1. Cilt - Bir İblisin Doğası Değişmez

8. Bölüm - Eşyalar her zaman aynı kalır, ama insanlar değişir.

  • Muhterem Bedbaht
  • 22 Eylül 2024 14:28:30
  • 4 yorum
  • 14

Akademinin yanında bir Gu odası vardı. Bu oda büyük değildi; sadece 60 metrekare büyüklüğündeydi.

Bir Gu Ustasının kültivasyon yolunda, Gu gücün anahtarıdır.

Dersin sonunda, heyecan içindeki gençler Gu odasına doğru koşuşturdular.

O anda bir ses aniden “Sıraya girin, teker teker içeri gireceksiniz.“ diye bağırdı; Gu odasının dışında klanın muhafızları olması normaldi. Gençler teker teker içeri girip dışarı çıkıyordu. Sonunda sıra Fang Yuan’a gelmişti.

Bu oda gizemli bir odaydı. Dört duvarında da delikler vardı; her bir kare şeklindeki deliğin içinde başka bir kare delik daha bulunuyordu. Deliklerin boyutları farklıydı, bazıları büyük, bazıları küçüktü. Büyük olanlar topraktan bir çömlek kadar genişken, küçük olanlar ise bir yumruktan az büyüktü.

Kare deliklerin içinde her türden kap vardı; gri taş leğenler, yemyeşil yeşim kaplar, zarif çim kafesler, toprak ocaklar ve benzeri. Bu kapların içinde her türden Gu saklanıyordu.

Bazı Gu’lar sessizken, bazı Gu’lar öterek, hışırdayarak veya titreşerek çeşitli sesler çıkarırken etrafı gürültüye boğuyordu. Tüm bu sesler bir araya gelince bir tür yaşam senfonisi oluşturuyordu.

“Gu’lar, Gu Ustalarının 9 seviyesine benzer bir şekilde 9 büyük seviyeye ayrılmıştır. Bu odadaki tüm Gu’lar Birinci Kademe Gu’dur.“ Fang Yuan etrafa bakınırken hemen bunun farkına vardı.

Genel olarak konuşmak gerekirse, Birinci Seviye Gu Ustaları yalnızca Birinci Kademe Gu kullanabilir. Eğer daha yüksek seviyeli Gu’ları kullanmaya kalkarlarsa, bunun için büyük bir bedel ödemeleri gerekir. Buna ek olarak Gu’ların beslenmesi gereklidir. Daha yüksek seviyeli Gu’ları beslemenin yüksek maliyetini genellikle düşük seviyeli Gu Ustaları karşılayamaz. Bu nedenle, yeni Gu Ustası olmuş kişiler, özel bir durum olmadıkça, ilk rafine edecekleri Gu’larını her zaman birinci kademe olarak seçerlerdi.

Bir Gu Ustasının rafine ettiği ilk Gu’nun büyük bir önemi vardır; bu Gu onların hayati Gu’su olacak ve hayatları birbirine bağlanacaktır. Eğer ölürse, Gu ustası büyük bir darbe alır.

“Çok yazık, aslen Çiçek Şarabı Keşişi’nin Likör kurdunu hayati Gu’m olarak rafine etmek istiyordum. Ancak şu anda ortada Çiçek Şarabı Keşişi’nin mirasıyla ilgili hala hiçbir ipucu yok. Onu ne zaman veya kimin bulacağını bile bilmiyorum. Şu anda güvende olabilmek için anlaşılan Ay Işığı Gu’sunu seçmeliyim.“ Fang Yuan solundaki duvarı takip ederken iç geçirdi.

Duvarın en üst katmanındaki deliklerden birinin içinde bir sıra gümüş kap bulunuyordu. Her bir kabın içinde bir Gu vardı.

Bu Gu kristaldendi ve hilal şekline sahipti; mavi bir kuvars parçasını andırıyordu. Gümüş kabın içinde, sessiz ve zarif bir his yayıyordu.

