Güm, Güm, Güm.
Devriye atan gece bekçisi, ahşap tokmaklarını ritmik bir şekilde vuruyordu.
Sesler yüksek sütunlu evlerin içine yayılırken Fang Yuan kuru göz kapaklarını açtı. Sessizce düşündü: “Şafağa bir saat var.”
Dün gece uzun süre yatağında yatıp uzun uzun düşünmüştü, bir sürü plan kurmuştu. Muhtemelen gece sadece iki saatten biraz fazla uyudu. Şu anki bedeni henüz kültivasyona başlamamıştı, bundan dolayı enerjisi o kadar yüksek değildi. Tüm vücudu ve zihni hâlâ yorgunluk içindeydi.
Ancak önceki 500 yıllık yaşamında çelik gibi bir irade geliştirmişti. Uykusuzluk gibi bir problem onun için hiçbir şey sayılmazdı.
Hemen, üzerindeki ince ipek battaniyeyi ittirdi ve düzgünce ayağa kalktı. Pencereyi açıp dışarı baktığında bahar yağmurunun durmuş olduğunu gördü.
Toprağın, ağaçların ve kır çiçeklerinin karışık kokusu onu karşıladı. Fang Yuan kafasının berraklaştığını, uyku sersemliğinin geçtiğini hissetti. Şu anda güneş henüz doğuyordu, gökyüzü hala koyu lacivertti, ne karanlık ne de parlak.
Etrafına bakarken, yeşil bambu ve odunla yapılmış yüksek evler, dağın arka planıyla tezatlık oluşturuyor ve soluk yeşil bir deniz gibi görünüyordu.
Yüksek evler en az iki kattan oluşuyordu; bu, dağ halkının kendine özgü ev yapısıydı. Dağın engebeli arazisi nedeniyle, birinci kat büyük ahşap sütunlardan yapılmışken ikinci kat ise insanların yaşadığı yerdi. Fang Yuan ve kardeşi Fang Zhen, ikinci katta kalıyordu.
“Genç efendi Fang Yuan, uyanmışsınız. Yukarı çıkıp yıkanmanızı bekleyeceğim.” Tam o anda, aşağıdan bir genç kızın sesi yükseldi.
Fang Yuan aşağı baktığında kendi kişisel hizmetkârı Shen Cui’yi gördü.
Görünüşü ortalamanın biraz üzerindeydi ama iyi giyinmişti. Shen Cui uzun kollu yeşil bir cübbe giymişti, ayağında işlemeli ayakkabıları vardı ve siyah saçlarına ince bir toka takmıştı. Vücudu tepeden tırnağa bir gencin canlılığını yayıyordu.
Bir leğen su taşıyan genç kız, Fang Yuan’a mutlu bir şekilde bakarak merdivenleri çıktı. Su, yüzü yıkamak için uygun sıcaklıktaydı. Ağzını çalkaladıktan sonra dişlerini temizlemek için kar tuzu serpilmiş bir söğüt dalı kullandı.
Shen Cui nazikçe bekledi, yüzünde bir gülümseme, gözlerinde ise baharın canlılığı vardı. Fang Yuan, işini bitirdikten sonra genç kız onun giyinmesine yardım etti; bu süreçte dolgun göğüsleri birkaç kez Fang Yuan’ın dirseğine veya sırtına “hatayla” temas etmişti.
Fang Yuan’ın yüzü tamamen ifadesizdi; kalbi su gibi sakindi.
Bu hizmetçi kız, sadece teyzesi ve amcasının onu gözetlemesi için gönderdiği birisiydi; kibirli ve kalpsiz bir insandı. Önceki hayatında onun cazibesine kapılmıştı, ancak Uyanış Töreni’nden sonraki hızlı statü düşüşüyle beraber genç kız ona baş çevirmiş, hatta küçümseyici bakışlar atmıştı.
Fang Zheng ağabeyinin yanına geldiğinde Shen Cui’nin Fang Yuan’ın göğsündeki giysinin kırışıklıklarını düzelttiğini gördü. Gözlerinde bir kıskançlık ışığı parladı.
