparak yavaşça geri çekildi.
Eğer Şarap Kurdu uçup giderse kendi hızıyla ona asla yetişemeyeceğini biliyordu. Şu anda Şarap Kurdunun sarhoş olana kadar içmesini beklemesi gerekiyordu, sarhoş olunca uçuş hızı yavaşlayacağı için eline onu yakalamak için bir şans geçecekti.
Fang Yuan’ın yavaşça uzaklaştığını gören Şarap Kurdu bambu direğinin üzerinde kıpırdandı. Önündeki güçlü şarap kokusu öylesine cezbedici, öylesine çekiciydi ki Şarap Kurdu şimdiden hayaller alemine daldırmıştı. Eğer salyası olsaydı, çoktan ağzının bir kenarından yere doğru akmaya başlamış olurdu.
Fakat Şarap Kurdu inanılmaz derecede temkinli ve tetikteydi. Fang Yuan ancak 200 adımdan fazla geri çekildikten sonra biraz küçüldü ve bambudan havaya sıçradı. Havada süzülürken vücudu bir top şeklinde kıvrıldı, küçük ve beyaz bir pirinç topuna benziyordu. Küçük bedeni havada bir yay çizip daha önce yeşil bambu şarabı dökülmüş çimlerin üzerine indi.
Gözlerinin önündeki lezzetli şarap karşısında Şarap Kurdu sonunda gardını düşürdü. Sabırsızlıkla şarap dolu bir çiçek tomurcuğunun üzerine tırmandı ve küçük kafasını içeri soktu, dışarıda sadece tombul kuyruğu kalmıştı.
Şarap Kurdu açlıktan ölüyordu ve yeşil bambu şarabı çok lezzetliydi. Ağzını sonuna kadar açıp şarabı içine çekti, yemeğin lezzetinde kendini kaybetmişti. Tabii Fang Yuan’ın varlığını da unutmuştu.
O anda Fang Yuan temkinli bir şekilde yaklaşmaya başladı. Çiçek tomurcuğunun dışında kalan kuyruğu görebiliyordu. Bu kuyruk tıpkı bir ipekböceğinin kuyruğu gibiydi, tombul ve yuvarlaktı. Etrafa yaydığı ışık insana bir inciyi anımsatıyordu.
En başta Şarap Kurdunun kuyruğu kıpırdamadan dışarıda asılı duruyordu. Bir süre sonra kuyruk yavaşça aşağı yukarı oynamaya başladı, bu mutluca içtiğini gösteriyordu. En sonunda ise Fang Yuan sadece on adım mesafede olmasına rağmen kuyruk neşeli bir ritimle sallanıyordu.
Tamamen sarhoştu!
Bunu gören Fang Yuan neredeyse kahkaha atacaktı. İlerlemeye devam etmek yerine sabırla beklemeye koyuldu. Şu anda harekete geçseydi Şarap Kurdunu yakalama ihtimali kesinlikle çok yüksek olurdu ancak Fang Yuan’ın amacı Şarap Kurdunu takip ederek Çiçek Şarabı Keşişi’nin mirasını bulmaktı.
Bir sonraki anda Şarap Kurdu çiçek tomurcuğundan kafasını çıkardı. Vücudu daha da tombullaşmıştı ve başı sarhoş bir adam gibi sallanıyordu. Beklenmedik şekilde Fang Yuan’ın varlığına hiçbir tepki vermedi. Başka bir çiçeğin üstüne çıkıp oradaki şarapları içmeye başladı.
Bu kez içmeyi bitirdikten sonra nihayet doyduğunu hissetmişti. Vücudu yavaşça küçülerek yuvarlak bir top şeklini aldı ve yavaşça yukarıya doğru yükseldi. Yerden 1,5 metre yükseldiğinde, bambu ormanının derinliklerine doğru uçmaya başladı.
Fang Yuan hızla onu takip etmeye başladı.
Şarap Kurdu zaten aşırı derecede sarhoştu ve bu da normal hızının yalnızca yarısı kadarıyla uçmasına neden oluyordu. Durum böyle olsa da Fang Yuan onu kaybetmemek için tüm gücüyle koşmak zorundaydı.
Gece, gencin gözlerinden akıp geçerken; o bambu ormanında, bir kar tanesinin peşinden koşuyordu.
Ay ışığı, nazikçe üzerine düşüyor, rüzgâr ise yavaş ve sürekli bir melodi gibi esiyordu. Sakin bir gölü andıran bambu ormanında, ince yeşil mızrak bambuları gözlerinin önünden hızla geçiyor, arkasında kaybolup gidiyordu. Zemin, açan yabani çiçeklerle bezenmiş yemyeşil bir çimen denizi gibiydi. Yosun kaplı küçük taşlar ve sarı bambu filizleri, bu huzur dolu manzarayı süslüyordu.
