cayır cayır yanan bir ağaç

9.İkinci Vizyon

  • HiperTale
  • 30 Mart 2024 12:57:58
  • 0 yorum
  • 1

Kimse güneşi görmemişti…

Sadece tüm dünyayı aydınlatışına şahit olmuşlardı. Adam ve diğerleri ise sadece güneş hakkındaki efsanelerle büyümüşlerdi.

Güneş büyüktü. Yuvarlıktı. Altın gibi parlarken, gökyüzünde bir gemi gibi yüzmeliydi.

Oysa şimdi Adam’ın hatırladıkları bambaşkaydı. “Güneş bir ağaç gibi görünüyor olabilir mi!?”

Daha bebekken annesinin yanışına şahit olmuş ve herkes gibi saçlarının da bu yüzden beyazladığını düşünmüştü. Lakin şimdi nedenini hatırlamıştı. Annesinin yanan bedeni, gözlerinde yanan, dev bir ağaca dönüşmüş ve daha da ilginç olanı, o ağaç onunla konuşmuştu!

Aslında Güneş’in yanan bir ağaç olduğu ortaya çıktı!

Hem saçlarına hem de gözlerine renklerini kaybettirecek kadar hangi sırları duyduğunu hatırlamasa da o ulu ağacın, yani şimdi Güneş olduğunu anladığı varlığın, onu çağırdığını hissetmişti.

“Güneş!”

Adam şok olmuş, zihninde tekrar tekrar dönmeye başlayan dehşet verici görüntüler yüzünden, sırılsıklam olmuştu. Güneşi, hiç birilerini çağırabilecek bir varlık olarak düşünmemişti. “Ama Güneş benimle neden konuşsun ki? Tam olarak benden ne istiyor olabilir?”

Adam olabilecek en sıradan beşerdi. Zayıf ve çelimsizdi. Çoğu işte beceriksizdi. Üstelik şimdi canı için kaçıyordu ve hayatının geri kalanını burada saklanarak geçirmesi muhtemeldi.

Zihnini dolduran sayısız soruyla ayağa kalkan Adam, şaşkın bakışları ile sembole yaklaştı. Küçük elini sembole doğru uzattı ve ortada belirsizleşmiş el iziyle kıyasladı. Onunkinden biraz daha büyük ama çok da büyük olmayan, zarif bir eldi…

Burnunu çeker…

Adam daha ne olduğunu anlamadan gözlerinin dolduğunu fark etti. Böylesine yakıcı bir dokunuşu yapabilecek kibar bir el, ancak annesine ait olabilirdi.

“Hayır!” Adam sembole dokunmadı ve gözlerini silerek, duygulanmayı reddetti.

“Ölmen iyi!” dedi. Ama sesi kırılmıştı. Yaşadığı sefil hayatın sorumluluğunu hep ailesine yüklemişti. Babasını hiç bilmediği için de tüm nefreti annesine yönelmişti.

“Hepsi senin yüzünden…” Onun mezarını bulmaktan hep korkmuştu. Belki de içeride bir yerlerde hala yaşadığını ve onu beklediğini umuyordu. Ama şimdi geriye bir ceset bile bırakmadan ölüp gittiğini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Kendisine itiraf etmeye hazır olmadığı duyguları, nefrete dönüşmüştü.

“Şimdi de geriye hiçbir şey bırakmadan gitmişsin!” Adam yerden aldığı bir kayayı, “Beni hiç umursamadın ve zor bir hayata mahkûm ettin! Ben de seni çoktan unuttum! Sadece bir iz bırakarak hatırlanmaya mı çalışıyorsun?” diyerek sembole doğru fırlattı.

“Değmezsin!”

Sert kaya, sembolün oluştuğu kayaya çarptı ve ikiye yarılarak düştü. Zaman içinde taşlaşmış sembol ise çizik bile almadan kaldı.

“Ahrr!”

Başka bir kayayı fırlatırken bağırdı.

Sembolün yerinde kaldığını ve inatçı bir hayalet gibi kaybolmayı reddettiğini gören Adam, duygularının kontrolünü kaybetti ve çıplak elleriyle kayayı yumruklamaya başladı.

Birikmiş onca öfkenin ve hayal kırıklığının dışavurumuydu bu. Sembolün işlendiği kaya ise tıpkı gerçek bir anne gibi, oğlunun darbelerini sessizce göğüslemeye devam etti.

Çok kısa bir sürede elleri kan içinde kalan Adam ise bu soğumuş kayadan beklediği pişmanlığı göremeyeceğini anlayınca, hemen oraya çöküverdi.

İki büklüm, perişan bir halde oraya çöktüğünde ise yerde otların arasına karışmış bir şeye, kan revan için kalmış elleriyle uzandı.

Bir kolyeydi.

“Ühühühü!”