Fang Zheng’in de ağabeyiyle yaşadığı yıllar bütününde bir hizmetçisi olmuştu. Ancak o Shen Cui gibi genç bir kız değil, aksine şişman ve yaşlı bir kadındı.
“Acaba Shen Cui bir gün beni de böyle bekleyebilir mi, nasıl bir his olduğunu merak ediyorum?” Fang Zheng kalbinin derinliklerinde düşündü ama buna cesaret edemedi.
Teyzesiyle amcasının kardeşlere karşı duyduğu koşullu sevgi, kimse için bir sır değildi. Fang Zheng’in başlangıçta ona hizmet edecek bir hizmetlisi bile yoktu. İnisiyatif alıp Fang Zheng için bir hizmetçi istemeye karar veren Fang Yuan’dı.
Aralarındaki statü farkına rağmen Fang Zheng Shen Cui’yi küçümsemeye cürret edemedi. Bunun sebebi Shen Cui’nin annesi Shen Ana’ydı. Shen Ana evin baş hizmetlisi olup teyze ve amcanın tam güvenine sahipti; otoritesi hiçte az sayılmazdı. ¹
“Pekâlâ, daha fazlasına gerek yok.” Fang Yuan sabırsızca Shen Cui’nin yumuşak ve küçük ellerini ittirdi. Giysileri uzun zaman önce düzeltilmişti; Shen Cui sadece onu baştan çıkartmaya çalışıyordu.
Shen Cui ve geleceği için, Fang Yuan’ın A sınıfı bir yeteneğe sahip olma potansiyeline güveniyordu. Eğer onun cariyesi olabilirse, hizmetçi statüsünden efendi statüsüne yükselebilirdi – bu oldukça büyük bir adımdı.
Önceki yaşamında Fang Yuan onun tarafından kandırılmış ve Shen Cui’ye karşı bir takım duygular hissetmeye başlamıştı. Yeniden doğduktan sonra ise zihni alev alev yanan bir ateş kadar berrak, kalbi buz kadar soğuktu.
“Gidebilirsin.” Fang Yuan kol manşetlerini düzeltirken Shen Cui’ye bakmadı bile. Shen Cui, Fang Yuan’ın bugünkü davranışının oldukça tuhaf olduğunu hissederek hafifçe dudak büktü. Şımarık bir şekilde cevap vermek istedi ama onun soğuk ve kafa karıştırıcı doğasından korktuğu için sadece ağzını birkaç defa açıp kapatabildi; en sonunda sadece “Anlaşıldı.“ diyerek ayrıldı.
“Hazır mısın?” Fang Yuan, Fang Zheng’e sordu.
Küçük kardeşi kapının eşiğinde durmuş, başını eğik bir şekilde ayak parmaklarına bakıyordu. Hafif bir ”evet” mırıldandı. Fang Zheng aslında saat dörtten beri uyanıktı ve tekrar uykuya dalamayacak kadar gerilmişti. Uzun bir süre önce sessizce yataktan kalkıp hazırlanmıştı. Uykusuzluğun emaresi olarak gözlerinde siyah halkalar bile ortaya çıkmıştı.
Fang Yuan başını salladı. Önceki yaşamında kardeşinin düşüncelerini net bir şekilde anlayamamıştı, ancak bu yaşamda nasıl anlamazdı? Ama şu anda da bunun onun için anlamı yoktu. Nazikçe konuştu: “O halde gidelim.”
Böylece iki kardeş evden ayrıldı. Yolda, yaşça benzer birçok gençle karşılaştılar; hepsi iki veya üç kişilik gruplar halinde, onlarla aynı yöne gidiyorlardı.
“Bakın çocuklar, bunlar Fang kardeşler.” Kendi aralarındaki temkinli fısıldaşmaları duyulabiliyordu. ”Önde yürüyen kişi o şiirleri yazan Fang Yuan olmalı.”
“Demek bu o. Tıpkı söylentilerdeki gibi; yüzü, sanki başkalarını hiç umursamıyormuşçasına ifadesiz.” Aralarından biri kıskançlık ve haset dolu ekşi bir sesle konuştu.