Fang Yuan’ın belirsiz gölgesi, yerde hızla ilerliyor; bambuların gölgeleri arasında siyah, ince bir bulanıklık gibi süzülüyordu. Gözlerini kar tanesinden ayırmadan, hafif şarap kokulu havayı derin derin ciğerlerine çekiyor, bacaklarını biraz daha hızlanmaları için sınırlarına kadar zorluyordu.
Hızının etkisiyle, ay ışığı gözlerinde su gibi akıyor; ışık ve gölge dans ederken, sanki yosunlarla dolu bir gölde dörtnala koşuyordu.
Şarap Kurdu önde, Fang Yuan arkada bambu ormanından dışarıya fırladılar. Fang Yuan koşarken, ortasında sarı bir leke bulunan beyaz çiçeklerden oluşan bir denize daldı. Etrafında oluşan rüzgar çiçeklerin yapraklarını etrafa saçıyordu. Çiçek denizinin arasında saklanan bir grup ejder hapı çekirgesi Fang Yuan’ın geçişiyle havalandı, bir anda tüm görüş alanı sarı benekli bembeyaz bir çiçek denizi ve göğü kaplayan kızıl ışıkla parıldayan çekirgelerle dolmuştu. Tam ortalarında ise o güzel kar beyazı parıltısıyla Şarap Kurdu.
Dağı kaplayan sessizliği bir bıçak misali kesen dağ deresi, gürül gürül akarken gece göğündeki bahar ayının bir yansımasını yüzeyinde saklıyordu. Ta ki Fang Yuan yansımayı binlerce gümüş dalgaya bölerek karşıya geçene kadar.
Bu derenin bunca yılda oluşturduğu, güzel ve hoş taşlarının çiğnenip kırılması çok yazık olmuştu.
Fang Yuan, Şarap Kurdunu sıkı bir şekilde takip ediyordu. Dağ deresini aşıp yukarı doğru çıkarken başka bir şelalenin sesini duymaya başlamıştı bile. Seyrek bir ormanın etrafından döndükten sonra, Şarap Kurdunun bir kayanın ortasındaki yarığın içine girdiğini görmüştü.
Fang Yuan’ın gözleri parladı ve olduğu yerde durdu.
“Demek buradaymış.” Nefes nefeseydi, kalbi sanki göğsünden dışarı fırlayacaktı. Durmasıyla beraber tüm vücudunun ter içinde kaldığını, sıcak havanın hızlanan kan akışına eşlik ederek tüm vücuduna yayıldığını hissedebiliyordu.
Etrafına bakındığında bir düzlüğe geldiğini gördü.
Zemini çeşitli büyüklüklerde çakıl taşları kaplıyor, nehir yüzeyi küçük taşların üzerini zar zor örtüyordu. Bölgede serbestçe dağılmış gri kaya blokları da vardı.
Qing Mao Dağı’nın arkasında devasa bir şelale vardı. Şelalenin akışı hava durumuna göre değişiyordu; yeryüzüne inerek derin bir göl oluşturuyordu. Bu gölün yanında, Gu Yue köyüyle kıyaslanabilecek kadar güçlü nüfuza sahip bir klan olan Bai Klanı Köyü bulunuyordu.
Şelale birçok küçük kola ayrılıyordu ve Fang Yuan’ın şu anda bu kollardan biriyle karşı karşıya olduğu belliydi. Normal zamanlarda bu düzlük kuru olurdu, ancak son zamanlarda üç gün üç gece boyunca devam eden şiddetli yağış nedeniyle burada sığ bir dere oluşmuştu.
Akan derenin kaynağı, Likör solucanının daha önce içine girdiği devasa kayaydı.
Kaya dikey bir dağ duvarına yaslanmıştı. Ana şelaleden ayrılan küçük şelaleler gümüş pitonlar gibi dağ duvarından aşağı akarak kayaya çarpıyordu. Oldukça uzun bir süre sonra bu devasa kayanın ortası aşınmış ve bir yarık oluşturmuştu.
Bu sırada şelale aşağı doğru akarken, su akıntısı hafifçe kükredi. Beyaz bir perde gibiydi ve kayadaki boşluğu tamamen kapatıyordu.
Etrafını gözlemledikten sonra, Fang Yuan’ın nefes alış verişi artık endişeli değildi. Gözleri kararlılıkla parladı; kayaya doğru yürüdü ve derin bir nefes aldıktan sonra hızla içeri daldı.
Kaya boşluğu oldukça genişti ve iki yetişkin insan hiçbir sorun yaşamadan yan yana yürüyebilirdi. Sadece 15 yaşında bir genç olan Fang Yuan nasıl sığmazdı ki?
İçeri girdiğinde, hızlı akıntılar Fang Yuan’ın vücuduna baskı yaptı. Aynı zamanda soğuk su onu tepeden tırnağa ıslattı. Fang Yuan su basıncına karşı mücadele ederek hızlı adımlarla ilerledi. Birkaç düzine adım attığında, su basıncı azalmaya başladı.
