Beşerlerin goblin yuvasına yeni girdiği sıralarda…
Burası tıpkı Adam’ın bulduğu hazinelerle dolu İç Mağara gibi, çeşitli tünellerin birleştiği geniş bir mağaraydı. Lakin burada göl yoktu. Onun yerine meydan olarak kullanılan derin bir çukurdan ibaretti.
Meydan, goblinlerin yuvalandığı irili ufaklı sayısız tünelin birleştiği bir merkezdi. Tünellerin ağzı, çukur boyunca duvarlarda büyümüş sarmaşıklarla kaplıydı, ki bu da goblinlerin onlara tutunarak aşağı yukarı hareket etmelerini kolaylaştırıyordu.
Meydan şu anda goblinlerle doluydu. En az iki yüz civarında goblin ve hobgoblin, zeminden küçük bacalar gibi yükselmiş lav ocaklarının üstlerine kurulmuş dev kazanların başında çılgınca eğleniyorlardı.
Bu bacalar, yerin derinliklerinde akan lav nehirlerine bağlı görünüyordu. Onlardan duman yerine, kavurucu hava dalgaları yükseliyor, bu da ortamın son derece sıcak olmasına neden oluyordu.
Kazanların başına sürükleyerek getirdikleri sıra sıra beşerleri, ellerindeki sivri mızraklarla dürtüyorlar, ellerini ve ayaklarını bağladıkları sarmaşıklarla yerlerde sürüklüyorlardı. Arada sırada da büyük kahkahalar eşliğinde bazılarını kazanlara atıyorlardı.
Kazanlara atılıp canlı canlı pişirilmektense, etrafta işkence görenler ve tecavüze uğrayanlar şanslı sayılırdı…
“Hayır hayır hayır! Yapmayın, beni pişirmeyin! Ahhhh! Öldürün beni!!”
Sırası geldiği için bir kazanın önüne sürüklenen çelimsiz erkek beşer, iki goblin tarafından ayaklarından kaldırıldığı gibi fokur fokur kaynayan kazana tepetaklak atılmadan hemen önce bağırdı.
Canlı canlı kazanlara atılan beşerlerin çığlıkları, bu şenliğin fon müziği gibiydi. Asıl eğlence ise goblinlerin yükselen kahkahalarıydı.
Benzer derecede vahşi sahneler şu anda her yerde görülebilirdi. Çünkü bugün yuvanın dışından, uzaklardan, derinlerden gelen bir misafiri ağırladıkları özel bir gündü.
Meydanın tam ortasına dev bir kazan kurulmuştu. Etrafına kemik yığıntılarından oturaklara oturmuş dört kişi vardı.
Dört kişiden birisi de dişi bir hobgoblindi. Figürü Barbara ile karşılaştırılabilirdi. Kaslı kolları ve güçlü bacakları ile vahşi görünümlü, üçgen şeklinde yırtıcı bir yüzü vardı. Büyük gözleri, kucağında tuttuğu genç beşer oğlana, avına bakar gibi sabitlenmişti.
“Sen ne tatlı şeysin öyle…” derken, bir pençeye benzeyen sivri tırnaklarla dolu eliyle oğlanın yüzünü sevdi. “Ablan seni bu gece yesin mi?”
“Yemeğinle oynama Glory!”
Yanında oturan sert görünümlü diğer hobgoblin, onun hareketlerine daha fazla dayanamadı. “Misafirimiz için çorba pişirdiğimi görmüyor musun? Çabuk malzemeyi teslim et…”
“Hmhp! Çok sıkıcısın Gorat!” Dişi hobgoblin Glory’nin yüzündeki tatlı ifade birden soğudu ve buğulu bakışları soğudu. “Sadece yemeği daha tatlı yapması için onu rahatlatıyordum.”
“Hayır yapma!” Beşer dehşete düşmüş bir şekilde bağırdı.