Ay Işığı Gu’su olarak bilinen bu Gu çeşidi Gu Yue klanına özgü bir Gu’ydu. Klan üyelerinin çoğu hayati Gu’su olarak Ay Işığı Gu’sunu seçerdi. Ay Işığı Gu’su doğada kendiliğinden oluşan bir Gu değildi; Gu Yue klanı tarafından gizli bir yöntemle özel olarak yetiştiriliyordu. Bu yüzden bu Gu başka hiçbir yerde bulunamazdı; bir nevi klanın sembolü olduğu söylenebilirdi.

Kapların içindeki Gu’ların hepsi aynı türden olduğu için, birbirleri arasında çok az fark vardı. Fang Yuan gelişigüzel bir şekilde bir tanesini aldı. Ay Işığı Gu’su çok hafifti, bir kağıt parçasının ağırlığıyla karşılaştırılabilirdi. Gu, avucunun küçük bir kısmını kaplıyordu; kabaca sıradan bir yeşim kolye büyüklüğündeydi. Fang Yuan onu avucuna koyduğunda, ardını görebiliyor ve avucundaki çizgilere bakabiliyordu.

Son bir kez daha bakıp herhangi bir sorun olmadığına kanaat getirdikten sonra, Gu’yu cebine koyup odadan ayrıldı. Gu odasının önündeki kuyruk hala oldukça uzundu. Sıradaki kişi Fang Yuan’ın çıktığını görür görmez heyecanla odaya girdi.

Eğer başkaları olsaydı, Gu’larını aldıklarında yapacakları ilk şey eve gidip onu rafine etmek olurdu. Fakat Fang Yuan bunu yapmak için acele etmiyordu çünkü aklı hala Likör kurdundaydı.

Likör kurdu, Ay Işığı Gu’suna kıyasla daha değerliydi; Ay Işığı Gu’su Gu Yue köyüne özel olmasına rağmen, bir Gu Ustası için Likör kurdu daha yararlı olurdu.

Gu odasından çıktıktan sonra Fang Yuan doğruca tavernaya yöneldi.

“Dükkan sahibi, iki kavanoz yıllanmış şarap!“ Fang Yuan ceplerini karıştırdı ve kalan ilkel taş parçalarını çıkarıp tezgahın üstüne koydu.

Bu birkaç gün boyunca Fang Yuan, buraya gelip şarap satın alıyor, ardından köyün sınırlarında dolaşıp Likör Kurdu’nu çekmek için şarabı kullanıyordu. Dükkan sahibi kısa boylu, şişman ve tombul yüzlü, orta yaşlı bir adamdı. Bu birkaç günün ardından Fang Yuan’ı çoktan tanımıştı.

“Efendim, geldiniz,” dedi dükkan sahibi, Fang Yuan’ı selamlayarak. Aynı anda kalın ve tombul elini uzatıp ustalıkla ilkel taş parçalarını çekip aldı. Taşları avucuna koyarak elini yukarı aşağı oynatıp ağırlığın doğru olduğunu hissetti. Bunun üzerine dükkan sahibinin gülümsemesi daha da derinleşti.

İlkel taşlar bu dünyada para birimi olarak kullanılıyordu, tüm malların değerini ölçmede iş görüyordu. Aynı zamanda dünyanın özünün yoğunlaştırılmış haliydi, bir Gu Ustası’nın kültivasyonunda önemli bir rol oynuyordu.

Hem kültivasyonda işe yaraması hem de para olarak kullanılması bakımından Dünya’daki altına benziyordu. Altınla kıyaslandığında, ilkel taşların satın alma gücü daha da şaşırtıcıdır. Ancak Fang Yuan bu şekilde harcamaya devam etmesi halinde, ne kadar ilkel taşa sahip olursa olsun yeterli gelmeyecekti.

“Her gün iki şişe şarap ve şimdiden tam 7 gün oldu bile. Elimde olan paranın neredeyse tamamını harcadım.“ diyen Fang Yuan iki şişe şarapla birlikte tavernadan çıkarken kaşlarını hafifçe çatmıştı.

Bir kişi Gu Ustası olduktan sonra, açıklığındaki ilkel özü yenilemek için doğrudan bir ilkel taştan ilkel öz çıkartabilirdi. Dolayısıyla, Gu Ustaları için ilkel taşlar sadece bir para birimi değil, aynı zamanda kültivasyon hızlarını arttıran bir destekti. Yeterli miktarda ilkel taş ile kültivasyon hızı büyük ölçüde artar; bu da düşük yeteneğe sahip olanların dezavantajlarını biraz da olsa telafi edebilirdi.