Ancak yarıktaki boşluk da küçülmeye başladı, Fang Yuan sadece kenarlara dayanıp yürüyebildi. Kulakları suyun uğultusuyla doluydu, mağaranın ötesi karanlıkla kaplıydı.
Karanlığın içinde ne saklanıyordu?
Zehirli bir yılan veya kertenkele olabilirdi. Belki Çiçek Şarabı Keşişi tarafından kurulmuş bir tuzaktı, belki de hiçbir şey yoktu.
Mağara gittikçe daralıyordu, Fang Yuan’ın sırtı ve göğsü duvara dayanmış bir şekilde yan yan yürüyerek karanlıkta kayboldu. Su artık akmıyordu; taş duvarlar yosunlarla kaplıydı, tenine sürtünüyor ve kayganlık hissi veriyordu. Tamamen karanlığa gömülmüş bu delik gitgide daralıyordu. Yavaş yavaş kafasını bile çeviremez hale gelmişti. Yine de Fang Yuan ilerlemeye devam etti.
Yirmi adımın daha ardından, karanlığın içinde kırmızı bir ışık fark etti. İlk başta bunun bir hayal olduğunu sanmıştı. Ancak gözlerini birkaç ker kırpıştırıp odaklandığında bunun gerçekten de ışık olduğunu doğruladı!
Bu farkındalık onun ruhunu canlandırdı.
Kırmızı ışığa yaklaştıkça daha da parlarken elli altmış adımı çoktan atmıştı. Gözlerinde ışık yavaşça genişleyerek uzun, dikey ve ince bir çatlak halini aldı.
Sol kolunu uzattı ve önündeki duvarın genişlediğini hissetti. Anında sevindi, devasa kayanın içinde kapalı bir alan olduğunu biliyordu. Birkaç adım daha atarak nihayet bu ince çatlağın içine girdi.
Önünde yaklaşık 80 metrekare genişliğinde bir boşluk vardı.
“Çok uzun zamandır yürüyorum. Geldiğim mesafeye bakarak girdiğim kayayı çoktan geçmiş olmalıydım, yani şu anda uçurumun kalbinde olmalıyım.” Bu gizli alanı ölçüp biçerken ellerini ve bacaklarını hareket ettirerek uzuvlarını esnetti.
Tüm oda loş kırmızı bir ışıkla doluydu ama ışığın nereden geldiğini anlayamadı. Taş duvarlar nemliydi ve yosunlarla kaplıydı ama buradaki hava çok kuruydu. Duvarlarda birkaç tane de solmuş sarmaşık vardı. Sarmaşıklar birbirleriyle iç içe geçerek duvar yüzeyinin yarısını kaplıyordu. Sarmaşıkların üzerinde büyüyen birkaç tane solmuş çiçek bile vardı.
Fang Yuan bu çiçeklerin ve yaprakların kalıntılarına baktı ve biraz tanıdık geldiğini hissetti.
“Bunlar Şarap Çuvalı Çiçeği ve Pirinç Kesesi Otu Gu’ları.” Birden aklına bir düşünce geldi ve bu solmuş sapları ve sarmaşıkları tanıyabildi.
Gu’ların birçok şekli ve biçimi vardı. Bazıları Ay Işığı Gu’sunun mavi kristal yapısı gibi mineral ve taşlardandı. Bazıları ipekböceğine benzeyen Şarap Kurdu gibi solucan biçimindeydi. Şarap Çuvalı Çiçeği ve Pirinç Kesesi Otu gibi bitkisel yapıya sahip Gu türleri de vardı.
Bu iki Gu birinci kademe doğal Gu’lardı. Sadece ilkel özünü akıtarak kullanılabilirlerdi. Kullanıldıklarında Şarap Çuvalı Çiçeğinin ortasında çiçek nektarı şarabı oluşur, Pirinç Kesesi Otu kokulu pirinç oluştururdu.
Fang Yuan’ın bakışları solmuş kökleri takip ederek köşede bir yığın halinde toplanmış ölü kökleri gördü. Şarap Kurdu bu yığının üstünde yatıyor ve mışıl mışıl uyuyordu. Kolayca ulaşılabilecek bir noktadaydı.
Fang Yuan oraya doğru yürüdü ve Şarap Kurdunu kollarının arasına aldı. Sonra dizlerinin üzerine çöktü ve ölü sarmaşıkları birbirinden ayırarak içlerinde bir insan iskeletini keşfetti.
“Sonunda seni buldum, Çiçek Şarabı Keşişi.” Bunu gördüğünde dudaklarında bir gülümseme belirdi.
Tam elini uzatıp kalan sarmaşıkları da koparmak üzereyken, aniden arkasından öldürme niyetiyle dolu bir ses duydu.
“Gerçekten deneyecek misin?“