Oğlan, dişi hobgoblinin değişen ifadesinden çok korkmuştu. Yakalandıklarında, onunla çiftleşmeyi reddeden diğer erkekleri öldürürken de aynı soğuk ifadesi vardı!
“Korkma,” dedi Glory, normal goblinlerin aksine çok daha küçük ve zarif dişleri vardı. Dolgun dudaklarından hafifçe taşan köpek dişleri bile çok daha küçüktü. Hobgobline doğru evrimleşme, vücut hatlarını daha da nazikleştirmişti.
Ama aynı şekilde, çok sivriydiler!
“Bana iyi hizmet ettiğin açı çekmene izin vermeyeceğim.” Bir şey hatırlamış gibi parmağını yanağında götürdü ve “Şeyy… belki sadece birazcık. Böcek ısırığı kadar…”
Sonraki anda beşerin yaşadığı dehşeti anlatmaya kelimeler yetersiz kalırdı. Hobgoblin’in başlangıçta küçük görünen ağzı aniden sonuna kadar açıldı ve küçük ama sivri dişleri boğazına saplanırken, her yere kan sıçradı.
İnce boğazı, tek bir ısırıkla parçalanmıştı.
Beşer kendini bir anda kanlar içinde nefessiz kalırken buldu. Sonraki saniye de ise doğrudan kazana atıldı.
Pat!
Gorat, elindeki kocaman kepçeyi kazana atılan oğlanın kafasına geçirdi. Boğulduğu ve kavrulduğu için debelenen beşer, hemen sakinleşti. Kafatası çatlamış, beyin sıvıları çorbaya sızmıştı. Dev kazanı, kepçesiyle karıştırırken, içerde en az on beşerin piştiği görülebilirdi.
“Sana yavaş ol dedim!”
Gorat homurdanırken, huzursuzlaşan kazanı kepçesiyle karıştırmaya devam etti ve dalgaları bastırdı. Kazanın diğer tarafında, heybetli şefleri Gork’un hemen yanında oturan ürkütücü figüre göz atarak, sesini alçalttı. “Misafirimizin üzerine çorba sıçrarsa ne yapacağız!”
“Heh heh!” Kapkara bir zırh ve kan kırmızı bir pelerinle kaplı yabancı, gülümsedi. “Önemli değil! Aslında ben de şef gibi beşerleri çiğ yemeyi severim…”
Figür, yanındaki dört metrelik devasa ogrenin yarısı kadardı. Goblinler kadar çirkin olmayan, nispeten daha orantılı bir yüzü vardı. Nispeten Adam ve diğer beşerlere biraz benziyordu. Tek farkı, derisi karanlık gece kadar siyahtı. Gözbebekleri kan damlası gibi kızıl ve küçükken, beyaz kısımları anormal derecede büyük görünüyordu. Siyah kulakları çok uzun olmasa da uçlarına doğru sivriydi. En önemlisi ise alnında iki küçük yumru vardı. Boynuza benziyorlardı ama çok kısaydılar.
Sanki aurasında doğru olmayan bir şeyler varmış gibi, etrafında rahatsızlık veren bir havayla orada oturuyordu.
Diğerlerinden daha yüksek bir kemik yığınında oturan dev bir yaratık gibi görünen şef Ogre ise elindeki kocaman beşer bacağını kemirirken bir homurtuyla cevap verdi:
“Lom lom… Elçi Orkas bana aldırmasın! Lom lom…” Sesi adeta kükrüyor gibi yüksekti. Konuştuğunda her yere et parçaları ve kan sıçrattı. “Bu ziyafeti özellikle sizin için düzenledim. Demir Orkların da çiğ et sevdiğini bilsem de beşer çorbamızı için. Zaten artan çorba suyu ile kalan köleleri besliyoruz.”
“Şef Gork, köleleri kendi etlerinden yapılan çorbayla beslemeyi iyi düşünmüş.” dedi Orkas, yüzüne yayılan geniş bir gülümsemeyle. Bu sırada goblinlerden aşağı kalmayan korkunç dişleri ortaya çıktı. Sert kemikleri öğütmek için yapılmış gibilerdi.