“Yarın artık şarap almak için yeterince ilkel taşım olmayacak, ancak Likör kurdu hala ortaya çıkmadı. Gerçekten de Ay Işığı Gu’sunu mu hayati Gu’m olarak rafine etmek zorunda kalacağım?“ Fang Yuan oldukça tatminsiz hissediyordu.

Elindeki iki şişe şarapla yürürken düşünmeye başladı, “Akademi Yaşlısı, hayati Gu’sunu ilk rafine eden kişiye 20 ilkel taş ödül verileceğini söyledi. Sanırsam şu anda birçok kişi evde Gu’larını rafine etmek ve birinci olabilmek için yarışıyor. Ne yazık ki, hayati Gu’yu rafine etmek daha çok kişinin yeteneğini test ediyor. Daha iyi ilkel yeteneğe sahip olanlar daha avantajlı olacak. Benim C sınıfı yeteneğimle, özel bir yöntem olmadan kazanma şansım yok.”

Tam bunları düşünürken, arkasından Fang Zheng’in sesini duydu. “Abi, gerçekten de tavernaya gidip alkol almışsın! Beni takip et, teyzem ve amcam seni görmek istiyor.”

Fang Yuan adımlarını durdurdu ve döndü. Küçük kardeşinin artık eskisi gibi, konuşurken başını eğmediğini gördü. Şu anda iki kardeşte yüz yüze, birbirlerine bakıyorlardı.

Bir rüzgâr esti, büyük kardeşin dağınık kısa saçlarını havaya kaldırırken, küçük kardeşin cüppesinin alt etekleri rüzgarla dalgalandı.

Sadece bir ay gibi kısa bir süre geçmesine rağmen insanlar değişmişti.

Uyanış Töreni’nden bir hafta sonra, büyük ve küçük kardeş arasında büyük bir değişim meydana geldi. Büyük kardeş Fang Yuan gökten düştü, dahi unvanı acımasızca ayaklar altına alındı. Küçük kardeş Fang Zheng ise ışıl ışıl parlamaya, yeni doğan bir yıldız misali yavaş yavaş yükselmeye başladı.

Bu değişim küçük kardeş Fang Zheng’in dünyasını sarsmıştı. Sonunda abisinin eskiden sahip olduğu duyguları tattı; insanların umutlarını ona bağladıklarını, veya kendisine kıskançlık ve haset dolu bakışlar attıklarını gördü. Birdenbire karanlık bir yeraltı zindanından çıkarılıp göğe konulmuş gibi hissetti. Her gün uyandığında, sanki çok tatlı bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyordu. Daha önce gördüğü muamele ile şimdi gördüğü arasındaki fark geceyle gündüz gibiydi; bu durum, onun bu gerçeğe alışmasını bir hayli zorlaştırmıştı. Bazı günler bir rüyada olduğunu sandığı zamanlar bile oluyordu.

Alışmak zordu.

Kısa bir sürede, hiç tanınmayan birinden her hareketi izlenen birine dönüşmüştü. İnsanlar sürekli onu gösteriyorlardı. Bazen Fang Zheng yolda yürürken, etrafındaki insanların kendisinden övgüyle bahsettiklerini duyardı. Böyle durumlarda yüzü kızarıp ne yapacağını tamamen şaşırıyordu, gözleri bakışlardan kaçmanın yollarını arar hatta neredeyse heyecandan nasıl yürüyeceğini bile unuturdu.

İlk on gün boyunca Gu Yue Fang Zheng fiziksel olarak zayıfladı, ancak enerjisi yükseldi. Kalbinin derinliklerinde ‘özgüven’ olarak adlandırılan bir şey ortaya çıkmaya başladı.

“Abimin daha önceleri hissettiği şey bu olsa gerek, aynı anda nasıl hem bu kadar güzel hem de acı verici olabiliyor ki?

Abisi Gu Yue Fang Yuan’ı düşünmeden edemiyordu; bu kadar ilgi ve tartışmayla karşı karşıya kalan abisi bununla nasıl başa çıkabiliyordu?

Bilinçaltından sürekli Fang Yuan’ı taklit ederek ifadesiz bir yüz takınmaya çalıştı, ancak kısa süre sonra bu tarza uygun olmadığını fark etti. Bazen ders sırasında bir kızın bağırması yüzünün kızarmasına neden olabiliyordu. Yollardaki yaşlı kadınların flörtleri bile birçok kez aceleyle kaçmasına neden olmuştu.

Yeni hayatına alışmaya çalışırken, yürümeyi öğrenen bir bebek gibi, tökezleyip duruyordu. Bu süreçte, abisi hakkında duyduğu kötü haberleri de görmezden gelemedi; depresyona girmiş, alkolik olmuştu. Geceleri eve bile gelmiyor, bunun yerine derste derin uykulara dalıyordu.

Bu durum onu çok şaşırtmıştı. Bir zamanlar güçlü bir varlık olan ve büyük bir deha olarak anılan abisi birdenbire bu hale mi gelmişti?

Ama yavaş yavaş anlamaya başladı. Sonuçta abisi de normal bir insandı. Bu tür bir şokla karşılaşmak herkesi depresyona sokabilirdi. Bu anlayışla birlikte, Fang Zheng’in içinde, gizliden gizliye tarifsiz bir mutluluk filizlendi. Bu duygu kabullenmek istemediği bir histi, ancak yine de kesinlikle oralarda bir yerde bulunuyordu.

Bir dahi olarak anılan ve onu her zaman gölgesinde bırakan abisi, şu anda yoğun bir depresyon ve umutsuzluğun içindeydi. Tersinden bakıldığında, bu kendi gelişiminin bir kanıtı değil miydi?

Olağanüstü olan oydu, asıl gerçek buydu!

Bu yüzden Fang Yuan’ın dağınık saçlarını ve kötü giyinmiş haliyle taşıdığı şarap şişelerini gördüğünde, Gu Yue Fang Zheng rahatladı. Artık daha kolay nefes alıyordu. Ancak yine de, “Abi, içmeyi bırakmalısın, böyle devam edemezsin! Seni önemseyen insanların ne kadar endişeli olduğu hakkında hiçbir fikrin yok, artık gerçeği kabul et!”

Fang Yuan’ın yüz ifadesi tamamen monotondu; hiçbir şey söylemedi. İki kardeş sadece birbirlerine baktı.

Küçük kardeş Gu Yue Fang Zheng’in gözleri parlıyor, çevresine keskin ve canlı bir his veriyordu. Büyük kardeş Gu Yue Fang Yuan’ın gözleri ise koyu siyahtı; belli belirsiz derin, antik bir kuyuyu andırıyordu. Bu gözlere bakmak Fang Zheng’e garip bir baskı hissettirmekten başka bir şey kazandırmadı. Çok geçmeden bilinçsizce bakışlarını başka bir yöne çevirdi.

Ama bunu fark ettiğinde, aniden yükselen bir öfke hissetti. Kendisine yöneltilmiş bir öfkeydi bu

Neyin var benim? Doğrudan abime bakacak cesareti bile toplayamıyor muyum?

Ben değiştim, tamamen değiştim!

Bu düşüncelerle birlikte gözleri keskinliğini yeniden kazandı ve bakışlarını yeniden abisine yöneltti. Fakat çoktan Fang Yuan ona bakmayı bırakmıştı. Her iki elinde de bir şişe şarapla Fang Zheng’in yanından geçip gitti, arkasından da donuk bir sesle konuştu. “Öyle neye aval aval bakıyorsun? Hadi gidelim.“

Fang Zheng’in göğsü sıkıştı, kalbinde biriken güç ortaya çıkamamıştı. Bu his, tarif edilmesi zor bir bunalıma sebep oldu.

Abisinin çoktan yürümeye başladığını görünce, ona yetişmek için hızını arttırmaktan başka bir şey yapamadı. Ancak bu sefer başı eğik değildi, güneşi karşılamak için yukarıya yükselmişti. Bakışları ise, abisi Fang Yuan’ın gölgesinin üzerinde adım atan kendi ayaklarına sabitlenmişti.

No results available

Reset