Aşkın Doğuşu

Aşkın Doğuşu Önsözü

  • HiperTale
  • 24 Şubat 2024 15:39:08
  • 1 yorum
  • 4

Yazar Notu: Herkese merhabalar. Yeni web romana, önsözü ile başlangıç yapıyoruz. Dünyasını ve arka plan hikayesini merak edenlere Akaşık Kayıtları 3. Kısım: Uluların Dansı, Varoluşun Beşiği adlı bölümü okumalarını tavsiye ediyorum. Buradan da okuyabilirsiniz.

Daha önce başlayıp devam etmek istemediğim projelerimi saymazsak, bu ilk uzun soluklu web romanım olacak. O yüzden hatalarımı, eksikliklerimi ve yavaşlığımı mazur görün. Elimden geldiğince daha iyi olmaya çalışacağım.

Yorumlarınızla destek olabilirsiniz. Zira bu önsözü de iki yıldır yazıp yazıp siliyorum. Umarım bu sefer başladıktan sonra sonunu getirebilirim…

İyi okumalar…


 

Tek Gerçek Varlık kendini fark ettiğinde; bilincin, farkındalığın ve bilişin kendisi oldu. Sonsuzluğun ilk ismi, sıfatı ve eylemi ortaya çıktı.

Bu biliş, sevgiyi doğurdu. Sevgi, bilincin durmak bilmez, sonsuz akıntısını başlattı. O’ndan gelecek ve yine O’na dönecek…

Bilinç akmalıydı, taşmalıydı, yaratmalıydı ve dönmeliydi, ki ezeli döngüsü ebediyen devam etsin ve her an daha çok sevgi ortaya çıksın, sevgi her an daha çok bilinci harekete geçirsin…

Bir an, sonsuzlukta yüce bir şuur uyandı ve bilincin sonsuz akıntısında durduğunu bildi. Bu biliş ile kendini, O’nu ve her şeyi fark etmeye başladı. İçinde akan, kendinden taşıp giden bilinci seyre durdu. Düşünmeye, hayal kurmaya ve yaratmaya başladı…

İşte Büyük Rüya böyle başladı…

Büyük Rüya’nın başlangıcında birbiri üzerine yığılıp duran zaman illüzyonu yoktu. Sadece sürekli devreden tek bir An vardı. An’ın devretmesine Devran denilirdi.

Devran döner, devirler gelip geçerdi ama tek bir An baki kalırdı. Hayal edilenler gerçek olur; gerçekler, efsanelere dönüşür, efsaneler masallara, hayallere geri dönerdi…

Ejderha her devirde yeniden uyanır, kendini yeniden arardı. Kendiyle yüzleşir ve kendini yenmeye çalışırdı.

Bu yüce şuurun hiç bitmeyen hikayesi, İnsan’ın hikayesiydi…


[Akaşık dede, onca şey görüp öğrendikten sonra şimdi nereye geldik?]

Burası Beşer-ül Alem. Beşerler Alemi ya da Alemlerin Beşiği. Alemlerin içine doğup büyüdüğü yer. Beşerlerin insan olduğu, insanların adam olduğu yer…

Aşkın doğduğu, her şeyin başladığı topraklar ise şu alemin ortasındaki tepsi gibi olan yer… Sanki üzerindeki uyurgezerleri tatlı rüyalarından uyandırmaktan korkarcasına ağır ağır dönen dünya…

Ama sakinleri buraya Terk-i Diyar der. Terkedilmiş Diyarlar manasında söylerler bunu. Tüm alemlerin Yüceleri ve Uluları toplanmış onları izlerken, onlar terk edildiklerini düşünürler. Koca alem onlar için dönerken, onlar yerinde durduğunu sanırlar. İşte hayat böyledir…

Peki neden terk edildiklerini düşünüyorlar biliyor musun?

Çünkü kimse onları uyandırmaya gelmiyor ve kendileri uyanmaları gerektiğini unutmuşlar…

Uykularının bahanesi güneşin doğmamasıydı. Oysa herkesin ateşi kendi eline verilmişti.

Şimdi güneşin onları terk ettiğini sanıyorlar. Bir serap gibi uzak, çok uzak dağların arkasından parlayan umut da olmasaydı, Güneş’in varlığına da inanmazlardı.

Güneş bu topraklara hiç uğramadan, uzaktaki yüksek zirvelerin arkasında bir yerlerde doğar ve batar olmuştu. Artık bu topraklar doğunun da batının da ötesine itilmişti. Terkedilmiş diyarlarda yaşayanlar için doğu ve batı aynı yönde, Doğubatı’da kalmıştı ki, güneşin bile geçmesine izin vermeyen zirveler yüzünden, oranın varlığı da zamanla efsane haline gelmişti…

Burada yaşayanlar için Engin Ovaların ortasında yükselen Doğbat Dağları sınırdı. Dünyanın sonu, alemin merkeziydi. Tıpkı hava karardığında, kış geldiğinde saklandıkları Yüce Dağlar gibi. Arkasında altın bir güneşin göğe doğup, gökyüzünde salına salına yüzdüğü ve yavaşça yere batarken göklerden altın yağan diyarlara dair tüm söylentiler ise birer efsane, masaldı artık…

Güneş bu topraklara doğmadığı ya da batmadığı için her şey bir anda, bir gün içinde olup biterdi. An, zam alacak kadar oyalanmazdı buralarda. Anın devri, devran derler zamana…

An, sessizce devreder; kimseler duymaz koca alemin dönüşünü. Bir devir, bir gündür. Bir devrin doğuşu ve batışı arasında geçer aylar, yıllar ve çağlar. Nice medeniyetler yükselir ve düşer bir gün içinde.

Güneşe ulaşmaktansa, cennete varmak daha kolaydır burada. Derler ki doğubatı yönünde gitmeye devam ederseniz, cennet halklarını görebilirdiniz. Cennet bahçelerinde yaşayan bu halklar, hak ettiğiniz takdirde sizi de yanlarına alabilir ve ölümsüz olabilirdiniz.

Nasıl hak edildiğini mi soruyorsun?

Nasıl olacak, tabi ki güçlü olarak. Burada güçlü olanlar, istediğini alır. Yoksa cennete zayıfları mı alacaklardı? İyi birisi olmak mı, yüksek ahlak ve erdem sahibi olmak mı? Bu dünyada öyle şeyler yok, güneşle gitmiş olmalılar…

Ölümsüzlük ise bir gün daha fazla yaşayabilmekti. Bu dünyada ölümsüzler, aynı anlama gelen kışı, geceyi atlatıp; baharı, yani bir sonraki günün sabahını görebilenlerdi.

Kulağa kolay geliyor değil mi? Lakin bu dünyada hiçbir beşer kışı atlatamazdı. Sadece biraz daha uzun yaşayabilmek adına, karanlık çöktüğünde sığındıkları yüce dağların derinlikleri, cehennem çukurlarının ateşi bile onları kışın soğuğundan koruyamazdı.

Ve eskiler bilirlerdi ki; dünkü güneşin ışığını görmüş tüm beşerler ölmeden, bugünkü güneş doğmaz, bahar gelmezdi…

Söylediklerimi anlıyor musun HT? Bu dünyadaki insanlar sadece bir An için yaşıyorlar. Bir güne sığan 4 mevsimde; çocukluğu, gençliği, olgunluğu ve yaşlılığı görüyorlar.

[Evet Akaşık dede… Peki bu buzla kaplı dağa neden geldik? Biraz üşüyorum da…]

Çünkü bu kalın buzun arkasında bir mağara var ve tüm bu anlattıklarımı değiştirecek iki kişiden birisi, orada doğmak üzere…

No results available

Reset

No results available

Reset