Kolyeyi alır almaz gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Bu annesinden kalmıştı. “Sonunda bir şey bıraktın…”

Bu basit bir kolyeydi belki ama annesine ait olduğu ve Adam’ın küskünlüğünü giderebilecek bir yadigâr olduğu için çok değerliydi. Artık o da herkes gibi ölen ailesinin arkasından yas tutabilir ve geçmişi geçmişte, dünü arkasında bırakabilirdi…

Kabiledeki hiçbir çocuğun ailesi yanında değildi. Herkes yalnızdı ama en azından onlar, ailelerinin arkasından yas tutarlar ve bir gün tekrar buluşabilmek için Ulu Pan’a dua ederlerdi. Oysa Adam’ın annesi kabilede günahkâr ilan edilmişti. Kabileyi terk etmiş, döndüğünde ise diğer çocukların babalarını öldürmüştü. Bu yüzden arkasından yas tutulmamalıydı. Çünkü Pan, günahkarları cehennem çukurlarına atar ve sadece iyileri cennet bahçelerine alırdı.

Adam’da bugüne kadar söylenenleri dinlemiş ve onlara inanmıştı. Her şey için annesini suçlamış ve diğer çocuklardan kabul görmek için onlarla birlik olmaya çalışmıştı. Çünkü kimse öldüğünde cehenneme gitmek istemezdi. Yani Adam öldüğünde bile annesine kavuşamayacaktı. Hiç göremeyeceği annesi yerine sürekli yanında kalabileceği arkadaşları tercih ederdi.

Oysa Adam içten içe annesinin yasını tutmak istiyor, ondan nefret etmeyi değil, onu sevebilmeyi istiyordu.

Sadece bugüne kadar nedeni ya da daha önemlisi cesareti yoktu. Şimdi bu küçük kolye, Adam’a sevgi için ihtiyacı olan nedeni bahşetmişti. Diğerleri gibi o da karanlıktan korktuğunu sanırdı ama sadece şimdi, sevmeye cesaret edemediğini anladı…

Bu cesareti ise arayıp bulması gerekecekti…

Birbiri etrafında dönen güneş ve ay sembolleri işlenmiş kolyeyi avcunda tuttu ve gözlerini kapatarak, yeniden sakinleşti.

Onları tekrar açtığında artık ağlamıyordu. Uzaklara baktı ve “Bu tünellerden inmeye devam edersem cehennem çukurlarına ulaşabilir miyim, merek ediyorum?” diye mırıldandı.

Zira efsaneye göre şu an yaşadıkları cehennem mağaraları, gerçekten de cehennem çukurlarıyla bağlantılıydı. Cehennem çukurları yerin 7 kat altına kadar inerdi ve mağaraları, onların çıkışında duruyordu.

İsimleri de buradan gelirdi. Tünellerdeki sıcaklık bile bu şekilde açıklanırdı. Hatta efsaneye göre birisi yeterince derine inerse, cehennem çukurlarında azap çekenlerin bağırışlarını bile duyabilirdi. Ve onlara işkence ederek beslenen şeyleri…

Beşerlerin bu tünellerden korkmalarının bir sebebi de zaten bu efsanelerdi.

Güneş doğup, yeni bir gün başladığında günahlar artardı. Isınan havayla dışarı çıkan canlılar, her türlü günahı işlerlerdi.

Dışarıda acımasız bir dünya vardı. İşte bu yüzden, güneş doğduğunda cehennem de genişler ve şu an kaldıkları mağaraları yutardı. Bu yüzden herkes bahar gelmeden dışarı çıkmaya çalışıyordu.

Dışarı çıkmaya ve engin ovalara doğru gitmeye çalışırlardı. Çünkü cennet bahçeleri oradaydı…

Eğer cehennem çukurlarına inebilir ve orada daha da güçlenebilirsem, daha sonra cennet bahçelerine ulaşmam da kolay olurdu. Adam düşündü.

Çünkü sadece cennet bahçelerine girebilenler tüm ruhların efendisi Pan’ı görebilirdi. “Yüce Pan’ın huzuruna çıkabilirsem, belki annemi tekrar görebilirim…”

Zira annesi bir ruhpandı ve öldüğünde ruhu Pan’a geri dönmüş olmalıydı.

Fakat cennet bahçelerine ulaşmak zordu.

Yol uzun ve türlü tehlikelerle doluydu. Varsanız bile içeri girebileceğinizin garantisi yoktu.

Çünkü cennet bahçelerine sadece şeytanlar ve şeytan olabilecek potansiyele sahip kişilerin girebildiğini duymuştu.

Şeytan; bu dünyada doğal enerjiyle bütünleşmiş, gelişimini tamamlamış, her şeye kadir olanlar için kullanılan bir unvandı.

Şeytanlar çok güçlüydü. Uçabilirlerdi. İstedikleri yerde, istedikleri kadar yaşayabilirlerdi. Ölümsüzdüler. Hem cennet bahçelerinde hem cehennem çukurlarında yaşayabilirlerdi.

Buna göre Pan, Şeytanların Atası idi. Yani en yüce şeytandı.