“Tabii ki! Su, kemik, yosun gibi çerçöple çoğalttığımız çorba olmasa, köleleri besleyecek yemeği nereden bulacağım! Sonuçta etimiz sınırlı ve beslemem gereken çok ağız var…”
Ogre bir an için yanlış bir şeyler söylediğini düşündü ve ekledi: “Ama bunu aşçımız Gorat, sizin için bol etli yapıyor merak etmeyin….”
Parmağındaki yüzüklerle oynayan Orkas, başını sallamakla yetindi. Yemekle çok ilgilenmiyor, aklında başka şeyler var gibiydi.
Elçinin umursamaz bir tavrı olduğunu gören Şef Gork, bir kere daha dikkatini elindeki yarısı yenmiş bacağa çevirdi. Beşer mağarasına yaptığı baskın yüzünden goblinlerin yarısı öldüğü için, beslenmesi gereken daha az ağız vardı ama bu durumdan hiç memnun değildi.
Sayenizde… Hmph! diye içerleyen Gork, “Sayenizde Gök Yıldırım Mağarası gibi bir beşer inini daha yok ettik ve bir sürü köle yakaladık.” deyiverdi. “Mağaralarının yerini göstermeseydiniz onları hiç bulamazdık!”
Dev cüssesiyle orantısız küçük kafasını çevirdi ve küçük gözleriyle orkun imalı sözlerine tepki verip vermeyeceğine baktı.
Cüssesine göre oldukça küçük kalan kafası, çok da zeki olmadığının kanıtı gibi olsa da güçlü pazuları ve kalın baldırları açığı kapatıyor, sıradan goblinlerin kafası kadar olan yumrukları ile goblinleri başarıyla yönetiyordu. Ama onun biraz aptal olması, kindar biri olmayacağı anlamına gelmiyordu.
Ogreler, Goblin Kavmine mensup güçlü jinlerdi. Ogre olarak doğabildikleri gibi sıradan goblinlerden de yükselebilirlerdi. Sıradan goblinlerden dönüşmek tabi ki çok daha zor ve şansa bağlıydı.
Sıradan bir goblinden evrimleşen Şef Gork, dört metreden uzun bir savaş makinasıydı. Tabii ki bu yükseliş için yardım almıştı ve bedelini de hala ağır bir şekilde ödetmeye devam ediyorlardı.
“Önemli değil.” Orkas adındaki orkun sesi soğuktu.
“Prensimizin Kan Havuzu vaftizinden geçtiğiniz için oldukça güçlendiniz. Bir kaç beşer yakalamanıza izin vermek doğal olandır… ” Omuzlarını silkti ve elindeki kafatasından yapılmış bardağı salladı. İçindeki ılık kırmızı sıvının hafifçe köpürmesine neden oldu. “Sonuçta hepimiz Prens Diabolik’e hizmet ediyoruz. Her şey “Büyük Görev” için…”
“Ve Ulu Babamız Pan’a” diye ince bir ses ekledi. Kibirli ve saygısız bir tonu vardı. “Baba, Anne ve Kız’a hizmet ediyoruz. Büyük Görev ancak onların izni ile yapılabilir… ”
Şef Gork ve elçi Orkas hemen yanlarındaki küçük yapılı dişiye huzursuzca bakıp, alçak gönüllülükle cevap vermekten başka çareleri yoktu. “Ulu Pan’a, Ulu Ağaç’a ve Kutsal Ruh’a şükürler olsun!” diye eklediler.
Bu Kutsal Üçleme olarak da bilinen, genel inanış sisteminin temel bilgisiydi…
Dev kazanın başında oturan son kişi bu küçük kızdı. Şimdiye kadar sessizce otursa da yüzünde oldukça sıkılmış bir ifade vardı.
Normal şartlar altında, yuvanın seçkinlerinin yanında oturmasına azla izin verilmeyecek bir goblindi. Fakat görünüşü diğer dişi goblinlerden tamamen farklıydı. Aynı koyu yeşil teni paylaşsa da her yerinde kırmızı çiller vardı. Kızıl noktalar, özellikle küçük yüzünde yoğunlaşmıştı. Üstelik gözleri, dudakları ve saçları, sanki ateşin dokunuşuyla boyanmış gibi kıpkırmızıydı.
Küçük bir goblinden ziyade, cehennemden çıkmış küçük bir iblis gibi orada oturuyordu.
Boyu hobgoblinlerden daha kısa olsa da sıradan goblinlerden daha uzundu. Bir gelinliğe benzeyen askılı tek parça kırmızı elbisesi, dizlerinde bitiyordu. En az diğerleri kadar yüksekte oturmaya inat ettiği için, açıkta kalan bacaklarını sallamayı bir türlü bırakmıyordu.
İlk bakışta kibirli, küçük bir kız çocuğu gibi görünen bu goblin, etrafındaki büyük adamları tek sözüyle korkutmuş görünüyordu. Zira kimliği, kucağında uyuyan toprak rengi pan yılanından da anlaşılacağı üzere, bir ruhpandı!
Orkas’ın yüzü biraz ekşise de buraya bir amaçla gelmiş olduğu için konuyu hemen yatıştırdı. “Ruhpan Gobumei haklı. Beşerler üzerindeki hakimiyetimizi Ulu Pan’a borçluyuz.” dedi.
Zira bu dişi goblin, yuvanın son ruhpanıydı. Hobgoblin olan diğerlerinin aksine aralarında en zayıfıydı. Ne yazık ki onlar, daha güçlü oldukları için Gök Yıldırım Mağarası’na yapılan baskına katılmışlar ve orada düşmüşlerdi. Gobumei ise başlangıçta değersiz olduğu için geride bırakılmıştı. Ama şimdi hayatta kalmayı başaran tek ruhpan oydu!
“Hmhp!” Şef Gork, söz konusu son ruhpanları olduğu için homurdanmadan duramadı.
Normal şartlarda şef tarafından küçümsenen bu goblin, şimdilerde Şef Gork’un kendi küçük kızı gibi kıymetliydi. Şef onu kendi gözlerinden bile kıskanıyor, yanından bir saniye bile ayırmıyordu. Bir dediği iki yapılmıyor, adeta Gorkunç Goblin Kabilesinin asıl şefi gibi davranmasına izin veriliyordu.
Orkas yanındaki deve, göz ucuyla baktı ve kimseye fark ettirmeden yutkundu. Burada değerli ruhpanlarına laf ederse, sonu iyi olmazdı…
Şef Gork, ikisi arasındaki konuşmaya aldırmıyor gibi yapmaya devam ederken, elindeki beşer bacağından büyük lokmalar almaya devam etti.
“Elçi konuşmayı bildiğine göre neden burada olduğunu artık açıklamalı mı?”
Ruhpan Gobumei, yanındaki şeflerinden de cesaret alarak doğrudan konuştu.
“Öhöm öhöm!” Doğrudan sorgulanan Orkas’ın hemen boğazı düğümlendi. Buraya ellerinden kaçan bir köleyi geri getirmek için gelmişti ama bir türlü konuya girememişti. “Emanetle alakalı olarak…”
Orkas’ın konuşmakta zorlandığını ve doğrudan kozunu istediğini gören Şef Gork, hemen araya girdi ve sözünü kesti.
Hemen etrafında titreyen dişi beşerlere öfkeyle baktı ve “Misafirimizin içkisi bitmiş görmüyor musunuz? Artık gözlerinize ihtiyacınız yok mu? Çabuk doldurun!” diye kükredi. Çok zeki olmasa da temel konuları düşünebilirdi.
“Hmph!” Tam konuya girmesi için onu sıkıştırmıştım. Aptal patronumuz hala elçiden bir şeyler koparabilmeyi umuyor… Gobumei sadece homurdandı. Verelim gitsin işte başımıza bela olacak…