“Hmm, eğer onun gibi biri olursan o zaman sen de böyle davranabilirsin!” Başka birisi ise sesinde bir parça memnuniyetsizlik taşıyaraktan soğuk bir şekilde cevap verdi.
Fang Zheng ifadesiz bir şekilde dinledi. Uzun zaman önce bu tür tartışmalara alışmıştı. Başını öne eğerek sessizce ağabeyinin peşinden gitti.
Artık şafağın ilk ışıkları ufukta belirmiş ve Fang Yuan’ın gölgesini onun yüzüne düşürmüştü. Güneş yükselmesine yükseliyordu ama Fang Zheng sanki karanlığa doğru yürüyormuş gibi hissediyordu.
Bu karanlık ağabeyinden geliyordu. Belki de bu hayatta, onu hapseden ağabeyinin gölgesinden hiç kaçamayacaktı.
Göğsünde nefes almasını zorlaştıran yoğun bir basınç patlaması hissetti. Bu sikik duygu ona boğulmayı anımsatıyordu!
“Hmph, bu konuşma, öne çıkan yetenekler başkalarının kıskanmasına yol açacağının iyi bir örneği.“ diye düşündü Fang Yuan, etrafındaki dedikoduları dinlerken.
C sınıfı yeteneğe sahip olduğu açıklandığında, etrafının düşmanlarla çevrilmesine, uzun süre sert ve küçümseyici bakışlara maruz kalmasına şaşmamak gerekti.
Arkasında, Fang Zheng’in nefes alış verişi sıklaşmıştı; çevresinden gelen sesleri duymamaya çalışıyordu.
Fang Yuan önceki yaşamında fark edemediği şeyleri bu yaşamında en ince ayrıntısına kadar görebiliyordu. Bu, 500 yıllık yaşam deneyimlerinden elde ettiği keskin kavrayış yeteneğiydi.
Birden aklına teyzesiyle amcası ve onların ne kadar entrikacı oldukları geldi. Onu izlemesi için kendisine Shen Cui’yi ona verirken ve küçük kardeşine yaşlı bir kadın vermek, yaşantıları arasında bir sürü kalite farkı oluşturmak. Tüm bu eylemlerin bir amacı vardı – Küçük kardeşinin kalbinde mutsuzluk yaratmak ve kardeşler arasına nifak tohumları ekmek istiyorlardı.
“İnsanlar daha az alıp almadıklarını düşünmektense, aldıkları şeyin düzgün bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığını düşünürler.”
Önceki hayatında deneyimleri yok denecek kadar azdı, küçük kardeşi ise fazlasıyla saf ve aptaldı. Bu nedenle teyzesiyle amcasının planları başarılı olmuştu.
Uyanış Töreni öncesinde yeniden doğduktan sonra durumun değişmesi imkansız gibi gözüküyor olabilir ancak Fang Yuan’ın bilgeliği ve şeytani yöntemleriyle kesinlikle imkansız değildi.
Küçük kardeşini tamamen baskılayabilir, o genç Shen Cui’yi erkenden bir cariyesi olarak alabilirdi. Teyzesi, amcası ve klan büyüklerini unutmadan – onlara karşı etkili olacak en azından birkaç yüz yolu vardı.
“Ama bunu yapmak istemiyorum…” Fang Yuan kaygısızca iç çekti.
Ne olmuş yani, kardeşi olsa ne olurdu? Kan bağı olmadan küçük kardeşi sadece bir yabancıydı, onu istediği zaman kolayca terk edebilirdi.
Shen Cui biraz daha güzelleşse ne olurdu? Sevgi ve sadakat olmadan o sadece bir et yığınıydı. Onu bir cariye olarak tutmak mı? O buna layık değil.
Peki ya teyzesi, amcası ya da klan büyüklerinin ne önemi vardı? Onlar sadece hayatındaki gelip geçici figürlerdi; neden bu insanlara karşı çaba ve enerji harcamalıydı ki?
Hehe.
Yoluma çıkmadığın sürece, kenara çekilip gidebilirsin, seni umursamama gerek bile yok.
Çevirmen Notu:
1- Shen Ana’daki Ana hizmetçilerin başındakine verilen bir ünvan. Kimsenin anası değil Shen Cui hariç.