Adam bir gün güçlü bir şeytan olabilirse, annesiyle yeniden bir araya gelebileceğini düşündü. Tabii ki bu çok uzak bir gelecekti. Öncelikle gördüğü şeyleri çözmeli ve hayatta kalmanın bir yolunu bulmalıydı.

Önce elinde tuttuğu kolyeye daha dikkatli baktı.

Ucunda Adam’ın bilmediği ama serin hissettiren siyah metalden yapılmış bir madalyon asılıydı.

Madalyonda, Adam’ın gördüğü yanan ağaç şeklindeki vizyonunun aksine, yuvarlak bir kabartma şeklinde yapılmış güneş motifi ile yanında içi boş bir yarım ay motifi vardı. Aynı metalden yapılmış bir zincirin ucunda asılıydı.

Ayakız’ın taşları bile eriten alevlerinden bir tek bu kolye kurtulabildiğine göre malzemesi çok değerli olmalıydı. Adam fiziksel değeri ile ilgilenmiyordu.

Kolyeyi boynuna geçirirken, “Çok garip…” dedi. Gördüğü vizyonla ya da bıraktığı ağaç sembolüyle alakasız olmasına şaşırmıştı. Şimdilik sadece bir yadigâr olarak taşımaya karar verdi.

Tekrar ayaklandığında, şimdiden kabuk bağlamaya başlamış sağ elini, bu sefer sembole yerleştirdi. Annesinin ölmeden önce dokunduğu son yere dokunurken, gözlerini kapattı. El ele tutuşuyorlarmış gibi yapmak istemişti ama sembolün hala sıcak olduğunu hissettiğinde şaşırdı.

Şaşkınlıkla birden gözleri açıldı ama belki de sembole çok yakın olduğunu için gözleri tekrar karardı. Zaman tekrar donmuş gibiydi.

İkinci Vizyon!

Bir anda bastığı toprak, altından çekilmiş gibi oldu. Işık, yerini tekrar bilinmezliğe bıraktı. Karanlık bir boşlukta süzüldüğünü hayal etti. Buraya hapsolmuş gibiydi ve ne yaparsa yapsın, çıkamıyor gibiydi.

Sonsuzca uzanan boşlukta uçuyor, istediği her yere gidebiliyor gibiydi ama kapana kısılmışlık duygusu bir türlü geçmiyordu.

Işık bir anda belirdiğinde, sonsuzluk tarafından boğulacakmış gibiydi. Işık, denizde boğulana atılmış bir halat gibiydi. Ona tutunmuş gibi çabaladı ve gittikçe ışığa yaklaştı.

Işık, devasa bir anahtar deliğinden süzülüyordu. O ise bu anahtar deliğinin önünde süzülen bir toz zerresi kadar küçüktü. Bir kapının önünde gibiydi ama kapının kendisi, henüz algılayabileceği bir şey değildi.

Umutsuzca anahtar deliğine doğru yüzmeye çalıştı. Sanki Kapının bu tarafı karanlık, diğer tarafı ise aydınlıktı. Tam delikten geçip, aydınlığa ulaşacakken; bir şeyler ayağına dolanmış onu aşağı çekiyordu.

Adam, umutsuzca kurtulmaya çalıştı ama ayağını tutan şeyden kurtulamadı. Baktığında ise dev bir yılanın kuyruğu tarafından yakalandığını ve ağzını açmış bekleyen yılana doğru çekildiğini gördü. Yılan, sonunda onu yutuyordu.

“Ah!!”

Güm!

Adam, sonunda elini sembolden çektiğinde, korkudan yumuşamış bacakları onu daha fazla taşıyamadı ve geriye doğru çekilirken düşmesine neden oldu.

Korkunçtu!

Yaşadığı korku ve heyecan hayal edilemezdi. Sadece bir an sürse ve yerinden hiç ayrılmamış olsa bile, kalbi büyük bir gümbürtü kopartırken nefes nefese kalmıştı. Bebekken saçlarının beyazlamasına şaşmamalı!

Adam göğsünü tuttu ve kurumuş boğazıyla yutkunmaya çalıştı. “O da neydi öyle!?”

Gördüklerine anlam vermekte zorlanıyordu. Neden bu şeyleri gördüğünü de bilmiyordu. Oysa o sadece herkes gibi olmak istiyordu. Sadece elinden geleni yapmak ve güçlü olmak istiyordu. Saygı görmek, kabul edilmek istiyordu.

Güneş sembolüne korkuyla baktı ve “Aklımla oynamayı bırak! Bana neden garip şeyler gösteriyorsun bilmiyorum ama aradığın kişi ben değilim…”

Adam, gördüklerinin bir anlamı olması gerektiğini biliyordu ama öğrenmek istemiyordu.

Herkesten farklı olmanın bedelini öğrenmişti. Ve bu bedeli ödemeye devam etmek istemiyordu. Sadece güçlü olmak ve herkesin saygısını kazanmak yeterliydi.

Oysa sadece güçlü olup, saygı kazanmaktan daha da fazlasını başarması gerekeceğini henüz bilmiyordu…

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset